Zülfü Livaneli: Yazarken canım çok yandı...
Zülfü Livaneli ile son romanı Huzursuzluk hakkında konuştuk. Livaneli "okur, romanın hikayesini sürdürecek, kafasında kaybetmeyecek hem de o yoğunluk ve derinlik duygusunu yitirmeyecek. Onu yapabilmek çok zor" dedi.
Anıl Mert Özsoy
İnsanların acıdan ve kederden soluksuz kalıp, kelamlarda derman bulamadığı topraklarda hikaye anlatıcıları o sessiz evlerin kapılarını açan birer anahtara dönüşürler. Zülfü Livaneli de Türkiye’nin anahtarlarından biridir. Bildiği tüm türlerde hikayelerimizi anlatmaya çalıştığı, acıları görmezden gelmediği, onlara dokunmaktan korkmadığı için.
Livaneli’nin son romanı “Huzursuzluk” yakın zamanda Güneydoğu’nun sınırboylarında tanık olduğumuz, kısa sürede yaralılarını aramızda bulduğumuz ve çok geçmeden bizlerin de yaralananlar arasına karıştığımız kanlı savaşın izlerini sürüyor. Ezidi kızı Meleknaz’ın İbrahim’le ve sonrasında Hüseyin’le kesişen hikayesi, göz yumduğumuz duyguları yüreğimizde hissetmemize vesile oluyor.
Livaneli, hepimizi “sizler” ve “bizler” diye ayıranlara inat, bir süredir içimizde adını koyamadığımız, tanımlayamadığımız o huzursuzluğa kelimeleriyle dokunuyor. Bizleri hikayelerde buluşturuyor. İsimlerin, kimliklerin hatta renklerin hükümlerini bir kenara itiyor.
OHAL nedeniyle afişlerinin metrolara asılması yasaklanmasına ve henüz tanıtımı yapılmamasına rağmen ilk baskısı hızla tükenen “Huzursuzluk”u konuşmak üzere Zülfü Livaneli’yle bir araya geldik. Yeni kitap ve gelen tepkiler onu o kadar heyecanlandırmış ki henüz kayıt cihazının düğmesine basamadan, sıra sorulara gelmeden, içtenlikle kendiliğinden anlatmaya başladı...
Huzursuzluk kısa ve katmanlı bir metin olarak dikkat çekiyor. Yazma süreciniz nasıldı?
Bu formatı ben çok severim. 100 – 120 sayfa, maksimum 180 sayfaya kadar olan kitaplar. Mesela benim çocukluğumun en sevdiğim hikayelerinden birisi olan İhtiyar Balıkçı, Hemingway yahut Kafka’nın Değişimi gibi... Novella böyle bir şey. Kısa roman ya da uzun hikaye gibi. Bunu gevşek yazsan çok daha uzatmak mümkündü fakat o zaman yoğunluğu gidiyor bu işin. Bu kitapta ilginç bir teknik kullandım. Değişik kişilerin açılarından yansıtılıyor hikaye...
Bir tek, her şeyi bilen bir anlatıcı anlatmıyor, olayın tanıklarından sorarak öğreniliyor. Ve gerçek öyle parça parça birleştirilerek bütünleştiriliyor. Bunun için de kronoloji bozuluyor. Marquez’in, Virgina Woolf’un çok yaptığı bir şey bu. Dolayısıyla, bu tekniği çok sevdiğim için bu sefer böyle bir teknikle yazdım.
Kolay yazılmadı, zor yazıldı. Okuyucular sağolsunlar bir çırpıda okuduklarını yazıyor, “elimize aldık ve bitirdik” diyorlar. Ama bu yemek gibi. Yemeği oturup yiyorsunuz, hoşunuza da gidiyor ama tabii ki onun hazırlama süresi yeme süresiyle aynı değil. Büyük bir emek var mutfakta.
Ama sizin bu bahsettiğiniz oyunlu anlatıma rağmen okur, romanda kaybolmuyor.
Evet. Hem okur, romanın hikayesini sürdürecek, kafasında kaybetmeyecek hem de o yoğunluk ve derinlik duygusunu yitirmeyecek. Onu yapabilmek çok zor. Bütün anlatıcıların kendine ait bir dille anlatıyor olması, gazetecinin, Süryani papazının, Ezidilerin, Hüseyin’in kızkardeşi Aysel’in, Mardinlilerin başka bir dil kullanması ilginç bir şey yaratıyor. Hayat gibi. Hepimizin dili aynı değil, hepimiz ayrı ayrı konuşuyoruz. Hele bölge farklılıkları falan olunca... Beni çok uğraştıran, üzerinde çok çalıştığım bir roman oldu. Yazarken de bittiği zaman da mutlu eden bir kitap oldu. Şimdi de okuyucu tepkileri öyle geliyor. O beni çok sevindiriyor.
YAZARKEN CANIM ÇOK YANDI
Bir de acıyı bütünüyle ele alan, hem çok taze hem de evrensel bir sızıya parmak basan bir roman. Yazarken sizin hisleriniz neydi?
Canımı çok yaktı ama yazmasam ne olacaktı? Gene canımız yanıyor bu olanlara. Ama yazarken en azından şunu söylüyorsunuz: Hiç olmazsa bu sessiz çığlıkları önce ülkeye, ülkenin okurlarına, sonra dünyaya duyurma olanağım var. Ufacık da olsa bir işe yaradığınız hissine kapılıyorsunuz. O da tabii güzel bir şey. Şu anda bu insanların, mesela bu romanda Ezidilerin o sessiz çığlığını, başına gelenleri anlatıyorum duygusu bir nevi teselli oluyor. Yoksa yazarken ben de çok acı çektim sahiden. Bu Meleknaz karakteri beni baya sarstı. Ve tabii orada yalınkat olmayan daha derin düşünceler... merhameti reddetmesi ilginç bir şey. Merhamet gösterilmesini, acınmasını, bundan dolayı kendisine yardım edilmesini istememesi...
Çünkü artık öyle şeyler görmüşler ki acının ötesine de geçmiş o insanlar. Yaşadıkları olaylardan sonra artık bizim gibi insanlar olmaktan çıkmışlar. Eskiden savaş romanlarında da çok rastlanırdı, iki-üç gün cepheye dönen gazeteci döner, onu koca kitap olarak da anlatır ama hakikaten İkinci Dünya Savaşı’nda falan askerlik yapmış, savaşmış ve oranın dehşetini yaşamış olan askerler ömür boyu susarlar. O kadar acıdır ki çünkü gerçek, anlatamazlar.
'BEN BİR İNSANDIM'
Hüseyin’in ölmeden önce söylediği “ben bir insandım” cümlesinin altını siz nasıl dolduruyorsunuz?
Bu sözü romanın ortalarında da duyuyoruz. Nergis söylüyor. Daha sonra anlıyoruz ki Nergis bunu Meleknaz’a söylemiş. Meleknaz da Hüseyin’e söylüyor ve Hüseyin de ölürken bu lafı söylüyor. Sonuçta aynı noktada birleşiyorlar. Roman biraz da şunu anlatıyor: Bireylerin ve kim olduğunun, tek tek insan kimliğinin bir öneminin kalmadığı bir çağdayız. Kategorik kimliklerle düşünülüyor. Çünkü öyle acı bir ironi var ki burada, IŞİD’in “bu gavur oldu, Ezidi kızla beraber oldu” diye gidip vurduğu, öldürmeye çalıştığı, Allah düşmanı, İslam düşmanı olarak gördüğü bu adamı Amerika’da da ırkçılar “işte bu Müslüman” diye vuruyorlar. Çünkü bizim kimliklerimiz yok artık. Kendi kişiliklerimiz, düşüncelerimiz, duygularımız yok.
Sadece nasıl bir pasaport taşıyoruz, nasıl bir kimlik taşıyoruz? Ben bir insandım, meselesi benim bütün romanlarımdaki temel mesaj. İnsana insan gibi bakmak... Galiba en zor şey bu. Hiçbir zaman insana insan gibi bakamıyoruz. Hep etiketlerle bakıyoruz. Oysa insanlar aynı biyolojik koşullarda dünyanın herhangi bir köşesinde doğuyor. Doğduktan sonra ona içinde bulunduğu kültüre göre bir isim veriyorlar. "İşte senin dinin bu," diyorlar, ananın babanın dini neyse o. Milliyetin de o. "Şu renkteki bayrak senin," diyorlar. Ondan sonra, “sen bunlar uğruna öleceksin, ölmeye hazır yaşayacaksın” diyorlar.
Bunu sadece biz mi yapıyoruz?
Hayır. Herkes yapıyor. Bütün dünyanın yönetilmesi buna dayanıyor. Yani çocuk tesadüfen Midilli adasında doğsa, Yunanistan adına gelip ne kadar Türk öldürsem sevaptır diyecek. Beş yüz metre berisinde Ayvalık’ta doğunca aynı şeyi karşı tarafa yapıyor. Kadın-erkek ayrımını da böyle aşamıyoruz zaten. Özellikle erkekler insan gibi görmüyor, ayrı bir yaratık olarak algılıyor. Halbuki o da acı çeken, üzülen, korkan, acıları olan bir biyolojik varlık.
Koşullar ne olursa olsun acının büyüğü hep kadınlara düşüyor. Nergisler, Meleknazlar, Zilanlar, Ayseller, Safiyeler... milyonlarcayız. Neden acının tüm yükü kadınların omzuna biniyor?
Kadının nesneleştirilmesi çok eski bir yanlışlık. Ortadoğu’da da sürüp giden bir şey. Dünyada genel olarak da kadınlara bir baskı var. Çünkü erkekler, aslında düzeni sarsan çılgın atılışlarla dünyayı ileri götürmeye çalışan, kadınlar ise düzeni koruyan... İnsanlığı devam ettiren kadınlar. Erkeklerin çılgınlıklarına rağmen. Fakat niye Ortadoğu’da özellikle İslam dünyasında bu kadın bu kadar sorun oluyor? Bu kadar örtünmek, örtünmemek, evden çıkmak, çıkmamak...
Niye bu kadar saklanma ihtiyacında?
Bunun hem dini hem biyolojik sebepleri var galiba. Konstantiniyye Oteli romanında şöyle bir şey anlatmıştım: Bir gün bir mümin geliyor Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye diyor ki “İmam Efendi neden bir erkek dört kadın alabiliyor da bir kadın dört erkek alamıyor?” Tamam, dinde kural böyle de bunun mantıklı izahı nedir, diyor. İmam Hanefi düşünüyor, bulamıyor. Kızı da “Müsaade edersen ben cevap vereyim mi baba” diyor. Gayet basit, diyor, çünkü eğer bir erkek dört kadın alıyorsa bütün çocukların anası babası bellidir. Ama tersi olur, bir kadın dört erkekle evlenirse çocukların babaları belli olmaz, diyor.
Peki, babalık müessesesi neden bu kadar önemli?
Çünkü Müslümanlık babadan geçer. Yahudilik anadan geçer. Hristiyanlığı da koymak lazım tabii. Bütün dünya kültürlerinde din anneden geçer ve çocuğun anneden doğması da biyolojik bir olaydır. Kimden doğduğunu görüyorsun. Dolayısıyla annenin dininden bir şüphen olamayacağına göre diyorsun ki bu çocuk Yahudi’dir. Allah’a karşı çocuğun diniyle ilgili bir yalan söylememiş oluyorsun. Ama Müslümanlık babadan geçtiği için din, eğer mesela baba Müslüman değilse, gizlice bir takım işler olmuş da o çocuk başka dinden birisinden olmuşsa Allah’a karşı bir kere çocuğun doğuşunda yalan söylüyorsun. Bunun çaresi ne? Kadını sarıp sarmalamak, kimseye göstermemek kafes altında kilitli tutmak. Aslında İslam’da kadın meselesinin dayandığı nokta burası.
Hüseyin’in annesi üzerinden ülkedeki müminlerin aslında IŞİD katliamının farkında olmadığı iması da önemli bir detay. Ulusal yayınların yetersiz kaldığı bu dönemde, gerçekleri nasıl anlatacağız, yanlış anlaşılmaları nasıl düzelteceğiz?
Evet, orada Hüseyin’in annesinin tavrı aslında doğal bir tavır. Çünkü burası, ezici çoğunlukla bir Müslüman ülkesi. Fakat bu kadar yoğun yaşanan Müslümanlık değişik bir Müslümanlık. Bizde Hüseyin’in annesi haklı çünkü bilinen, hepimizin çocukluğunda, yetiştiğimiz evlerde gördüğümüz bir Müslümanlık ve Müslümanlık uygulamaları var. Kitapta da bunu anlattım. Bu da nedir? Hoşgörülü, ahlaklı, şiddete bulaşmayan, suç işlemeyen ve iyi insan olmayı öğütleyen bir İslam. Şimdi bütün bunlardan sonra o dua eden, Kur’an okuyan, namaz kılan, ‘ben de Müslümanım’ diyen kadın o kafaları kesenlerin Müslüman oluşunu haklı olarak kavrayamıyor. Biz Anadolu’da daha masum bir Müslümanlık yaşadık bugüne kadar. Araplardaki o harese kavramıyla anlattığım Müslümanlığı biz görmedik.
Kitapta Mevlana'nın bir sözünden bahsediyorsunuz mesela 'İyiliğin ve kötülüğün ötesinde bir yer var, seninle orada buluşacağız.' Yine bundan önceki romanlarınızdan bir tanesinde cezaevindeki bir kuştan bahsediyorsunuz. Bu kitapta da Angelina Jolie'ye bir gönderme yapıyorsunuz.
Böyle bir durumda, umut yerine sahte umut diyelim buna. Sahte umut vermek yanlış oluyor. Ben bu temayı epey işledim, iyi dikkat etmişsin kitaplarımda. Çünkü burada bir yardım, bir umut yok. Tam tersine, “hayat böyle yaşanmayabilirdi” duygusunu uyandırıyorsun. Bu bizim çektiklerimiz normal değil, bambaşka hayatlar var duygusunu uyandırıp gösteriyorsun. Bunu gösterdikten sonra insanların acıları, “biz niye bunları çekiyoruz” diye katmerleniyor. Çünkü o sahte bir umut, ufacık bir şey.
İbrahim'in gazeteciliği üzerinden de kitapta çok güzel yergiler var. Günümüz şartlarında basın organlarının durumunu ve duruşlarını siz nasıl görüyorsunuz?
Basının içinde 25-30 yılımı geçirmiş biri olarak, söyleyeceklerim basına bir saldırı değil, biraz özeleştiri gibi de anlaşılmalı, yani içeriden de gördüm. Fakat bugün dünyaya bakıyorsunuz, “post truth” dönemi diyorlar. Özellikle Trump geldikten sonra. Şık bir laf. Kapitalizmin her şeyi ambalajlayıp cicili bicili, güzel renklerin içinde satma duygusuna ve alışkanlığına uygun bir şey. Post truth; gerçek ötesi, gerçek sonrası dönem. Bir kere böyle bir deyimin olması sahtekârlıktır, manipülasyondur, yalancılıktır.
Bu zaten yeni bir şey değil ki, sen bunu zaten yapıyordun. Amerika'da basın bunu yapmıyor muydu? Dünyada basın büyük ölçüde bunu yapmıyor muydu? Basın, iki tarafı olan bir kılıç tabii. Basın olmasa bu siyasetçilerin işlediği suçlar daha çok artar ve gizli kalır. Hiçbir şey ortaya çıkmaz, hem mali suçlar hem de diğerleri...
Onun için tabii basını baskı altına almaya çalışıyorlar. Ve bugün artık çarpıtma öyle düzeylere geldi ki özellikle Türkiye'de insanların kafaları karman çorman, aşureye dönmüş durumda. Bütün kavramlar iç içe sokulmuş, kimi birine diyor 'sen Kemalist PKK’lısın', öbürü diyor 'sen FETÖ’cü PKK Kemalist’sin'... bilmem ne. Kim kime neyi oturtacak belli değil. Mesela Fransa'da nasyonalizm denilince bir tek kelime anlaşılır, bir tek kelime vardır çünkü. Bizde şimdi bir de eski ve yeni dil var ya, milliyetçi deyince belli bir yere mensup oluyorsun, ulusalcı deyince başka bir yere... Bunun bir manası yok ki, bunu bir yabancıya anlatamazsın... Ben şimdi, bir MHP’liyle bir ulusalcı, bir solcu arkadaşı çevireceğim diyelim…
Bu ne, diyecek nasyonalist, diyeceğim. Öbürü ne, diyecek e o da nasyonalist. E nasıl bir fark var? Biri sağcı biri solcu. Nasıl oluyor bu? Kavramlarla bu kadar oynarsan referans noktaları kayboluyor. Deniz fenerleri lazım ya da elimizde pusula olacak. Ama bunların hepsini bu şekle getirdiğin zaman, oradan oraya savruluyoruz gidiyoruz. Yani, Türkiye'de kavram kalmadı.
YARIN: BATI İKİ YÜZLÜLÜK YAPIYOR