Rıza Kıraç: Gelişmenin önünde duran güçtür burjuvazi

Temel olarak genel geçer ahlak yargılarına, ahlak söylemlerine, insanlar üzerinde kurulmaya çalışılan saçma sapan inançlara, siyasal ve kültürel baskılara karşı zaman zaman bir refleks yazını geliştirdiğimi fark ettim. Zaman zaman da çok bilinçli bir şekilde bunu estetize etmeye ve üzerine gitmeye çalışıyorum.

Google Haberlere Abone ol

“Londra’da Hoş Cinayet” kitabının yazarı Rıza Kıraç ile son romanını konuştuk. Kendisini anlatmasını istediğimizde, “İstanbul’da bir gecekondu mahallesinde doğup büyüyen ve hâlâ aynı mahallede yaşayan, o mahallede yaşayan yakınlarımın, komşularımın birer birer ölümüne tanık olan, ısrarla o sokakta yaşayan insanların hikâyelerini anlatmaya çalışan (hem sinemayla, hem yazıyla), elinden geldiğince de bunu estetik bir bütünlüğe oturtmaya çalışan bir adamım,” diye tarif eden Kıraç ile edebiyattan sinemaya, siyasetten medyaya birçok şey konuştuk.

Politik-polisiye bir türde kitap yazma fikri nereden çıktı?

İlk romanım “Cin Treni”nin de benzer bir derdi vardı. “Londra’da Hoş Cinayet” romanın çıkış noktası şuydu: Neler oluyor bize, nasıl bu hale geldik? Bunu polisiye bir romanla anlatabilir miyim kaygısıydı. Polisiyeyi fazlasıyla ciddiye alıyorum ama daha önce yazdıklarımı “yeraltı edebiyatı”na benzetenler var, “kara hikâyeler, romanlar” yazdığımı iddia edenler var. Temel olarak genel geçer ahlak yargılarına, ahlak söylemlerine, insanlar üzerinde kurulmaya çalışılan saçma sapan inançlara, siyasal ve kültürel baskılara karşı zaman zaman bir refleks yazını geliştirdiğimi fark ettim. Zaman zaman da çok bilinçli bir şekilde bunu estetize etmeye ve üzerine gitmeye çalışıyorum. “Londra’da Hoş Cinayeti”n politik- polisiye olmasının sebebi, biz insanların politik bir hayvan olmamızdan kaynaklanıyor! On altı- on yedi yaşımdan beri midem bulantısıyla Türkiye politikasını takip etmeye çalışıyorum. Düşündüklerimi, hissettiklerimi roman yazarak, öykü yazarak söylemeye çalışıyorum. Kanımca bütün romanlar ideolojik tavır alıştan dolayı politiktir ve içeriğinde şu ya da bu oranda polisiye olgular vardır. Aralarındaki fark, kiminin “sağ”a, kiminin “sol”a yaslanmasıdır.

Kitapta, güncel siyasete dair pek çok gönderme var. Gerçeğin, kurmaca içinde bu denli salınımına nasıl karar verdiniz?

Aslında romanda basbayağı fantastik öğeler de var, belki bir polisiye de olmaması gereken tilki ve güvercinler mesela. Tilki hikâyenin iz sürücüsü! Ama tam da Meryem’in romanda söylediği gibi şu anda bu ülkeyi yönetenlerin yönetemediğini ve yönetilenlerin de artık yönetilmek istemediği ön devrimci bir durum yaşadığımızı düşünüyorum. Bunun da romana sızmaması mümkün değildi. Bir yanıyla bu ön devrimci durum bugün başlamadı, belki ‘90’lı yıllardan miras kaldı, bilemiyorum. Mesela Zonguldak’taki Büyük Madenci Yürüyüşü boşuna bu kitabın içine girmedi. Orası bir kırılma noktasıydı. 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin, Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerin birer birer yıkılması, Stalinizmin güç kaybetmesi, yeni bir acımasız kapitalist ekonomi politikasının bütün dünyada hayata geçmesi Ortadoğu’nun ve bizim geleceğimizi belirledi. İşçi sınıfı bir önderlik tarafından yönlendirilebilseydi Türkiye’de Avrupa’da belki Dünya’da, bugün çok farklı şeyler konuşulacaktık. Tıpkı İngiltere’de olduğu gibi Türkiye’de de madenci grevinin yenilgiye uğramasıyla birlikte güç kaybetmeye başladık. Argümanlarımızın içini boşaltmaya çalıştılar, teorik gelişimimizi yeterince geliştiremedik, Avrupa devletleri kendi içinde bir denge kurarken biz geriye doğru gittik. Sol politikalarda bir “önderlik” yaratamadık, güçlü bir politik mücadele yaratamadık. O yüzden kitap aslında bugüne nasıl gelindiğini anlatıyor; nihai olarak bugünkü iktidarın saçmalıklarıyla uğraşıyoruz. Bu noktaya gelmemizde Demirel’den Ecevit’e, Mesut Yılmaz’dan Tansu Çiller’e Erbakan’a ve son yıllarda iktidarı bu kadar pervasızlaştıran, özellikle Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’ye kadar hepsinin vebali var. Biz gidip oy verdik onlar ülkeyi batırdı.

Kitaptaki karakterler güncel siyasetle ilgilenenler için fazlasıyla tanıdık gözüküyor. Etkilendiğiniz bir tarihi kişilik oldu mu?

kitap-kapak Londra'da Hoş Cinayet / Doğan Kitap

Her şey gözümüzün önünde olurken esinlendiğim tek bir isim olduğunu söylemek doğru olmaz. “Sadık İrfan”, gibi polis karakterler, “Meryem” gibi sol kültürden gelen karakterler fazlasıyla var çevremizde. Fakat romanda bunlar birçok karakterin birleşimi olarak tek bir karakterde vücut buldu. Kitabı okuyan birçok kişi “Bu tıpkı şuna benziyor, şu tıpkı ona benziyor” gibi şeyler söyledi ama karakterler sadece bir kişiden esinlenilerek ortaya çıkmadı. Türkiye’de bazı insanlar var, o insanlar her dönemin insanı oluyor! Nasıl oluyor bu? Arkalarında kirli bir gizli yapılanma oluşturduklarını düşünüyorum. “Sadık İrfan”ın da böyle bir gizli yapılanma mensubu bir insan olduğu düşüncesinden yola çıktım. Hani derler ya, “Hükümetler değişir, bürokratlar kalır,” diye, hükümetler düşer, yeniden kurulur ama bürokratlar sürekli yükselir. Bu bürokratik mekanizma cumhuriyet tarihinden beri hep varolagelen bir yapı. Hatta Osmanlı’dan devralınıp Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam ettiğini düşünüyorum.

Kitap, bir yanıyla Zonguldak’taki “Büyük Madenci Yürüyüşü”ne de odaklanıyor. Devrimcilerin o günkü inancını ve kaybedişlerini de hissediyoruz. Londra’da Hoş Cinayet, devrimciler için bir ağıt anlamı da taşıyor mu?

Ben ağıt adamı değilim! Elbette yaşadığımız acılara üzülüyorum, kahroluyorum ama ağıt yakmak benim politik tavır alışımda yok. Ama bu ülkenin milyonlarca insanı nasıl öfkeliyse ben de öfkeliyim. ‘90’ların başında çok ciddi bir işçi hareketi ve örgütlenme yaşadık. O örgütlenmeyi dağıtan Turgut Özal ve onun liberal prensleriydi. Tamam, solcular yanıldı, kaybetti! Evet, fakat liberaller arkalarında durduğu partiler, politikalar konusunda sürekli olarak yanıldı; o yüzden liberallerin oturup ağıt yakması gerektiğini düşünüyorum. Dini araç olarak kullanan İslamcı politikacılar ne kadar pisliğe batmışsa, bugün iktidarın hapse attığı ya da dışarıda olan liberallerin de aynı pisliğe battığını düşünüyorum. Yanlış anlamaya mahal vermemek için söyleyeyim bu kimse için teselli değil, olamaz da. Ama topyekûn kaybettiğimiz bazı değerler var, buna üzülmemek için İsviçre’de yaşamak gerekiyor!

“Payıma düşen beceriksizliği inkâr etmeden, biz devrimcilerden, solculardan daha büyük bir suçlu varsa hâlâ inatla söyleyeceğim şey, Türkiye burjuvazisinin gerçek suçlu olduğudur,” cümlesiyle ‘’sol’’a bir özeleştiri atfettiğiniz düşünülebilir mi?

“Sol”a özeleştiri atfediyorum tabi ki. “Sol” zaten durmadan o özeleştiriyi yapıyor. Fakat Türkiye’de burjuvazi bunu yapmıyor. Zaten o cümleden çıkarılması gereken sonuçta o. Türkiye Cumhuriyeti’nde gelişmenin önünde duran güçtür burjuvazi.

Türkiye’de gerçek anlamda bir burjuvazi var mı sizce?

Türkiye’de burjuvazi 70’lerden beri var fakat niteliği tartışılır. Bu ülkede burjuvazi, sürekli olarak devletle ve onun aygıtlarıyla organik bağlar taşıyan bir yapı. Bu yapı, devletle iş yapan ekonomiye de sahip. Karşısında ise işçi sendikaları mevcut doğal olarak ve burjuvazinin sendikalarla mücadele edebilmesi için devletlerden destek alması gerekiyordu. Bu desteği de hep kullandılar ve kullanıyorlar. ‘80’li yıllarda “Türkiye İşverenler Sendikası” başkanıydı sanırım Refik Baydur, “Bugüne kadar hep onlar güldü, şimdi sıra bizde,” demişti. “Onlar”dan kastı işçilerdi. Babam, Bomanti İplik Fabrikası’nda 30 yıl çalıştı ve sonrasında da evi geçindirmek, çocuklarını büyütebilmek için yıllarca seyyar satıcılık yaptı. Babam mı güldü, mahallemdeki işçiler mi güldü? Hepsi işçilikten kaynaklı mesleki hastalıklardan öldü. Emekli olduktan sonrada seyyar satıcılığa devam etti babam, son üç yıldır fabrikanın mirası olan kanserle mücadele ediyor. Bunun gibi o kadar çok örnek var ki. Mecliste yapamadıklarını 12 Eylül askeri darbesiyle hayata geçirdiler. Zaten 12 Eylül’de önce sendikalar kapatıldı, sonra taşeron işçilik geldi, devletin bütün kazanç sağlayan kurumları satıldı. Ama iktidar ne diyor şimdi, “şirket yönetir gibi devleti yöneteceğiz,” yani karşısına işçi sınıfını alıyor. Sonra taşeron işçileri, atanmayı bekleyen memurları silah olarak kullanıyor iktidar. Bir umut...

riza-kirac1

“Cemaatler arasındaki ittifak dağıldı ama hakkını teslim etmek gerek, bugüne kadar iyi geldiler. Aralarındaki iktidar savaşı kızışınca sosyalistler bir köşede seyirci durumuna düşecek,’’ cümlesiyle bugüne bir gönderme yaptığınız düşünülebilir mi?

Roman 2015 son aylarında bitmişti, şubat ayında yayıneviyle sözleşme yaptım, dolayısıyla bu satırları yazdığımda 15 Temmuz olayı yaşanmamıştı. 17/25 Aralık olayları biliniyordu tabi fakat kimse insanların sokaklara çıkıp birbirini katledeceği, hele hele ordunun içinde bunun bu şekilde olacağını tahmin etmemişti. Aslında tahmin edilebilirdi de yani. 28 Şubat e- muhtırası bunun bir işaretiydi çünkü. TSK, Fethullah Gülen ve diğer cemaatlerin de orduya sızmaya çalıştığını biliyordu. O sızmaya da bugünkü AKP’yi kuranlar destek verdi. İktidara geldikten sonra da desteğe devam ettiler. Türkiye’den beraber arpalandılar uzun süre, ortadaki para artınca da cemaat ve parti birbirine girmeye başladı. Bunlar yıllardır yazılıp çiziliyor, bilmek için müneccim olmaya gerek yok ama duymamak için sağır, kör olmak gerekiyor.

“İki-üç gazete kaldı, sesini azıcık çıkarana önce hükümet, sonra onun tetikçileri saldırıyor, ardından savcılar dava açıyor. Hayal edemeyeceğin bir biçimde herkes durumu kanıksadı,’’ derken siyaset ve medya arasındaki ilişkiyi tarihe not düştüğünüzü düşünüyor musunuz?

Bu romanın tarihe not düşmek gibi bir derdi yok. Ama yaşanan olaylar tarihe not düştü! Londra’da Hoş Cinayet’in hikâyesi aslında 2009 ile 2010 arasında geçiyor ve o günden bugüne Türkiye’de çok sayıda nitelikli insan işsiz kaldı, gazeteciler, televizyoncular, sinemacılar, edebiyatçılar. Hükümetin canını sıkan her haber suç oldu! Ama kültür dünyasını ele geçiremeyeceğini anlayınca iktidar, lağvetmeye karar verdi. Kültür onlar için oturup rahlenin önünde Kur’an okumak ya da mevlit okumak sadece. Bunun dışında bir kültürel birikimleri yok. Bugün “Havuz Medyası” diye adlandırılan medya şuna bakıyor, “Bu kişi muhalif mi, bizden mi, onlardan mı?” Onlar kim? Zaten, ortaya çıkan sanat ürünleriyle ilgili fikir beyan edecek melekeleri yok.

Dünya edebiyatında politik- polisiye kitaplar yazan yazarlarla bir ortaklığınız olduğunu düşünüyor musunuz?

Bunu söylemek benim işim değil ama sevdiğim yazar var elbette, Dashiel Hammett’in kafasını seviyorum. Ayyaş bir dedektif sosyetenin içine dalar ve burjuvaziyi ağır eleştirir. Patricia Highsmith’in romanlarını severim. John Le Carré , Georges Sinenon, Carlos Ruiz Zafón okuduğum az çok ne yazdığını bildiğim romancılar. Agatha Christie müthiş politik bir kadındır mesela. Çünkü romanlarında, İngiliz kurnazlığını çok iyi gösterir. İngiliz yaşam biçimini çok iyi eleştirir. Yaptığı temel şey insanların merak duygusunu kabartarak hikâyeyi takip etmelerini sağlamak, çoğu romanın sonunda da kahramanı bilgi, becerisiyle suçluyu bulup adalete teslim eder. Türkiyeli yazarlar da var elbette, Celil Oker, Ahmet Ümit, Nihan Taştekin ve henüz tek romanı yayımlanan İlyas Barut yazdıklarını severek okuduğum yazarlar.

Sinema üzerine kuramsal kitaplar yazan, yazdığı öykülerle ödüller alan, senaryo yazıp film çeken bir yönetmensiniz. Roman yazma fikri nereden çıktı?

Gençlik yıllarımda, 17-18 yaşlarında yazmaya çalıştım. 21 yaşında ilk romanımı bitirdim! Ama onun roman olduğunu sanıyormuşum! Sonra o romanı üç, dört kere yazdım. 1995 yılında sinema okumaya başladım. Aslında ilk yayımlanan yazılarım sinema eleştirileridir, o yüzden birçok kişi beni sadece sinema eleştirmeni olarak bilir. Sinemadan çok temel bir şey öğrendim; “Fazlalığa yer yok!” Bu kurguyla ilgili bir şeydir ve yazıyı da kapsıyordu. Yazar olmak için de iyi bir kurgucu olmak gerekiyor. Bu sadece olay akışı ile ilgili değil, cümle yapısıyla da ilgili. Londra’da Hoş Cinayeti’n sadece hikâyesinin değil kurgusunun güçlü olduğunu düşünüyorum. Başa dönersek; ilk aşkım yazmaktı. Film çekmeden yaşamayı becerebiliyorum ama roman, öykü yazmadan bazı şeylerle baş edebileceğimin garantisi yok. Daha sinema öğrencisi olduğum yıllarda bir öykü dosyam, roman yazma çabam vardı. Şimdi ikisi birbirini besliyor.