OHAL’deki bu hal

OHAL’de edebiyat mümkün mü? Kalem yazabilir mi? Yazılan hakikati karşılar mı, karşılayabilir mi?

Google Haberlere Abone ol

Asuman Susam

Distopya nedir diye soracaklara, işte bu yaşadığımızdır dedirten günlerin, akıldışı bir kuşatılmışlığın içindeyiz. Açıklığı arzuluyoruz, çemberi kırmayı, dışarıda olmayı. Dışarısı uzundur büyük bir içerisi. Tecritteki yazarlar, gazeteciler, arkadaşlarımızsa içerinin en dibindeler. Topyekûn toplumsal bir cezalandırma olarak okuyabileceğimiz gibi durumu, büyük bir toplumsal inşayı erkin tüm cezalandırma aygıtlarını kullanarak gerçekleştirilmesi olarak da görebiliriz. Rıza ile ele geçirilemeyen zorla elde ediliyor. Zoru gösterip hegemonik söylemin tüm araçlarıyla değersizlik batağından yeni bir rıza kültürü yaratılmaya çalışılıyor. Bir sabah uyandığınızda - ki artık sabah olacakların tedirginliğiyle insanlar ya hiç uyuyamıyorlar ya da sürekli uykuya kaçıyorlar- aidiyet ilişkisi kurduğunuz, kimliğinizi belirleyen her şeyin yerle yeksan olduğunu görebiliyorsunuz. Cehennemin ağzında Leviathan iki şey yaratıyor sürekli ya kurban ya tanık. İki durum da son derece trajik. Tanıklar anlatamamanın ve bir şey yapamamanın çaresizliği içinde ve bir süreliğine, henüz kurban değilkenki anın özgürlükmüş gibi görünen aldatıcılığında haysiyet sınavındalar. Elbette bu hal sürerken, yeni bir toplum düzenlenmeye ve kurulmaya çalışılırken güç taşıyıcılar için en tehlikeli olan hafızadır hep. Hiçbirimizin yabancısı olmadığımız, hep birlikte maruz kaldığımız kentsel dönüşüm taşkınlığı ve vandalizmi bir taraftan da toplum inşası bağlamında yaşanıyor. Bu iki durum ana damarlarla birbirine bağlı. İstenilen toplum ve bireyin kurulumu için önce hafıza çökertilmek zorunda. Tüm kurum ve gazete arşivlerinin silinmesi ondan. Eşsiz bir hafıza mekânı olan bedenlerin kapatılması, darp edilmesi, içkence görmesi bundan. Unut diyor sana, bildiğin her şeyi unut, söyleme, konuşma, düşünme; sil her şeyi. Değilse seni silerim. Gerekirse bedenini yok ederek, kaybederek de yapabilirim bunu. Bütün faşizmler bunu yapar. Tüm toplumu tarihdışılığın eylemsizlik anına sonsuza dek hapsetme arzusuyla hareket eder.

EDEBİYAT YARALARI SARAR MI?

Böyle zamanlarda bu karanlık bloku aşındırma, dışarıya sızma uğraşı içinde olanlar ne yaparlar, nasıl ayakta kalırlar, açıkça ve kısaca nasıl ve neyle devam ederler? Bu devam edişin içinde sanat, edebiyat gerçekten işe yarar mı, yaraları sarar mı, tuzu, kanı kurutup bedeni diriltip, ruhu dirileştirip insanı tomurcuklandırıp, filizlendirebilir mi, hiç olmadı yeni sürgünleri hayat keseciklerinde saklayıp bekletebilir mi? Edebiyat hakikate dokunabilir mi? Yeni bir hakikat evreni kurabilir mi? Paradigmaları değiştirebilir, yeni paradigmalar üretebilir mi? Zemin diye bir şey kalmamışken, hayat damarlarımızdan, yer altımızdan, gök üstümüzden çekilmişken insan yazabilir mi? Edebiyatçı bir vakanüvis gibi eyleyebilir mi, eylemeli mi? Yazarak ve yazı ile devam edilebilir mi?...

Sorular bazen kafa bulandırır bazen zihin açar. Her ikisi de önemli bir şeye işaret eder aslında: hayat karşısında, olan bitenlere dair nerede olduğumuzu. Konumumuz, eylemlerimiz, olanı biteni karşılama halimiz yani bakış açımız, perspektifimiz dünyayı okuyuşumuzu belirler. Örneğin savaş ve çatışma karşısında barış demek konusunda netseniz, kafanız konum alışa dair üretilen sorular karşısında bulanmaz. Adaletsizlik, eşitsizlik ve zorbalığa karşı adaletli olmak seçiminizse sözünüz de eyleminiz de ona göre olur.

12 MART, 12 EYLÜL YAZILABİLDİ Mİ?

OHAL’de edebiyat mümkün mü? Kalem yazabilir mi? Yazılan hakikati karşılar mı, karşılayabilir mi? Yazan özgürce, kendiliğindenliğin akışı içinde bu dille verili olanı parçalayabilir mi? Bu sorular edebiyat tarihi boyunca demokrasi tarihi sürekli sekteye uğramış bir toplumda hep kafaları kurcalayan sorular oldu. Doğru dürüst bir 12 Mart edebiyatının birkaç kalem dışında yazılamamışlığı, edebiyatın 12 Eylül darbesinin toplumsal tahribatının minik bir bölümünü ancak yansıtabildiği… Elbette buralar tartışılırken merkeze hangi konu ve kavramı koyduğunuz meselenin içeriğini de tartışma yönünü de değiştirir. Tüm toplumsal olayların ben’i hiç değilse bir biçimde bir yönüyle etkilediği, değiştirdiği kabul edilirse böylesi dönemlerde edebiyatın kendine has yazar stratejileriyle, poetik yönelimlerle dönemsel izler bıraktığı görülebilir. Sözcük seçiminden, karakter kurulumuna, kurgunun yapılandırılmasına dek. Burada ısrarla aranılanın doğrudan örneğin darbe günlerinin konu olarak işlenmesiyse yazarlardan, şairlerden böyle bir şeyin istenmesinin öğrencilere konulu şiir ya da öykü yazdırmaktan farkı yoktur.

Çocukluğunun bir bölümünü ve gençliğinin büyük bölümünü OHAL’lerle yaşamış biri olarak yetişkinliğinde OHAL’le yeniden çarpışmak… Trajik, eziyetli, öfke uyandırıcı. Kişisel olarak ben, dipten gelen ve yüzü hayata dönük, hayatı çağıran, ışığa özlem duyan öfkeye tutunmayı seçiyorum. Evet, sendeliyorum, düşüyorum ama kalkıp devam ediyorum. Edeceğim. Kötülükle en iyi mücadelenin gündelik hayat ilişkileri içindeki küçük eylemlerimizle verilebileceğine inanıyorum. Hayat alanlarımızdan çıkmamayı, oraları terk etmemeyi önemli bir direnme biçimi olarak görüyorum. Yazmak da buna dahil. Böyle bir cehennemin içinde yazabiliyor olmayı önemsiyorum. Vakanüvislik etmekten söz etmiyorum. Yazmanın mekânını bir bellek ve direnme mekânına dönüştürmekten söz ediyorum. Kahkaha atmak, kahkaha olmak gibi, Gezi’yle deneyimlenen karnavalesk bir hal yaratmak.

Bir el bizi silmeye çalışıyor, görünmez kılmaya uğraşıyor. Karşı hafızanın ateşinden, hatırlama kültürünün gücünden bihaber olamaz o el. Bundan tedirgin, telaşlı ve çok korkuyor.