Ve iki şey de iki kişi de bir araya gelir
İki insanın bir araya gelmişliği ne çok getirmişliktir; sadece kendisi gider hayatınızda sonsuz sayıda anımsama bırakır. Fiziki yokluğu bellek tek tek bir araya getiriveriyor…
Mustafa Orman
Çağdaş İngiliz edebiyatının kalemlerinden Julian Barnes’in yaşam münakaşasından çıkan eseri Hayat Düzeyleri bizi birbirine ihtiyacı olan şeylerin gölgesinde gezdirirken birden çok kareyi de aklımıza çengelleyip, gözlerimize contalıyor. Deneme tarzından ara sıra anlatıya kaçan kitap, üç bölümden oluşuyor: Yükseklik Günahı, Dürüstlük Zemininde, Derinlik Kaybı.
Sürekli değişen her şey başka bir şeyle bir noktada buluştuğunda anlam kazanır, kendinin dışında yer edinmiş olur. Yazarın elinden çıkan her eser yalnızdır; ancak sizin elinize geçtiğinde görünmeyen o yalnızlığı kendiniz tadacaksınız. Hayat Düzeyleri tam da böyle bir ayrıntının içinden doğmuş ve bize görünmüştür. Ve bir araya geldiğimizde yalnızlığı anlar gibi, dindire dindire çıkan sözcüklerin yalazından bizi balonculuk, fotoğraf sanatı ve aşkın karelerinde gezdiren cümlelerin içine daldırıyor.
Hayat Düzeyleri’nin birinci bölümü olan Yükseklik Günahı tam olarak şöyle başlıyor: Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz. Ve dünya değişir.
Bu bölümde balonculuk serüveni anlatılırken cümlelerin arasına sıklıkla XIX. Yüzyılın ünlü tiyatrocusu Sarah Bernhardt ve tanınmış fotoğraf sanatçısı Nadar ismine rastlarız. Değişen ve değişime uğrak olan insanlığın köşe başında beliren araç gelişimleri ortak bir payda açmaktan öte sadece özel sayfalarla donatılmış ve herkesin giremeyeceği bir kapıyı ardına kadar kapatıyor. Balonculuk, başlangıç noktasından göğe yükseldikçe insan kibriyle eşdeğer bir orantıda buluşuyor. Özgür olma hali, kendini kaybetme hali, küçük görme hali ve dışlama hali insan belirtileri arasında göz kırpıyor. Bernhardt’ın balonun uçuşundan sonra viski patlatması, safralarını köylülerin üzerine atmaları da üstünlük taslamanın bir örneğini teşkil ediyor. Bu anekdotun dışında birçok ilginç ve anlamlı anekdot daha kitabın sayfalarında yer ediniyor. Nitekim bir tek Bernhardt değil, balonun buluşuna imza atan kişi de değil, tüm insanoğlu böyle bir kopuşun içindedir. İlginç olan kısmı Julian Barnearayas’in bunu somuta devşirmesidir. Fotoğraf sanatçısı Nadar’ın buluşları balonculukla birleştiğinde ortaya sergilenmiş yeni bir şey çıkıyor. Gökyüzünden yeryüzünün fotoğraflarını çekmeye çalışan Nadar ilk denemelerinde başarısız olsa da gökyüzünde edindiği yeni tecrübelerle fotoğrafçılığa sarsıcı bir ivme kazandırıyor. Bu kazanım böbürlenmeyi de beraberinde getiriyor.
Hayat Düzeyleri’nin ikinci bölümü olan Dürüstlük Zemini tam olarak şöyle başlıyor: Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz; bu bazen yürür, bazen de yürümez.
Dürüstlük Zemini’nde Nadar ve Sarah Bernhardt’ın bir araya gelişlerini fotoğraf karelerinde ve yazarların eleştiri cümlelerinin altında yatan örneklemelerle görebiliriz. Sarah’ın sanatçı kabiliyeti fiziki durumuna indirgeniyor. Sanatın ne olması gerekliliği Sarah üzerinde tartışılırken sanatçının isminden aşındırılan birçok yorum da kelimeler arasında kendini buluveriyor. Henry James, nitekim Sarah için şu cümleyi dile getirecekti: Gösterişçiliğe, hayran olunacak ölçüde uygun bir sahne figürüydü. Fransa’da yaşayan Sarah Bernhardt’ın sadece sanatı değil, ırkı, göstermiş olduğu başarı ve yaşam tarzı da eleştiriliyordu. Yahudi karşıtlığının ileri boyutlara ulaştığı Fransa’da bir Yahudi’ydi. Aynı zamanda bohem hayatı da eleştirileri çoğaltıyordu. Sanatı, ırkı onu karşı bir şiddetle karşı karşıya bırakıyordu. Bu bölümde yine birbirinden güzel anekdotlar titiz bir seyirle okuyucuyla buluşuyor. Sanat ürünü, sanat aracıyla bir araya geldiğinde ortaya çıkan yeni görüntünün, eleştirilere maruz kalması kaçınılmazken övülmesi de bir o kadar kaçınılmazdır.
Hayat Düzeyleri’nin üçüncü bölümü olan Derinlik Kaybı tam olarak şöyle başlıyor: Daha önce bir araya getirilmemiş iki kişiyi bir araya getirirsiniz…
Kitabın son bölümü yazarın kişisel hayatındaki yaşanmışlıkların bıraktığı izler ve boşluklar derin bir ıstırapla sözcüklerin arasında yuvarlanıyor. “Çünkü her aşk hikâyesi potansiyel bir keder hikâyesidir” cümlesinden de anlaşılacağı gibi yazar kendi kederinin sayfalarını açıyor, kendi dünyasının yitimlerini aktarıyor. İki insanın bir araya gelmişliği ne çok getirmişliktir; sadece kendisi gider hayatınızda sonsuz sayıda anımsama bırakır. Fiziki yokluğu bellek tek tek bir araya getiriveriyor… Bobine sara sara, ısına ısına, yana yana, sürtüne sürtüne; ses çıkara çıkara aklın ve kalbin bütün çitlerinin içinde dolaştırıyor insanı. Belleğin ölmezliği, yanması daha çok ayrıntı, daha çok uzayan ağrılara depodur. Ve daha çok güçsüzlük, zayıflık ve yok olmaktır. Kitabın son bölümü psikolojik yıkıntıların, rüyaların, alışılmayanın, soyut işkencenin ve sahte bir mutluluğun geçişlerine uğrak bir yer; dinlenme, bakma, görme, duyma ve durmadan aynı hızlılıkla devam etmek vardır. Yazar son bölümde oturup karısının ölümünü değil de kendi ölümünü yazmış. Bir insanın gidişini, birçok şeyi büyük içsel bir çöküntü, ağırlık ve ıstırapla okuyucuya sunuyor.