Berger'in ardından...
Berger'den öğrendiğiniz şeyler onun ustaca anlatısıyla bir şekilde yaşamınızda yer ediyor ve gerçekten bir değişime sebep oluyor. Berger, okuruyla iletişime geçiyor, onunla sanki birebir ilişki kuruyor.
Ölüm ile kayıp birinci dereceden yakınlarımızda olduğunda daha zor katlanılır olur genellikle. Ama bazen çok sevdiğimiz bir yazarı, şairi, müzisyeni kaybettiğimizde de benzer hisler oluşur içimizde. Berger’ı kaybettik ve benim için onu kaybetmek sözünü dinlediğim, hikâyelerinden beslendiğim, çok şey öğrendiğim, umutsuzluğa düştüğümde “zamanı” henüz gelmediği için işlerin böyle olduğuna beni ikna eden, bilge bir aile üyesini kaybetmek gibi oldu biraz.
Çünkü daha geçen haftalarda ülke gündemi yüzünden hiçbir şey yapmaya elim ayağım varmazken, masanın üzerinden bana bakan “Hoşbeş” kitabı sayesinde kendimi toparlamıştım ve o uzanmış dost eli şimdi yoktu.
John Berger’ın kaybettiği eşi Beverly Berger’ın ardından, oğlu Yves Berger’la birlikte yazdığı ağıt geldi aklıma, “Uçuşan Etekler” keşke onlar kadar yetenekli olsam da bir “ağıt” yazsam ama değilim. Ben bir okuru olarak ben de bıraktıklarını anımsayarak, anımsatarak, bir anlamda kendisine vefa borcumu ödemeye çalışacağım.
Ben de Türkiyeli birçok okuru gibi Berger’ı “Görme Biçimleri” kitabı ile tanıdım. Şimdi kitaba baktığımda sarı renkli bir kâğıda aldığım notlar duruyor karşımda. Şöyle yazmışım: “Düşündüklerimiz ve inandıklarımız, nesneleri görüşümüzü etkiler. Bakmak bir seçme işidir. İnsanın bir şeye dokunması demek kendisini o şeyle ilişkiye sokması demektir. Görüş ve görme iki yanlıdır, bir dağa baktığımızda onunda bize baktığını kabul etmemiz gerekir…” Notlar uzayıp gidiyor.
Ama bildiğim bir şey var ki o da bu notların alındığı yerde kalmadığı ve benim bu kitaptan sonra dünyaya sadece bakmadığım, “bir dağa baktığımda onunda bana baktığını” artık biliyorum, görmenin tek yönlü olmadığını kavrayabiliyorum.
Herhangi bir nesneye yüklediğim anlamın benim inançlarım, düşünüşlerim, biçimlendiğim kültürel edimlerle ve belleğimle anlam kazandığını hissediyorum diyebilirim ki Berger’ın izlerini taşıyorum.
Berger, bir “yetimler ittifakı” öneriyordu: “Gizli bir yetimler ittifakı öneririm. Birbirimize göz kırparız. Hiyerarşiyi reddederiz. Her türlü hiyerarşiyi. Dünyanın pisliğini olduğu gibi kabullenir, buna rağmen nasıl hayatta kaldığımıza dair hikâyeler paylaşırız. Münasebetsiziz biz kopuğuz. Evrendeki yıldızların yarısından fazlası hiçbir takım yıldıza ait olmayan yetim yıldızlardır. Takımyıldızların hepsinden daha fazla ışık verirler” (2016: 27). Ben buna kendimce “dünya yetimliği” demiştim. Çünkü bu yetimlik bana kalırsa dünya ile uyumsuzluktan, reddedişlerden kaynaklıydı. Berger’ın “yetimler ittifakı”nın bir parçası olduğumu aslında bu öneriyi duymadan fark etmiştim.
Halep ile ilgili savaş fotoğraflarına bakarken “Istırabın Fotoğrafları” (2015: 40-52) adlı denemesini hatırlamıştım daha geçtiğimiz haftalarda. Kim bu denemeyi okuduktan sonra o fotoğraflara bakıp hatırlamaz ki zaten.
Berger, Vietnam fotoğraflarının gazetelerde çarşaf çarşaf yer verilmesi üzerine düşünüyor ve soruyordu: “Bu fotoğrafların etkisi nedir?” Ve şöyle diyordu sonrasında: “Bu fotoğraflar bize bir yetersizlik duygusu verirler. Onlar için kullanılabilecek en uygun sıfat tutuklayıcıdır. Bizi yakalarlar. Bu fotoğraflara bakarken bir başkasının çektiği acının yaşandığı o an, içine alıp yutar bizi. İçimiz keder ya da öfke ile dolar. Keder başkasının acılarının bir kısmını yüklenir. Öfke eyleme ihtiyaç duyar. Fotoğraftaki andan kurtulup hayatlarımıza dönmeye çabalarız. Bunu yaparken karşıtlık öyle bir haldedir ki hayatımıza kaldığı yerden devam etmek, biraz önce gördüklerimiz karşısında umutsuzca yetersiz bir tepki olarak görülür.”
Hissettiğimiz tam da böyle bir şeydi evet. O yetersizlik duygusu, hiçbir şey yapamamanın verdiği derin keder, bizi “tutuklayıp”, “yakalayan” fotoğraf ânı, dönmeye çalıştığımız yaşamı bir daha aynı olmamacasına eksiltiyordu. Yetersizdi, çünkü artık hiçbir şey aynı değildi. İşte Berger’ın “yetimler ittifakı”na katılanlar bunu bilerek yaşamaya devam ederler ve söylediği gibi “dünyanın bütün pisliğini olduğu gibi kabullenir, buna rağmen nasıl hayatta kaldığımıza dair hikâyeler paylaşırlar.” Dünyanın kirini bile bile yaşamda kalmak ise gerçekten zahmetli bir iştir. Berger’dan kalan bir şey de budur okuruna bana kalırsa, tüm bunları “bilerek” yine de yaşamak için direnmek ve hikâyeler anlatmayı sürdürmek.
Berger’ın sevdiğim yanlarından birisi de okurken sizi işe dâhil etmesidir. Ne demek istiyorum? Okuyanlar hatırlayacaktır “Takım Elbise ve Fotoğraf” (2011: 50-58) adlı denemesinde yazar, takım elbise ve bedensel varlık arasındaki ilişkiyi August Sander fotoğrafları üzerinden inceliyordu. Oradaki orkestracılar fotoğrafını yorumlarken Berger okura bir deney yaptırıyordu. Beyaz bir kâğıtla önce yüzlerini kapattırıyor, sonra da bedenlerini kapatmamızı istiyordu. Böylece biz de Berger anlatısının bir parçası oluyor ve orkestradakilerin sınıfsal konumlarını ve bu durumun kıyafetle olan ilişkisini bir daha unutmamak üzere öğreniyorduk.
Bu anlamda Berger müthiş bir anlatı ustasıydı. Ondan öğrendiğiniz şeyler onun ustaca anlatısıyla bir şekilde yaşamınızda yer ediyordu ve gerçekten bir değişime sebep oluyordu. Berger, okuruyla iletişime geçiyordu, onunla sanki birebir ilişki kuruyordu. Dertlendiği şeyleri onlara geçirip bir “etkilenme” yaratıyordu. Sanırım onu önemli kılan yanlardan birisi de buydu.
Berger’ın edebiyatçı yönünden de bahsetmek gerekiyor elbette, “Onların Emeklerine” üçlemesindeki kurgu ve gözlem yeteneği oluşturduğu anlatı dönüp dönüp okuma isteği uyandıran kitaplar. Bu üçleme, “Domuz ve Toprak”, “Bir Zamanlar Europa’da” ve “Leylak ve Bayrak”tan oluşuyor. Berger’ın bu üçlemesi okuyanların hatırlayacağı gibi, köylülere odaklanmıştı. Köyündeki köylüyü, göç edeni ve kent içerisinde varoluş çabası veren köylüyü anlatmıştı Berger. Aşkı, kültür çatışmasını, farklı kültürler arasında kurulan ilişkiyi, kadını, erkeği, gecekonduları, yaşamı, ölümü betimlemişti. Öyle iyi betimlemişti ki örneğin; “Leylak ve Bayrak” kitabındaki “mavi ev” hâlâ zihnimin bir yerlerinde.
Ne zaman maviye boyanmış bir ev görsem Zsuzsa’yı ve amcasını ziyaret ettiği hapishanenin üzerindeki “devlet ceza ve ıslah merkezi” yazısını hatırlarım. Berger’ın bıraktığı izlerden birisi de budur ben de “mavi ev” yüzme havuzu için imal edilmiş olan, Dima Amca’nın boyayı çalarak özellikle maviye boyadığı o ev, zihnimin bir yerlerinde hep olacak sanırım.
“Her koşulda, deneyim kendi üstüne sarılır; içerdiği umut ve korkuyla, geçmişe ve ileriye doğru kendine atıfta bulunur; dilin kökeninde yatan metafora başvurursak, deneyim sürekli olarak benzer şeyleri benzemez şeylerle, küçük olan şeyleri büyük olan şeylerle, yakın olan şeyleri uzak olan şeylerle karşılaştırmaktır. Dolayısıyla, belirli bir deneyim ânına yaklaşma edimi hem dikkatle bakmayı hem de bağ kurma yetisini içerir.” Berger ile ilgili bahsedilmesi gereken bir yan da deneyime, hafızaya, yaşanmışlıklara verdiği önem.
Alıntı yaptığımız, “Hikâye Anlatıcı” (2014: 16) adlı metninde söyledikleri bu nedenle biraz da kendisini anlatıyor. O deneyimini şimdiyi anlamakta kullanan bir düşünürdü bu bakımdan, dünyaya dikkatle baktı, bağ kurdu, karşılaştırdı, dilin önemini her zaman belirtti ve okuruna aktardığı deneyimle var etti yazınını. “Yazma hareketi yineledikçe, onun deneyime yakınlaşma, deneyimin içine girme oranı artar. Eğer yazan kişi talihliyse, bu deneyimin içine girmenin meyvesi, anlama erişmek olur.” Diyordu aynı metinde, diyebiliriz ki o, deneyimin içine sonuna kadar girdi ve anlama erişti. Ortaya çıkan meyveden de tüm dünya lezzetli bir nasip aldı.
Edebiyata şiirle başlamış Berger, “Gökyüzü Mavi Siyah” adlı şiir kitabı daha geçtiğimiz yıl içerisinde buluştu okuruyla. O kitapta bir şiirinde şöyle söylüyor; “Bir gün derin derin dağları düşleyen biri, ertesi gün bir bürokratın sesiyle konuşur.” Berger bir bürokratın sesiyle hiç konuşmadı, okumalarımdan tanıdığım kadarıyla dağları düşleyen birisi oldu. “Hâlâ Marksistim” diyordu Yücel Göktürk ile yaptığı “İstanbul’dan gelen Telefon” adlı söyleşi kitabında.
Ortodoks Marksizmin tarih anlayışını sorunlu buluyor, Spinoza’yı önemsiyordu. Jacques Brel’i, Edith Piaf’ı ve Noir Désir’i filozoflar, yazarlar ve şairlerle birlikte anıyordu. Sigarayı bağımlılık değil, zevk olarak görüyor ve şöyle söylüyordu; “bir sigara bir nefes uzamıdır, bir parantez açar; sigara süresi bir parantezdir, eğer birisiyle paylaşılıyorsa, iki kişi aynı parantezdedir. Bir sahnenin perdesi gibidir sigara, sohbetin perdesini açar.” Berger böyle geçti hayatımızdan, dünyayı bilgece yorumladı, iyi hikâye anlatıcılardandı, bize dayanışma içinde beklemeyi ve umut etmekten vazgeçmemeyi salık verdi.
Son olarak şunu söyleyebilirim ki; kurduğun yetimler ittifakı dağılmayacak usta, biz münasebetsiz kopuklar, devam edeceğiz hiyerarşiyi reddetmeye, dünyanın tüm pisliklerini bilsek de hikâyeler anlatmaya devam edeceğiz.