'Kederimiz, adaletin tecelli etmemesi üzerine kurulu'
Başar Başarır ilk romanı Sibop ile okuyucularıyla buluştu. Başarır ile öyküden romana geçişini, adaleti ve Sibop'u konuştuk.
Nida Dinçtürk
Öyküleriyle Sait Faik Hikaye Armağanı ve Yunus Nadi Ödülü’ne layık bulunan Başar Başarır, ilk romanı “Sibop”ta, şehirdeki yapılaşmayı, popüler kültürü ve adalet algısını yeriyor.
Uzun yıllardır kaleminden öyküler okumaya alışık olduğumuz Başar Başarır, yazın hayatının 25’inci yılında okurlarına bir sürpriz yaptı ve 2017’nin ilk günlerinde ilk romanı “Sibop”u yayımladı.
Başarır’ın 10 öykü kitabının ardından gelen bu roman, Orhan adında, hayatı kaybetmeler üzerine kurulu, genç bir adamın kendini bir anda evli, inşaat çetelerinin arasında hukuk mücadelesi vermeye çalışırken buluşunu anlatıyor. Peki, sibop bu işin neresinde? Orhan’ın isminin önünde. Orhan; sürekli hava kaçıran, sönen misali... Yine de kaybedişiyle barışık, duruma pek itirazı yok, o ayrı. Bir o kadar egodan gerim gerim gerinenlerde, şişim şişim şişenlerde. Onlar da patlamak üzere ama kime ne?
Çoğunlukla Orhan’dan dinleme şerefine nail olduğumuz bu hikâye, akıcı bir anlatım, muzip bir üslup ama en önemlisi leziz bir argo içeriyor. Başarır, keyifli kelime oyunlarının yanı sıra özellikle son zamanlarda gündelik dilde bilinçsizce kullandığımız manasız sözcüklerimizi öyle güzel toparlayıp aralara serpiştiriyor ki yakalandıkça yüzümüz kızarıyor.
“Sibop” absürd algılansa da esasında şehirdeki canavarca yapılaşmaya, her geçen gün ivme kazanan popüler kültür girdabına, en çok da yaldızları dökülmüş bulunan adalet kavramına şahane laflar hazırlamış, detaylarda oldukça güçlü bir kitap. Satır aralarında dostlara selam duracak kadar vefalı, senelerin Cihangir’ine milyonluk harabeler diyecek kadar koca yürekli.
Başar Başarır ile klasik bir edebiyat konuşması olarak tabii ki öyküden romana geçişi, popüler kültür, yapılaşma ve adalet meselelerindeki fikirlerini konuştuğumuz söyleşimize buyurun...
Öyküden romana geçiş sizin için nasıl gerçekleşti? Bu, hep varmak istediğiniz bir yer miydi, yazı mı sizi buraya getirdi?
Hiç aklımda olan bir şey değildi. İçimden de geçmiyordu. Öykü yazmaktan başka bir şey hiç düşünmedim. Ama olaylar gelişti ve işte bugün buradayız. Yazı böyle bir şey işte. Bazen kaçıp saklanıyor. Bazen de beklenmedik bir şekilde ortaya çıkıp insanı hiç hesapta olmayan yerlere götürebiliyor. Dolayısıyla sorunuza yanıtım, b şıkkı.
Sibop’un kapağını açtığımızda bizi evvela zengin bir “içindekiler” bölümü karşılıyor. Romanın her bir bölümü, bir öykü başlığıyla ayrıştırılmış gibi. Romanı bu kadar bölümlendirmek, romana geçişte size kolaylık sağlayan ya da peşinizi bırakmayan bir yöntem miydi?
Eski bir alışkanlık diyelim. Kurgusal açıdan da bir kolaylık sağlıyor başı sonu belli bölümler halinde yazmak. Duruma göre montaj masasına oturup takdim tehir yapabiliyorsunuz. Çift hikâyeli, paralel bir kurguda bölümleri kes- yapıştır ile kendi aralarında yeniden hizalayabilmek önemli bir konfor. Okurun gözünden bakıldığında ise takibi zorlaştırıyor olabilir. Ama olay akışını kavradıktan sonra, bağımsız bölümleri parça parça okuyabilmek, farklı seslerin ve perspektiflerin içine girebilmek için faydalı olabilir diye düşündüm. Sonuç olarak üç yılda yazılmış bir metinden söz ediyoruz burada. Dolayısıyla da yol boyunca çok şey değişiyor, bazı şeyler öne çıkarken, bazı karakterler gölgede kalabiliyor.
Dönem dönem bunun acısını hissettim, ama ne yapalım, elden gelen bu oldu. Umalım ki meramını anlatan, duygusunu geçiren bir metin çıkmış olsun ortaya. Benim hissiyatımı sorarsanız, son baktığımda memnun kalktım başından. “Randıman aldım” diyebilirim bu bol yamalı yapıdan.
Orhan son zamanlarda gördüğümüz, en başarılı antikahramanlardan. Bir antikahraman yaratmak sizin için nasıl bir deneyimdi?
İtiraf ediyorum, zor olmadı. Bu topraklar çok münbittir bu konuda. Tarlamızda esasen bu ürün yetişir, ulusal mahsülümüz de bundan başka bir şey değildir. Çevrenize bir bakın. Eminim bolca hayal prensleri ve anti-kahramanlarla doludur hayatınız. Telli dosyalarla gezen, gerçekleşmemiş “proce”ler için hiç durmadan yakınan ve bir de “büyük” kaybetmiş olmakla övünen şahsiyetlerle çevriliyiz. Hayat bize ondan beklediklerimizi vermiyor. Asla vermiyor. Zaten başka türlü saçma olurdu. Hayat budur. Onun yerine daha çok bir zımpara kağıdı tutuşturuyor elimize. Onunla da pürüzlü mazilerimizi cilalayıp, parlatıyoruz.
Romanın baş kahramanı Orhan’ın bu açıdan herhangi bir ayrıcalığı yok. Çok özel bir karakter de değil. Beklentilerini, hayatında gördüğü eksiklikleri dürüst bir biçimde kabulleniyor. Kendisine, ailesine ve yaşadığı topluma karşı da son derece acımasız. Gaddar denebilecek ölçüde eleştirel, gerçekçi. Fakat onun da hayalci bir tarafı var. Bir “şey” olmak değil de, bir “şey” yapmak arzusunda. İstiyor ama araya giren, üstelik de sık sık giren, öğretilmiş çıkarcılıklarıyla yüzleşmeksizin takılıp gidiyor.
Orhan’ın Cihangir’de ikamet eden bir bohem oluşunun yanı sıra popüler kültüre dair eleştirileriniz dikkat çekiyor. Herkesin aynı beğeni ve ideallerle var olduğu bu katman için neler düşünüyorsunuz?
Doğal ve masum buluyorum. Günümüz dünyasında herkes bir avuntunun peşinde. Az önceki sorunuzdan devamla, üst ilkelerin, ana prensiplerin, vazgeçilmez değerlerin yokluğunda ortaya çıkan ahlaki vakumu doldurmak son derece zor. Bunun insanımıza getirdiği de az buz bir manevi yük değildir. Neyse ki türümüz son derece adaptif, kendini önemseyen ve savunan bir yaradılışa sahip. Bu cephaneyle direnmeye çalışıyor hemen herkes. Öte yandan maddi sıkıntılar da bir yetersizlik sarmalı yaratıyor geniş kitleler için. Bu ağır şartlar altında ezilirken bireyler kendilerine nefes alanı açacak arayışlar içinde.
Sosyal sınıf ve statüsüne göre artık bu “kocişle kahvaltı keyfi” olarak da tebarüz edebiliyor, “ben bu sabah 7,5 kilometre koştum” şeklinde de. Aynı, benzer, yeknesak dışavurumlar dahi olsa, bunları küçüksemek kimsenin haddi değildir. Öznel bakış açımızda çevremizde olup bitenleri banal bulabiliriz, ancak yargılamaya kalkışmak, indirgemeci yaklaşımlarla değersizleştirmek falan bana ters.
Sibop bir yandan İstanbul’daki yapılaşma kirliliğine de güzel ‘laflar hazırlamış’. Yaşadığımız yerleri böylesine hoyratça mahvedişimiz insanlığın neresine sığıyor?
Bilemiyorum. Bana sığmıyor gibi geliyor. O yüzden de elden, dilden geldikçe koydum bunları romanın içine. Kim bilir, belki de yanılıyoruzdur. Ancak benim uygarlık algım kentsel değerleri korumak ve yüceltmek gerektiği yönündedir. Aksine bir gidişin bugünkü topluma mutsuzluk, gelecek kuşaklara da enkaz olarak geri döneceğini görüyorum. Elbette ki değişim, dönüşüm engellenemez. Hiçbir şey değişmesin, her şey olduğu gibi kalsın, denemez. Bu tarihin bize öğrettiklerinin zıttıdır. Gelgelim toptan bir giydirme, düşünceyi ve zekayı dışlayan ben yaptım oldular eldeki değerlerin, zaten güdük kalmış kentsel yaşam kültürünün katliamından başka sonuç vaad etmiyor. Benim durduğum nokta bu.
Orhan, cüppesini duvara asmış bir avukat olarak şahane hak, hukuk ve adalet yergilerinde bulunuyor. Toplum bazında adaleti tartışmak artık zaten abesle iştigal fakat bireysel bazda da bu olguları bu kadar hızlı harcıyor oluşumuzu siz neye bağlıyorsunuz?
Adalet doğu toplumları için çok önemli bir kavramdır. Fransız devriminin “özgürlük” çığlığı batılı bir sestir. Bizde ve bizim gibi uygarlıklarda genellikle yükselen ses adalet ister. Dünyevi ve uhrevi adalet umudunun çemseinde serinletiriz bütün kızgınlıklarımızı, endişelerimizi. Ümidimiz adaletin tecelli etmesi, kederimiz ise etmemesi üzerine kuruludur. Şimdi bu kadar temel bir kavramın aşınması bana çok tehlikeli gibi geliyor. Bu çerçeveden bakıldığında birbirimize karşı adil olmamayı aklımızdan bile geçirmememiz gerekir. Ne var ki güncel gelişmeler çok başka sinyaller veriyor. Kantarın topuzu olması gereken yerde değil, hatta çok uzakta. Bir noktada tekrar olması gereken yere gelecektir belki de. Edebiyat daha ne yapabilir ki? Bakar, görür, söyler. Hepsi bu kadar.
ROMAN YAZMAYI BİR KEZ DAHA DENEYECEĞİM
Orhan’la Aslı’nın ‘feysbuk’ üzerinden başlayan ilişkileri ve kitabın devamında bu mecraya ilişkin iğnelemeler de dikkat çekici. Bu yeni iletişim biçimi, insanların buna adapte oluşu, size ne hissettiriyor?
Sosyal medya mutluluğu şimdilik herkese iyi geliyor. Şöyle yedim içtim, böyle gezdim dolaştım, aman ne kadar da iyi ve güzel yaşıyorum. Aynı zamanda çok akıllı ve yaratıcıyım, her şeyden haberdarım, herkesten önce ben paylaştım filan. Bunlar böyle. Söylenecek fazla söz yok. Bekleyip göreceğiz. Benim tek şikayetim yeni kuşakların, gençlerin bu işler yüzünden okuma alışkanlığını tamamen kaybetmesi olabilir. Telefon ekranlarındaki o renkli dünya ile beyaz kağıda kara yazıyla dizilmiş satırların rekabeti çok eşitsiz gelişiyor. Halbuki okuma alışkanlığı sadece hayatın erken döneminde kazanılabilen bir meziyettir.
Treni bir kez kaçırdınız mı, ondan sonra geçmiş olsun. Teknolojik cihazları ve getirdikleri imkanlarsa bekleyebilir. Yetmiş yaşında bir teyzenin bir sosyal medya sitesinde profil açıp etkileşime girmesi hiç de zor değildir oysa. Hepimizin ailesinde vardır böyle hikayeler. Ama bugün tüm değerli zamanını çevrimi içi geçiren genç kuşaklar, yaş ilerleyince “paylaşacak” ne bulacak, merak ediyorum doğrusu.
Bir taraftan her biri öykü etkisinde, çok iyi fotoğraflar çektiğinizi de biliyoruz. Bu kareler sizi yazma sürecinizde besliyor mu?
Fotoğraf büyük bir tutku. Duygusal olarak da çok tatmin edici bir uğraş. Edebiyatın yanında fotoğrafın imkan ve kolaylıkları büyük bir cazibe merkezi olarak duruyor. Hiçbir şey yazamazsam elime makineyi alıp ağaçları çekiyorum. Bir de belge merakı var. Şu sokağın 2017 ocak ayındaki görüntüsü bir daha geri gelmeyecek bir manzaradır. Seneye orada kimbilir neler olacak. Yüzyıllara tur bindiren bir gücü var fotoğrafın. Görüntüyle birlikte duygu ve atmosferi de hafızaya alıyorsunuz. Biriktirmek için çok değerli, hatırlamak içinse mükemmel bir yardımcı. Beslenmek, yardım almak? Evet, doğrudur ama çok dolaylı bir şekilde.
Bundan sonraki çalışmalarınızda öykünün yeri ne olacak?
Öykünün yeri daima baş köşede. Ama yazabilecek miyim, onu da zaman gösterecek. Şimdi yeni bir dünyaya girdim. Sanırım roman yazmayı bir kez daha deneyeceğim öncelikle.