'Zafer aşını' asıl pişirenlerin tarihi
Jeannette Winterson’un “Tutku”su bugünlerimize dair çok anlamlı şeyler söyleyen bir kitap. Sadece savaş anlatısı yok içerisinde aynı zamanda aşkın yalnızca belirlenmiş cinsiyetler arasında yaşanan bir duygu durumu olmadığının da altını çizen bir kitap.
“Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?”
Bertolt Brecht, “Okumuş Bir İşçi Soruyor” adlı şiirini böyle sonlandırır. Şiir boyunca tarih yazını içerisinde hep krallardan, kazananlardan bahsedildiğinden ama onun yanındakilerden hiç söz edilmediğinden dem vurur. Haklıdır da. Resmi tarihler gerçeklerin zafer nidalarıyla çarpıtılmasından ibarettir bana kalırsa. Savaşlar yaşanmıştır ama ölülerden hiç söz edilmez. Antlaşmalar imzalanmıştır sadece ganimetlerden söz eden. Oysa savaşların asıl acılarını çekenler, yakılan köylerde yaşayanlar olmuştur, kendileri açken kralın, komutanın sofrasını hazırlayan aşçılar olmuştur mesela. Hevesle kahraman olacakları vaadiyle gittikleri savaşlar, hep yıkımı, acıyı, ölülerin çığlıklarıyla yaşamayı bırakmıştır onlara. Savaşın kötü olduğunu anlamakta gecikmişlerdir, kahraman sandıkları kralların gözünde hiçbir değerlerinin olmadığını fark ettiklerinde artık çok geçtir. Ellerinde bir şey kalmamıştır, sonuç hiçtir.
Jeannette Winterson’un “Tutku” adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Sel Yayıncılık tarafından basıldı. “Kaçış olarak değil de ayna olarak, yani sahici dünyanın olanaklarını keskinleştirecek, çoğaltacak gizli bir ayna olarak ayrı bir dünyayı yazmak istedim. Aynayı kaldırdığında yüzün oradadır. Zamanda ve yerde saklanmıştır, yoksa başka bir şansta mı saklanmıştır?” diyor Winterson kitabın girişinde. Dünyanın olanaklarını keskinleştirmekten çok dünyanın bir ânını alıp, kendi masalsı dünyasına taşıyarak bize dayatılan ayna dışında, başka bir aynadan baktırma çabası belki de yapmaya çalıştığı. Tarihi kesinlikli, durmadan ileriye giden kahramanların ve zafer hikâyelerinin dışına çıkarıp, onun zamanına müdahale ederek, anlatıyı tersine çevirerek bir masala dönüştürmek. Belki de tarihsel anlatıların, o afili fetih hikâyelerinin, çok kesin sayıların, verilerin de gerçekten bir masal olabileceğini bize düşündürmek.
Winterson’un başarısı sanırım tarihsel bir figürü, bir dönemi alıp, kendi anlatısı içerisine yerleştirerek gerçekliği düşsel bir boyuta taşıyabilmesi. Bu kitapta Napolyon Bonaparte dönemi savaşlarının onun anlatısı içerisine yerleşmiş hâlini buluyoruz. Ancak Winterson anlatısını tarihsel bir kahraman üzerinden değil, kahramanı yapanların üzerinden oluşturmuş. Mesela, kitabın baş karakteri Henri köylü bir ailenin çocuğu. Yağmura ve güneşe bağımlı bir yaşam süren bir çiftçi ailesinin tek oğlu. Orduya asker devşirmek için köye gelenler tarafından seçiliyor ve askerlik hikâyesi böylece başlıyor. Onu uğurlarken: Kadınlar göz yaşı döküyor, erkekler sırtlarına birer şaplak vurup, askerliğin delikanlılar için iyi bir yaşam olduğunu söylüyorlar. Kendisi ise; “şu dünyada ahırın damından ve de kendi doğurttuğumuz ineklerden başka şeyler de görmenin vakti” olarak değerlendiriyor askere gönüllü yazılma sebebini. Napolyon çok tavuk sevdiği için ve Henri çok güçlü kuvvetli olmadığı için “tavuk boğazlayıcı” görevi alıyor orduda. Winterson, Henri karakteri üzerinden, savaşı ve liderleri sorgulatıyor okuyucuya. Anlatı bazen gerçeküstü bir boyuta taşınsa da eğer tam içinde değilseniz savaşa dair anlatılar hep gerçek üstü gibi gelir ya o duyguyu yaşatıyor size.
DÜŞMANINI SEÇME HAKKI
Kahramanımız Henri için savaş koşulları Napolyon’a âşk gibi bir duygu beslese de hep sorgulamalarla geçiyor diyebiliriz. Ki daha askerlik için yola çıkmadan küçük bir kızın koluna yapışıp kendisine sorduğu soru ve aralarında geçen diyalog bunun göstergesi gibi;
“İnsanları öldürecek misin Henri?”
“İnsanları değil Luiz, yalnızca düşmanları”
“Düşman nedir?”
“Senden yana olmayan biri.”
“Düşman nedir” sahiden senden yana olmayan mı, seni savaşa süren egemenden yana olmayan mı? Bir savaşın içerisinde yaşayıp gidiyoruz yıllardır kendi coğrafyamız açısından bu sorunun cevabı nedir? Düşünüp duruyor insan, Napolyonlara âşık askerlerin düşmanlarını bile seçme hakkı var mı? Sana egemenlerin düşman olarak sunduklarını hiç tanımaya çalıştın mı mesela? İnsanın aklına onlarca soru geliyor. Elbette zorunlu askerlik yapanlar için değil bu sorular. Henri gibi yalnızca kendisine düşman olduğu söylenenleri öldürmek için yola çıkanlar için. Krallar, komutanlar isimlerini altın harflerle “tarihe” yazdırsınlar diye, zafer nidaları atarak yeni düşmanlar yaratsınlar ve dünyayı yaşanmaz kılsınlar diye bir savaşın parçası olmayı kabul edenler için. Winterson’un hikâyesi ise tüm o karla kaplı dağlar içerisinde titreyerek efendisine hizmet etmeye çabalayan insanların çok da uzak olmadığımız öyküsünü anlatıyor. Anlatılan gerçek bir tarih değil ama tarihin çok da uzak olmadığı, bizim sadece kahramanlarını duyduğumuz savaşların ismi dâhi anılmayan asıl kaybedenleri üzerine.
DÜNYANIN MUTLULUK VAADİ
Winterson’un anlatılarının önemli yanlarından birisi de bana kalırsa kurgusu ne konuda olursa olsun okura felsefi sorular sordurmak ve felsefenin başından beri cevabını aradığı sorulara kendi kahramanları üzerinden yorum getirmek. “Tutku” kitabında örneğin; mutluluk felsefesine dair sorular, Henri üzerinden sorduruluyor. “Mutluydum, ancak mutlu yetişkinlere özgü bir sözcük. Mutlu olup olmadığını sormazsınız bir çocuğa, çünkü görürsünüz. Ya mutludur ya değildir. Yetişkinler mutluluktan söz ederler, çünkü değildirler. Bu konuda konuşmak, rüzgârı yakalamaya çalışmak gibi bir şeydir. Bırakın her yanınızdan essin, çok daha kolay değil mi? Filozoflarla yolum tam da burada ayrılıyor zaten. Tutkulu şeylerden söz ederler ama içlerinde tutku yoktur.” Winterson’un Henri’si haklıdır belki de büyüklerin mutluluktan bu kadar söz etmesi dünyanın mutluluk vaadinin geçersiz olduğunu bilmelerindendir, ulaşılamayacak olanın bilinirliği ise boşa çabadır. Filozoflar için ise mutluluk gibi tutkulu olması gereken bir duygu sadece bir sorudur, soru insandan kopar söyleme dönüşür, söyleme dönüşen şeyin duygusu olmaz ve sanırım duygu yoksa tutku da hayal olur.
İnsan türü hep saygı duyacak hükmedecek birisine ihtiyaç duyuyor gibi görünüyor. Krallar, başkanlar, tanrılar, komutanlar, tüm üstler bu nedenle var edilmiş gibi toplumsal yapı içerisinde. Bunun sonucunda olan ise insan kendine olan bireysel saygıyı yitiriyor ve saygı duyduklarına duyulan saygıyı kendisine duyuluyormuş gibi algılayıp, kendi benliğinin önüne taptığı güce duyulan saygıyı koyuyor. Kendisine hükmeden birisinin peşine düşüp böylece varlığını kaybediyor. Karakterimiz Henri’nin ailesine isyan edip evden kaçan annesinin sonradan krala hayran olması sonucu söylediklerinde olduğu gibi: “O doğru olanı yapıyor, Henri. Ülkenin bir krala ve kraliçeye ihtiyacı var. Yoksa kime saygı duyabiliriz?”
'GÜVENİN BANA'
Kitabın bir diğer kahramanı “Villanelle” üzerinden ise Winterson yine tarihsel anlatı içerisinde pek bahsedilmeyen, farklı cinsel yönelimli karakterlere yer vermiş oluyor. Villanelle her yönden “farklı” ve masalsı bir karakter. Annesi, geleneklerinde olan ritüeli tam olarak yerine getiremediği için kaz ayaklı doğuyor, erkek kılığına girerek kumarhanede çalışıyor ve kalbini bir kadına kaptırarak aşkı ve tutkuyu keşfediyor. Çeşitli nedenlerle sevdiği kadından vaz geçmek zorunda kalıp, evlendiği adam tarafından savaşan askerlere “fahişelik” yapması için satılıyor. Henri ile de yolu burada kesişiyor. Birlikte askerden kaçıyorlar ve yeni bir hikâye başlıyor. Winterson’un anlatısı; hikâye içinde, hikâye, macera içerisinde macera barındırıyor. Bu da kitabın merakla okunmasında, okuyucunun kafasında devamlı ne olacak sorusunu tutmasında önemli bir neden.
Winterson’un “Tutku”su; tarihe dair bilinenlerin tersine çevrilmesi, yapının bozulması, “zafer aşını” yiyenlerin değil, pişirenlerin, savaşın asıl acısını çekenlerin, ömrü boyunca ölü sesleriyle yaşamak zorunda kalanların gerçek üstüyle, ritüellerle harmanlanmış hikâyesi olarak tanımlanabilir. Bize ve bugünlerimize dair çok anlamlı şeyler söyleyen bir kitap ama sadece savaş anlatısı yok içerisinde aynı zamanda aşkın yalnızca belirlenmiş cinsiyetler arasında yaşanan bir duygu durumu olmadığının da altını çizen bir kitap. Winterson’un kitap boyunca tekrarladığı bir cümleyi tekrar etmek gerekirse: “Size öyküler anlatıyorum. Güvenin bana.” Bence de güvenmelisiniz ona.