İstanbul'un ağır sultanlarının şiiri
Mehmet Müfit’in 2012 yılında ilk baskısı yapılan ve ne zaman yazıldığı konusunda bir düşünce sahibi olmadığımız “Kelebek Tanrıları” (Her Şey dün Gibiydi içinde YKY, Ocak 2012) yazdığı şiiri öyküye fazlaca yaklaştığını göstermeye yeter. Mehmet Müfit kendini şiire uzak dünyaya yakın tuttuğu zamanlarda yaşamış ve daha sonra iki kitapla öylece bıraktığına tekrar dönerek o hayatı başka bir yaşama biçimi haline getirmiş yani yazmıştır, şiir etmiştir.
Halim Şafak
DUVAR - Mehmet Müfit (1952,Demirci-20 Kasım 2016,İstanbul )seksenlerin başında “İstanbul’un Ağır Sultanları” (1984) ve “Tekkede Bahar”la (1986) dönemin çoğu şairinin tersine başka ve oldukça farklı bir şiir yazdığını okura gösterdi. Her iki kitap adının oluşturduğu tuhaf ironi ise bu şiiri daha da ilginç hale getirdi. İstanbul’u ama yeraltından çok ya da başka bir yeraltı anlayışıyla başka bir gündüzü geceyi yani dünyayı şiirlerinde söz konusu etti.
“tarih, iktidarların envanter defteridir unutmayalım
mazlumların tarihi yazılmamıştır hiç, yazılamaz da”
Aslına bakılırsa Mehmet Müfit bildiği, içinde durduğu ve yaşadığı dünyayı ruhsallaştırmaktan imtina ederken bir ucundan aynı dünyayla ironik bir şekilde uğraştı. Edip Cansever’in yazdığı şiirle Mehmet Müfit yazdığı şiiri bir tutacak değiliz ama antikacı olmalarından dolayı aynı dünyanın bir yerlerinde yaşadıklarını ve o dünyayı, orda yaşanan hayatı başka bağlam ve düzeylerde şiirin konusu ettiklerini yazabiliriz.
Mehmet Müfit’in belki de biraz da anlatmak istediklerinin etkisiyle ya da baskısıyla estetik olanı yazdıklarında öncelemediğini bu yüzden de anlatmak ve anlamak istediklerinin şiirin önüne geçtiğini ve belirlediğini söyleyebiliriz. Ne var ki şairin sorun ettiklerini düşününce de buradaki estetik gerilemeyi ya da yer yer estetiğin reddedilmesini de anlayabiliriz. Belki buna estetik gerileme demekte pek doğru olmayabilir. Ondan çok anlatmak için düz yazıyla ilişki kurmaktan yana ve bundan hiç imtina etmemiş bir şiiri yazdığı söylenebilir.
Bu anlatımcı şiirin temel özelliklerinden biri olduğu kadar da sorunudur. Anladığını, yaşadığını ve bildiğini anlatma arzusu şiiri sanatsal bir şey olmanın uzağında tutabileceği gibi özellikle de imgesel olanı şiire fazla yaklaştırmaz. Bu yüzden de gündelik dil yazılan şiirde fazla bir dönüşüm ve değişim geçirmez. Çünkü Mehmet Müfit’in anlamak ve anlatmak istediği dünyayı yani sokağa şiiri fazlaca imgede tutmadan başka bir deyişle gizleme ve gizlenme gereği duymadan bunun tersine tamamıyla çıplanarak ve çıplatarak anlatmak ve anlamak şairin kolaylığı olduğu kadar dünyayı ve hayatımızı orda yaşadığımız gerçeğini hiç zorlanmadan gösterdiği gibi yazanı da okuru da bunun hem tanığı hem de muhataplarından biri yapar.
Bu aynı zamanda şiirde pek söz konusu olmamış/edilmemiş bir tarihtir. Mehmet Müfit bu tarihten beslenen ve bu tarihi kendinin de bir ucundan parçası olduğu bir durum haline getirerek dünyanın ona yaşattığı onca trajedi, dram ve ölüme rağmen hayatının sonuna yetiştirmiştir.
ÖYKÜYE YAKLAŞAN ŞİİR
Tekrar başa dönersek Mehmet Müfit’in 2012 yılında ilk baskısı yapılan ve ne zaman yazıldığı konusunda bir düşünce sahibi olmadığımız “Kelebek Tanrıları” (Her Şey dün Gibiydi içinde YKY, Ocak 2012) yazdığı şiiri öyküye fazlaca yaklaştığını göstermeye yeter. Arkasından gelen “Nah Bilirdim Ben Bunları” ile “Bana Ne Yakışır”da başta sözünü ettiğimiz (Her Şey Dün Gibiydi içinde, YKY,2012) ortak ya da değil yaşadığını anlatma ve öyle paylaşma isteğine pek bir şey olmadı hatta bu durum daha belirleyici hale gelirken yazdıklarında şiirsel olanı az çok kollamaya da çalıştı. Anlatma isteğini geçerek belirtirsek Mehmet Müfit’in yeni bir dil ya da söylem oluşturmak gibi bir derdi pek olduğu söylenemez. Onun yazdığını farklı yapan ve yazılan şiirden ayrı bir yerde tutan daha çok ele aldığı dünya ve onunla kurmaya çalıştığı yakınlıktır. Bu yüzden de onun şiirinin özgünlüğü daha çok anlattığı dünya temelli olmuştur ya da özgünlüğü o dünya oluşturmuştur. Başka bir deyişle onun anlattığı ve büyük ölçüde içinde yaşadığı dünya onun şiirinin özgünlüğü olmuştur.
Bunu oluşturan olguların en başında Manisa’nın Demirci’si ile babasının işinden dolayı liseye kadar dolandıkları Anadolu durur. Mehmet Müfit liseyle birlikte artık İstanbul’dadır ve İstanbullu olmuştur bu da Anadolu’nun yerine başka bir dünyayı koymasını hatta ikisini birlikte ele almasını sağlar. Şiirden çok romanlarda söz konusu edilen başka bir sokakta, sokaklardadır. Bizde sokakla kurulan ilişki doğrudan sokaktan değil de zihinde kurguladığımız sokak ve düşüncesinden beslendiği için yeraltı edebiyatının örneklerinde bile ne şiir ne de öykü roman bu sokaklara pek uğramamıştır.
Mehmet Müfit Perşembe Pazarı’nda sanayi ürünleri toptancısı ve onun ardından toplayıcı bir antikacı olmasından dolayı İstanbul’un ve bohemyanın dışında kalan ve başka sokakların ve orda yaşanan hayatın şairi olmuştur. Benzer bir durum Anadolu’yla ilgili yazdıkları için de geçerlidir. Bugün karşısında biraz ironik kaçsa da Mehmet Müfit kendini kent çobanı ilan etmiştir.
Liseye kadar giden Anadolu hayatı da oluşturulan Anadolu imgesinin dışında oldukça hareketli ve fazlasıyla edepsizdir. Öyle yazacaktır: “nah bilirdim ben bunları-/ sokağa yayılmasaydı gençliğim” Aynı yayılma daha sonra ona İstanbul’un asıl ahalilerini de hatırlar ve öğretir.
Üsküdar’ın 1915’ten önce bir Ermeni semti olduğunu da böyle öğrenmiştir. Ve bir daha söylemiştir: Bu onun demesiyle “hayır dostlarım bu bir seçimdi/bir yanda kuşlar ve sokak/bir yanda amerikancılık” Böylesi bir tercih ya da tavrın Mehmet Müfit’in kendini tanımlamaya zorlaması da beklenmiştir. Şöyle sıralamıştır: şairdir, demokrattır, sosyalisttir ve nihilisttir.
Tarih iktidarların tarihidir ya da tarihi iktidarlar yazmıştır yani devlet yazmıştır. Bu dediğim şairi hem Ece Ayhan’ın hem de Metin Eloğlu’nun şiirinden geçirmiştir. Şair küçük insanı ya da mazlumları bu tarihin bir yerlerinde ararken sokakta/sokaklarda bulmuş ve mazlumların yetiştiği zamanların tarihini yazmıştır. Devletin tarihi mazlumları inkâr ederken o şiirini bu tarihi anlatmanın yollarından biri olarak kabul etmiştir. Şiiriyle küçük insanın tarihini yazmış ya da onlara başka bir tarih bulmuştur. Tarihi de ölümü de yenecek olansa şiirdir.
Mehmet Müfit özellikle o hayatı yaşamasından dolayı kendini dışta tutan bir sokak kurgulamış ya da onu anlatmış değildir. Yaşanan ve yaşantılanan ne varsa o da bir ucundan baştan dâhil olmuştur, kendini dâhil etmiştir. Döneminin Tuğrul Tanyol, Haydar Ergülen, Osman Hakan A., Seyhan Erözçelik, Vural Bahadır Bayrıl gibi şairlerine ve onların çoğunun şiirini etkisi altında tutan Hilmi Yavuz’a bakarak bu ayrılığı ve farklılığı daha değerli ve özgün bulmamız mümkündür.
SOKAKLAR VE ŞAİRLER
Mehmet Müfit için başka şairler de o sokaklarda yaşamıştır ve bu sokaklar fazlasıyla kötücül ve şiddet doludur. Halit Asım büyümeden öldürülürken Metin Altıok ve Behçet Aysan ateşin içine atılmış ve boğulmuş Mustafa Irgat’a kanser helvası yedirilmiştir.
Bütün bunlardan sonra Mehmet Müfit’in yazdığı şiir için hayat bildiği sokağı şiir ederken dünyaya bakışının da etkisiyle aynı sokağı şairlerin yaşadığı ya da uğradığı bir yer haline de getirmiş ve bunları yazmak için de epeyi bir zaman dünyayı ve kendini beklemiştir. Bu durumu yani uzun yalnızlığı ya da beklemeyi Tuğrul Tanyol gibi şiire ihanet olarak anlamaktan yana değiliz. (Bir tutkunun şairi, cumhuriyet, 23 Kasım 2016) Tersine bu uzun yalnızlığın ve yaşamanın hayata tutunmak kadar onu sokaktan başlayarak savunmakla geçtiğini söyleyeceğiz. Hayat ve onu yaşama arzusu her zaman şiirin önündedir.
Şiir de ya da yazının kendi de bir yaşama biçimidir de hayat ikisinden çok dünyada yaşanmaktadır ve yaşanmıştır. Mehmet Müfit kendini şiire uzak dünyaya yakın tuttuğu zamanlarda yaşamış ve daha sonra iki kitapla öylece bıraktığına tekrar dönerek o hayatı başka bir yaşama biçimi haline getirmiş yani yazmıştır, şiir etmiştir. Mehmet Müfit ve şiiri için en başta bu özgünlüktür.
Ruhu dünyanın ama en çok İstanbul’un sokaklarında dolansın.