Öykü sizi nerede yakalar?
Öykü dönüşümü, roman değişimi anlatır. Truman Capote’nin romanları ve öykülerinde bu iki durumu ayan beyan gözleriz.
Öyküde, içinizde olanı değil, hep dışta olanı yazar anlatırsınız. Görülenin, olup bitenin yansılarını hissettirmek istersiniz. Göstermek değildir amacınız. Bu nedenledir ki; öykü büyük (hayat) resimdeki ayrıntılardadır. Gözlem esastır. Gör(e)mezseniz öykü yazamaz/kuramazsınız. Elbette ki; kurgu değildir öykü. Yazarken biçimlenir, tıpkı arının önce peteğini örüp sonra da oraya balını taşıması gibidir.
Yani öykücünün de iki zahmetli “iş”i vardır. Önce peteğin gözeneklerini kurmak, sonra da bal için gitmek… Görmek, gezinmek, çabalayıp didinerek öykü olmaya değer olanı bulup çıkarmak.
İşte bu nedenledir ki; öykü sürekli dışta olandır derim.
Çok uzağa gitmeyelim. Çehov’a, Sait Faik’e, Sabahattin Ali’ye bakalım. Gitmeselerdi yazamazlardı. Dışta gezinmeselerdi kuramazlardı.
Truman Capote’nin ilkgençlik yıllarında yazdığı öykülerini (Ateşteki Güve) okuyorum.
Capote, dıştakileri anlatır. Ötede yaşayan/sürüklenenleri…
Anlatıcının hayal gücünü devindiren elbette ki yaşama biçimi/deneyimleridir. Dışta görüp ettiklerini, dinleyip gözlediklerini anlatısına taşırken buna başvurur. İçsesi işte bu süreçte devreye girer.
Esin dediğimiz şey hayal gücünden değil; dıştaki olmuş olan gerçekten ya da fark edilemeyen, ötemizde durup eyleyen “hakikat”ten kaynaklanır.
Anlatıcı bir durumu/olayı/ânsal bir itkiyi öyküleştirebilmek için en uçlara gidebilir. Görüp gözlemek, dinleyip etkilenmek, anlayıp kavramak için…İlle de hemen yazacağım diye bakmaz/gitmez hayatın labirentine. Bilir ki; o bütün derleyip ettiklerinin bir zamanı gelecek ve “bağlantı kur”arak da oturup yazacaktır.
Öykünün, ilkten, insanın kendini anlamak için yazıldığına inanırım.
Öykü bir yüzleşmedir. Âna, zamana bağlıdır. Değişkendir, dönüştürücülüğü de bundandır.
Romandaki büyük resim, öyküde silik soluk bir ân değil; tam tersine, romanın gidemediği yere giden anlatıcının ortaya çıkardığı parıltıdır. Orada hüzün de vardır sevinç de. Bilinmezliklerimizin neleri içerdiğine, nerelerden ağıp geldiklerine bakıp görmemizi sağlar öykü.
Bu nedenledir ki; düşünce yoğunluğu ister. Sezgi bir başına yeterli değildir anlatılmak isteneni bulup ortaya çıkarmaya. Anlatıcı neyi/neden anlattığını yazmaya başlarken tasarlamaya da başlar. Başladığı gibi de bitirmeyi seçer.
Öyküyü çok gezindirirseniz, bitmez. Çok uzatırsanız da öykü olmaz; anlatıya ya da romansa dönüşür.
Hemen yazıp dökerseniz, ürkmeyin bundan. Ya iyi bir şey çıkmıştır ya da bir süre dinlenmeyi, sonra da işçiliğinizi bekler.
Capote’ye dair edilen sözleri okuyunca (David Ebershoff), katılmadıklarımın çokluğu karşısında, bu sözleri edenin şu düşüncesi dikkate değer geldi bana:
“Capote kendini anlatmak için saptırmalardan yararlanmıştır.”
Bence, iyi bir öykücünün yapması gereken de budur: Saptırma.
Sait Faik öyle biridir. Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener anlatılarındaki yollarını hep saptırmalardan/sapmalardan geçirmişlerdir.
Öykü dönüşümü, roman değişimi anlatır. Capote’nin romanları ve öykülerinde bu iki durumu ayan beyan gözleriz.
Capote’yi kendisine bir başlama noktası kılabilecek yeni bir anlatıcının ondan öğreneceği çok şey vardır, bence.
Buna ilk öykülerinden mi başlamalı peki?
Elbette ki hayır!
İlkten Başka Sesler Başka Odalar romanına, ardından Soğukkanlılıkla’ya gitmeli. Özellikle bu romanına başlamadan önce şu iki filmi, dikkatlice, hatta notlar alarak izlemeli:
*Gerçeğin Peşinde (Infamous, 2006); Yönetmen: Douglas Mcgrath
*Capote (2005), Yönetmen: Bennett Miller
Onun izinden gitmek için olmasa da, etkilerinde yürümenin size çok şey göstereceğini bilerek bunu yapmalısınız.
Çünkü öykünün sizin için nerede başlayacağını görebilmek için bir ustaya, ondan alacağınız aşıya her dem gereksinmeniz var.