İktidar akılla kurulan ve korunan bir deliliktir

Hüseyin Kıran: Edebiyat sadece güzel söz yazma sanatı değildir. Benim açımdan edebiyat bir esaslı sorun barındırmalı bunu ele almalı bunu yüklenmelidir. Buna, büyük harfler içermesinde sakınca yok; insan-oluş sorunu diyebilirim kendi açımdan.

Google Haberlere Abone ol

Zennure Durukal

DUVAR - Hüseyin Kıran, 1965'te Amasya'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini burada tamamladı. Üniversiteyi politik nedenlerle bırakmak zorunda kaldı. Yine aynı nedenlerle 10 yıl cezaevinde kalan yazarın Metis Yayınları'ndan çıkan  Madde Kara (2004) ve Resul (2006) adlı kitaplarını, Sel Yayıncılık'tan çıkan Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor adlı kitabı takip ediyor.

Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor

Zennure Durukal: Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor, güleyim derken kahkahanızı boğazınıza dizen, bazen tuttuğunuz nefesinizi bırakmayı unutturacak kadar gergin ve hızlı bir tempoda akan, onlarca yan cümlecikli cümleler, cümlesizlikler, birbirinden yaratıcı altbaşlıklarla, dilinin sadece 'ya, ya, ya' dan ibaret olduğu barbarlarla tanışılabilen, kesinlikle değişik, ironik ve çarpan türden  bir roman  desem romanınıza haksızlık etmiş olur muyum?

Hüseyin Kıran: Övgü bu. Bilemiyorum. Niyetimi tek kerede ve apaçık ifade etmeyi yeğlerim. İktidar akılla kurulan ve korunan bir deliliktir. Ben bu deliliğin iyice anlaşılmasının faydalı olacağını düşünenlerdenim. Bize gerekli olan muhalefet etmek değil, yeni bir varlık alanı oluşturacak yeni bir bilinçtir. Esası bu söylediğim şeyin; bu roman bağlamında.

EDEBİYAT SADECE GÜZEL SÖZ YAZMA SANATI DEĞİLDİR

Zennure Durukal: Romanlarınızı neden alegorik formatta yazmayı tercih ettiğinizi sorabilir miyim?

Hüseyin Kıran: Edebiyat sadece güzel söz yazma sanatı değildir. Benim açımdan edebiyat bir esaslı sorun barındırmalı bunu ele almalı bunu yüklenmelidir. Buna, büyük harfler içermesinde sakınca yok; insan-oluş sorunu diyebilirim kendi açımdan.

Başka bir zeminde de yazmış anlatmıştım. İnsanın doğadan kopuşunun tamamlandığı ve ikincil bir doğa olarak toplumu ve toplumları içinde yaşatıp barındıracak kentleri oluşturduğu zamanlardan beri, yani doğadan tam kopuşunun tamamlandığı zamanlardan, giderek daha karmaşık zor baş edilmesi güç esasen birbirini sömürmeye dayalı doğayı ilişkilerini kendi doğasını hayatlarımızın bütün potansiyellerini sömürmeye dayalı bir yaşam tarzı geliştirdiği açıktır.

Bütün bu mücadeleli kesişmeli çarpışmalı alan için de bile insan, en temel niteliklerinden olarak kendini anlamlı bir kuruluş olarak kavramak istiyor. Buradan olarak da nasıl bir insan sorusu hakkında örtük ya da açık bir bilinçle mesai harcıyor. Girdiği ilişkilerin bütününü yürüten yoğunlaşma olarak bilinçlerimizin kendine dönük algısı, onu etkin, eyleyen, hayatta bulunmaya müdahale eden bir varlık olarak, bir özne olarak anlamaya çalışıyor ve temel değerlerini burada, bu özne alanında oluşturuyor bulunduruyor. Esasen özne kavramının bir insan olma algısına tekabül ettiğini söylemek gerek. Eski özne olma biçimleri hakkında düşünmeliyiz elbette ama yakın dönem özneleşme biçimlerini elbette egemen sosyo-ekonomik sistemler önerdi ve bunun ideologları, sanatı, felsefesi. Aydınlanma ile ortaya çıkan özne olma biçimi burjuva bireyliğe tekabül ediyordu. Sistem sömürüye dayalı sürdürüldüğü için ve bunun mantıki sonucu olarak bir proleter sınıf oluşturduğu için de sosyalist tez ve pratik, yeni bir yaşama alanı işaret ediyordu. Elbette bunu yapmakla, yeni bir insan olma anlayışı da ileri sürüyordu. Sosyalist özne, burjuva birey olma biçiminin karşısında, yeryüzünün üçte birinde yaşam bulma fırsatı yakaladı.

Bu deneyimin, elbette burjuva özne olma biçiminin çok ötesinde ve ilerisinde değerlerle donanmış bir insan olma hali içerdiğini söyleyebiliriz. Ancak beri yandan, pek çok eksiklikler barındırdığını da. Sosyalist deneyim ve onun ilişkilerinin ürettiği insan olma biçimi, insanlığın ufkunu belli bir süre kapladı, bilinçleri meşgul etti ancak nihai noktada o da çöktü.

Bu, apaçıktır. Sosyalist birey modeli artık insanlığın geleceğine dair bir söylemi barındırmıyor. Pek çok nedeni var elbette ama bunları irdelemektense, bunun bir vakıa olarak kabul etmek daha işe yarar böyle bir bağlam içinde. Elimizde kalansa, çökmüş bir kapitalist insan olma hali ve bunun karşısında yeterince güçlü ve yeni bir özne inşa edememiş ve esasen tarih sahnesinde de tutunamamış sosyalist model; ve onun özne önerisi.

Benim genel kavrayışım bu yönde. Ancak insan olmanın ufkunun kapitalist üretim ilişkileriyle kapandığını kapanacağını sanmam. Dolayısıyla bize yeni bir görev yüklüyor bu.

Edebiyat bize yeni bir özne sunamaz. Bunu insanların üretim ilişkilerinden doğan yeni çelişkiler imkânlar açıklıklar özgürleşme taleplerinin aldığı yeni biçimler ki bunları da yeni farkındalıklara borçluyuz ya da yapıp etmelerimizin sonuçlarına da elbette. Ancak edebiyat ya da genel olarak sanat, bize en azından yaşanagiden ilişkilerin ve içine yerleştiğimiz özne olma hallerinin eksik yanlış olduğunu da büyük harflerle konuşmadan bildirsin; istenir bulurum bunu.

Öyleyse edebiyat ne yapacak? Basitçe, bir alan temizliği. Yani eski insan olma biçimine eleştirel yaklaşacak. İnsanı ortaya koyacak. Aptalca toplumsal kabuller çerçevesinde kendini tekrar edip durmayacak ve bize çöken bu özne olma biçimlerinin eleştirisini sunacak. Ve biz de kendimize yeni bir yaşam alanı açma mücadelesini sürdürürken buralardan besleneceğiz.

Alegori meselesinin örtük cevabıydı bunlar. Apaçık yanıtı ise şu; metin bir iş yapar bilinçlere etki eder ama bağırarak yapmaz bunu. Dolayımlar. Estetik dolayım üzerinden sözünü söyler. Bu.

DİLİ BOZMAK DÜŞÜNME BİÇİMİNİ BOZMAK DEMEKTİR 

Zennure Durukal: Roman yazımının ‘nesir olduğu’ iddiasını dikkate almayan, aksine roman yazımının geleneksel kurallarını boşa çıkararak roman  yazıyorsunuz. Bunun sebebi şairliğiniz mi acaba?

Hüseyin Kıran: Bilemedim. Ben öyle yaptığımı düşünmüyorum. Benim temel meselem dili bozmak bir bakıma ama bununla hedeflenen şey basitçe dilsel bir oyun kurmak değil. Dili bozmak düşünme biçimini bozmak demektir. Düşünme biçimini bozmak verili insan bilincini bozmaktır ki, benim tam da bununla meselem vardır. Mevcut insan-oluş’un bilinci. Kapitalizmin bilinci. Arkaik dilin bilinci. Çıkarların ilişkilerin sahte ve sömürülebilmesi için çarpıtılmış ihtiyaçların bilinci; insan yanlış yaşayan bir varlıktır ve ilişkilerine siyaseten saldırırız; bilincine de sanat gereçleriyle.

Şiir meselesi ise, daha derin ve burada ele alınamaz birçok yön barındırıyor. Dolayısıyla çok söz almasam daha anlamlı; yeterince söylenemeyecekse söylenmemesi daha iyidir. Kanım bu.

Zennure Durukal: Günümüz Türkçe edebiyat entelijansiyasının geleneklerini nasıl değerlendirirsiniz?

Hüseyin Kıran: Varsa böylesi gelenekler, benim haberim yok. Tanıdığım yazar sayısı beş on arasındadır. Şahsi dostum olan birkaçı hariç hiçbirisiyle mesai harcamam. Eksiklik belki. Ama kültürel kodlarımızın kapitalist kodlardan başka ve farklı olmayacağı bir açıklıktır benim için. Dolayısıyla doyurucu bir yanıt mümkün görünmüyor.

Zennure Durukal: Yüceler yücesi bir meclis-Bir görevin tevdi edilmesi altbaşlığıyla yazdığın bölümden, izninizle alıntı yapıyorum:

‘Sana bir görev tevdi edilecek Yakup! Bu görev için özenle ve özellikle seçildin. Diğer adaylara göre ne gibi üstünlüklerin olduğunu tespit etmek için Yüce Meclis çok çalıştı. Uzun ve yorucu değerlendirmelerde bulundu. Bu, sana bahşedilmiş bir onurdur, anlamalısın.’

Yakup’un bunu anlayıp anlamadığını okura bırakarak, yazmasaydı, size hangi görevin tevdi edilmesini isterdiniz diye sorabilir miyim?

Hüseyin Kıran: Bana bir görev tevdi edildi zaten; hayat tarafından. Ben de görevimi yüklendim. Onur filan duymam; mecburiyettir. Biz özgür varlıklar olmak istiyoruz. Önündeki engelleri de hepimiz biliyoruz. Öyleyse görev bu engellerle; engel insansa bizzat insanla savaşmaktır. Edebiyatla resimle müzikle gerekirse ki bazen gerekebilir, siyasetin araçlarıyla; her türlüsüyle. Korkulacak bir şey yok; yenilgi kesin bile olsa iddiamız ortadadır. Kapitalizmi ve onun yarattığı “insan” olma biçimlerini reddediyoruz. Kıra kıra kendimize yeni bir alan açmak durumundayız. Apaçık bu benim için.

EN İYİ FİNAL ÖLÜMDÜR

huseyn-kiran .

Zennure Durukal: Önceki romanlarınızda da karakterlerinizi öldürüyorsunuz? Neden karakterlerinizi öldürüyorsunuz?

Hüseyin Kıran: En iyi final bu sanırım.

Öte yandan şu da var; metin bitebilen bir şey. Bu nasıl mümkün olabilir ki? Metinler insanların bilinçlerinin alegorileri olsa gerektir. Bir bilinç ise ancak ölmekle biter. Ucu açık, sürdürülmeye açık kitaplar yazmalıyız. Aklımda ve fırsat kolluyorum diyelim. Finalli bitişler, arkaik anlatının buluşudur; eskiden tamamen kopamıyorsak demek…

Zennure Durukal: J.D.Salinger, der ki:'' … bir yazarın okurunun nasıl bir şey olduğu hakkında fikri yoksa eğer, hoşlukları nasıl gözetebilir? Tersi, elbette yeterince sık görülür, ama bir hikayenin yazarına okur hakkında neler düşündüğü ne vakit sorulmuştur?'' Peki, okurunuz olarak, sizden  okurunuzun nasıl bir şey olduğu hakkında fikir yürütmenizi rica etsem?

Hüseyin Kıran: Fikrim yok tam olarak ama arayan, eleştiren, sorular soran, soruları kendine en başta soran insanlar olduğunu sanıyor ve umut ediyorum. Karşılaştığım okurlar genelde bu ön kabulümü doğruladı. Böyle.