'Umut vermekle görevliyiz!'
Haluk İnancı’nın üçüncü romanı "Aşkın Yedi Menzili" İletişim Yayınları’ndan çıktı. İnanıcı’nın tarihi olaylar ve karakterler üzerinden özgün bir bir hikâye anlattığı roman, savaş, iktidar, adalet ve din olgularına dair irdelemeleriyle de dikkat çekiyor.
Haluk İnanıcı son romanı “Aşkın Yedi Menzili”nde, Anadolu coğrafyasının geçmişine dair leziz ve derin bir yolculuk vaat ediyor. Tarihi olayları ve karakterleri kerteriz alarak özgün bir kurgu oluşturan İnanıcı, merceğini Babai İsyanı’na ve bu isyanın etkilediği kişilerin akıbetine yaklaştırıyor. Bu tarihi anlatı, yeni bir üslup denemesiyle de dikkat çekiyor.
Bugünkü Anadolu coğrafyasının şekillenmesine de ciddi etkileri bulunan bu dönemi İnanıcı, 7 bölümde, 7 şehir ve 7 karakter üzerinden anlatıyor. İnanıcı, bu 7 şehre gerçekleştirdiği ziyaretleri de buradan yayımladığı yazılarla anlatıyor, romanla ilişkilerini anlatarak okuruyla interaktif bir bağ kurmayı deniyor.
Beşeri ve ilahi aşkın da birer karaktermişçesine azametle karşımıza çıktığı kitap, savaş, iktidar, adalet ve din olgusuna dair kuvvetli sorgulamalara vesile oluyor.
"Aşkın Yedi Menzili"ni Haluk İnanıcı’nın kendisinden dinleyelim.
Haluk Bey siz aslında tarihi karakterlerden faydalanarak bir tarihi roman kurguluyorsunuz. Bu o kadar da kolay bir iş değil. Önce siz nelerden beslendiniz nasıl okumalar yaptınız oları nasıl bir araya getirdiniz sizin için nasıl gelişti o süreç?
Okumayı seven birisiyim. Bir şekilde 13. yy’a merak sardım ve okuma yaparken kaynakların çok az olduğunu gördüm. O kaynaklardan gördüklerim ve o döneme ilişkin çalışmalar merakımı tahrik etti. Sonrasında da kendimi böyle bir 5 yıllık roman yazma serüveninin içerisinde buldum.
Bazı olaylardan çok etkilendim. Mesela Babai Ayaklanması’nın bastırılış biçimi beni çok etkiledi. Bir Selçuklu ordusu, ellerinde kılıç kalkan olan insanların karşısına çıkıyor ve onları yok ediyor. Yok eden ordunun içinde Hristiyanlar var, Latin formalarıyla paralı Frank askerleri var. Türkmenleri öldürüyorlar. Bu, edebi anlamda anlatılmalı diye düşündüm.
Bilimsel kaynaklar arasında da bu konuyu objektif biçimde anlatan çok az. 12-13. yy’daki bu olay ve bunu takip eden olaylar, Anadolu’nun şekillenmesine ve bugünkü bütün sorunlarının kökenine kaynaklık ediyor. Bunu bir yerde anlatmalısın ey yazar, dedim kendime. Burada insani bir öz var. O öz işlenmeye muhtaç, dedim.
Böylece karakterler, olayın örgüsü o dönemin içine girdiğim zaman şekillenmeye başladı. Sonra başka bir sorun vardı. Bunu nasıl anlatacaksınız? O karanlığın içine girip onların ruhunu hissettirmemiz gerektiğini düşündüm. O dönemin edebi eserlerinden yararlanmayı düşündüm. Orada hala bizim için tınısı olan, yaşayan kelimelerle karşılaştım. Bugün belki de o döneme göre daha ilkel, daha kısır bir dile mahkum olduğumuzu gördüm. Bir uslüp denemesi yaptım.
Sanki divan edebiyatı hissi veriyormuş gibi serbest vezinle bir mısra düzeni tutturmaya çalıştım. Dolayısıyla kahramanların sürekli konuşarak, yazarak hareket ettiği değil, o destan kültürü içerisindeki ruhu yansıtarak nazım ve nesir arasında küçük bir denge kurmaya çalıştım. Büyük Fars edebiyatının içimize girmiş tınılarını yeniden keşfetmek istedim. Ben kendi adıma çok keyif aldım uğraşırken. Böylece bu roman çıktı ortaya.
Peki, o dönemde sizin ilginizi cezbeden şey neydi?
Kendimi profesyonel yazar olarak görmediğim için genelde bana dokunan konuları yazıyorum. O dönemin iktidarına karşı dini düşünce içerisinde şekillenen muhalif düşüncenin, mücadele kültürünün bozguna uğraması, bugünkü tarihimizin de o bozgun sonunda şekillenmesi, bana ilginç geldi.
Bir de o savaş sahneleri, Tanrı’nın emriyle hareket ettiğini düşünen hükümdarların insanlara yaptığı zulümler... bunların edebiyatı olmalı diye düşündüm. Doğu kültüründe bunların edebiyatı fazla yok. Neden yok? Çünkü dini kontrol eden iktidarın dışında farklı bir şey söyleyemezsiniz. Belki bugün bir şeye hakaret etmeden, ona duyulan saygıyı zedeleme amacı olmadan, hepsinin içindeki insani özü aramaya yönelik edebiyatta da çabalar olabileceğini düşündüm.
Romanda 7 ayrı karakter, 7 ayrı şehir ve 7 ayrı bölüm var. Bu 7 şehri neye göre seçtiniz?
Tamamen tesadüf. Başlangıçta romanımın 7’li bir düzeneğe oturması hiç aklıma gelmedi. Bu daha sonra editoryal aşamada editörümle konuşmalarım sırasında zühur etti. Mesela, romandaki 7’inci bölüm sonradan eklendi. Sonra baktım ki o 7 bölümde 7 tane karakter var. Sonra baktım ki o 7 bölümde kendiliğinden 7 şehir oluşmuş. Bu "7" ifadesi romanın adına zorla talip oldu.
'EN KOLAY İKTİDAR YOLU, İNSANLARI BİRBİRİNE DÜŞÜRMEK'
Roman bittikten sonra bu 7 şehri yeniden ziyaret edeceğinizi belirtmiştiniz. O ziyaretler gerçekleşti mi? Sizde hangi duyguları uyandırdı? Bir de bu ziyaretlerinizi anlattığınız yazılarını yayımlıyorsunuz sanırım?
Romanım bittikten sonra bu 7 şehri ziyaret ettim. Romandan önce görmediğim yerler vardı. Kafamda da bazı sorular: acaba gördükten sonra beni değiştirecek, romanı değiştirecek etkiler uyanır mı? O ziyaretlerden sonra romanda çok fazla değişiklik olmadı.
Sadece Amasya Kalesi ziyaretimde, -Amasya Kalesi Baba İlyas’ın öldürülerek asıldığı bir kaledir- gözümde canlandırmaya çalıştım: hangi burçlara asmışlardır adamı? Babailer nasıl saldırıp alırlar o kaleyi? Koskoca, dağın yamacında bir kale. Kılıçla kalkanla. Sonra o kaledeki komutanın, Gıyaseddin Keyhüsrev’in en güvendiği komutanının ölüm korkusuyla nasıl en yüksek burca kadar tırmandığını gözümde canlandırdım. O canlandırmalar esnasında romana küçük etkiler oldu.
Onun dışında çok büyük bir etki olmadı ama artık şehirleri farklı gezdiğimi fark ettim. Benim için çok özel bir deney oldu. Tarih yeniden gözünüzde canlanıyor. Roman yeniden canlanıyor. Ben bu gezilerle çok keyif aldım ve yazdığım yazılar çok farklı bir türde oldu. Umarım okur da romanın web sitesinde okur ve keyif alır.
Birçok farklı ırkın, mezhebin bir arada yaşadığı bu topraklar nasıl böylesine bir nefret coğrafyasına dönüşebildi sizce?
Maalesef iktidar kavramının temelinde hükmetmek, kendisine karşı gelinmemesini sağlamak, alanını ne kadar genişletebilirse o kadar genişletmek var. Bunun için iktidar her türlü vasıtadan yararlanıyor. Biz tarihten biliyoruz ki bütün devletler dini kullanmış. O dönemde de iktidar toplulukların, halkların, dini grupların arasına zaman zaman nifak sokarak, zaman zaman onları sadece kendisinin yönetebileceği izlenimi uyandırıp sanki birlikteliği
sağlıyormuş gibi yaparak bazen de sağlayarak iktidarını sürdürmüş. Ama en kolay iktidar sürdürme yolu, insanları birbirine düşürerek iktidar sağlamak. Tarihte bunu görüyoruz.
Romanın geçtiği dönem Anadolu Selçuklu Devleti’nin zirvesinde olduğu yıllar, Alaadin Keykubat dönemi. O iktidarı sağlamanın, her yere hükmetmenin aracı kılıç ve ölüm. Halbuki romanda görüyoruz ki o dönemde bu topraklarda Hıristiyan, Müslüman, iktidarın bu hesaplarıyla hiç uğraşmayan, ilgilenmeyen, sadece dostluk, sevgi, merhamet, aşk içinde, mutlu topluluklar halinde yaşayan insanlar olmuş. Hatta onlar birbirleriyle dayanışma içine girmiş.
Romanın bize hissettirdiği şey, Hıristiyanlığın ya da Müslümanlığın bu dünyada insani yaşamak için bir engel teşkil etmediği, o dinlerin yorumlanış tarzlarından kaynaklanan sıkıntılar olduğu… Savaş hiç eksik olmadı bu topraklarda. Hele şimdi romanın geçtiği bölgeleri bir düşünürsek...
800 yılda hiç mi bir şey değişmedi yani? Bu mezhepsel, etnik çatışmaların hiçbir şeyi çözmediğini, Doğu’yu sürekli tükettiğini görüyoruz. Belki romanım bir nebze onun ilacının ne olduğunu düşünme üzerine davettir.
Siz bizlerin yeniden bir arada durabileceğine inanıyor musunuz? Nasıl gerçekleşir bu durum?
O inanç zaten bu romanı yazdırdı. Akademik edebiyatçılar, edebiyatın amacı yoktur, der. Bana göre edebiyatın büyük bir görevi var. Edebiyat, bize umudumuzu tazeleyecek nefes almamızı sağlayacak, düşünsel, imgelemsel duygusal koridorlar açmalı. Korkunç bir çağda yaşıyoruz, belki her dönem böyleydi. Dönem dönem yoğunlaşıyor, dönem dönem azalıyor. O zaman Moğol vahşeti deniyordu.
Peki, bu dönem kimin vahşeti? Bir savaşta bir milyon insan ölüyor. Moğolların Anadolu’da kestiği insan sayısının on katı sadece Irak’ta bir savaşta Batılılar tarafından yok edildi. Her zaman olumlu şeyler anlatılmaz edebiyatta ama anlattığınız şey ne olursa olsun umut vermeli. Benim romanımın okura bugün bu yaşanan gergin ortamdan kendisini çıkartarak geçmiş dönemin üzerinde bir ufak gezinti yaparak o dönem insanlarının yaşadıkları sıkıntıları, zorlukları, güzellikleri hissettirerek bir umut koridoru açabilmesi, yazar olarak en büyük arzum.
'BÜTÜN DUYGULAR AŞKTAN NEŞET EDİYOR'
Aşkın 7 Menzili'nde kadın karakterlerin güçlü duruşu da çok dikkat çekiyor. Aşk, birbirini hırpalamak için kullanılan bir silah olmaktan çıkınca ortada cinsi ayrım ya da güçlü-zayıf ayrımı kalmıyor galiba?
Önce romandaki iki kadın karakterden bahsedeyim. Güçlü kadınlar. Bu, yazarın tercihi. Ama o güçlü kadınlar aynı zamanda gerçeğin farklı boyutlarını temsil ediyorlar. Birisi, gücünü iktidardan, kocasından alan bir sultan. Örneğin, Hümeysa dönemin okuyan, aydın bir kadını hatta romanda görüyoruz, silahlı kadın müfrezelerine katılıyor. Ama öte yanda da bir eli kelamın içinde. Hakikat bilgisini arayan, o tutkunun sarhoş ettiği bir genç kadın.
Bir başka genç kadın Makedonya’nın dağlarında Heretik Hıristiyan düşüncesi diyebileceğimiz, iktidarın dinine karşı farklı bir Hıristiyanlık dini peşinden koşan, hakkın adaletin çok basit kurallar etrafında şekillendiği insan topluluklarının temsilcisi olan bir Hıristiyan öğretmen.
Şimdi, üç kadın kahramanın yaşadığı aşklar da birbirinden farklı ama belki o kahramanların izinde biz de onlarla birlikte yolculuk yaparken hepsini birleştiren ortak yanın aşk olduğunu keşfediyoruz. Bence aşk bütün duyguların anası. Bütün diğer duygular ondan neşet ediyor. O zaman belki aşkın ve ondan doğan diğer duyguların bu kötü dünyayı iyileştirebileceğini ummamız gerekiyor.
Belki de elimizde başka bir silahımız yok. İnsanları bölerek, onları birbirleriyle çarpıştırarak iktidarın kendi varlığını sürdürmesi belki ancak bu duygusal dünyayı keşfetmekle önlenebilir. Çünkü bilimsel olduğunu söyleyen hareketler buna dur diyemedi. Hep kazanan iktidar oldu, hep kazanan kötü oldu. Yazar olarak benim bu romanda söyleyebileceğim tek şey, hepsinin panzehiri aşk.
İlahi aşkın doğduğu topraklar bugün birçok kadın ölümüne, dayağa ve tecavüze tanıklık ediyor. Bu geçiş, bugün içinde bulunulan durum size neler hissettiriyor?
Bu romanda 800 yıl önce, kadına eziyet etmeyen, kadın- erkek ayrımı yapmayan insan toplulukları olduğunu görüyoruz. Örneğin Babailer, Heretik Hıristiyanlar arasında kadın-erkek ayrımı diye bir şey yok. Aslında kadın-erkek ayrımını tahrik eden, onları birbirine düşman etmeye çalışan şey, iktidarın kendisi. En küçük iktidardan, en büyük iktidara kadar.
Ben bunları, bir modern evlilik tarzının kökenini oluşturduğunu düşünüyorum. Bu sadece bir his, bilimsel bir tespit değil. Hem de toplumdaki siyasi ilişkilerin iktidar biçimi modelinde, yani yöneten- yönetilenler ayrımı çerçevesinde şekillenmesinde görüyorum. Örneğin benim romanımda geçen topluluklar, birlikte üretip birlikte yiyorlar. Birlikte çamaşır yıkayıp çocuklarına birlikte bakıyorlar. Bunlar arasında böyle şeyler görmüyoruz. Bu sadece benim romanımda olduğu için değil, kayıtlarda da böyle.
Yani, bu topraklarda eşitlikçi toplumlar yaşamış. Demek ki eşitlikçi yaşama tarzı iktidarı eritiyor, topluma dağıtıyor ya da iktidar merkezlerini yontuyor. E o zaman bugünkü şiddet türü bütün uygulamaları, ister kadın ister çocuk ister birbirimize uyguladığımız şiddet bazında tüm bunları ortadan kaldıracak şey, bu eşitlikçi yaşam denemelerinde neden olmuyor böyle şeyler de o toplumların dışında farklı toplum biçimlerinde oluyor? Bunu belki düşünmemiz gerekiyor.
Siz aşka hangi boyutuyla inanıyorsunuz? Beşeri mi ilahi mi?
Aşk öyle bir duygudur ki insan nasıl anlatırsa anlatsın yaşadığı şeyi tam ifade edemez. Ama şunu bilir: farklı şeyler yaşamıştır. Hatta her aşk bir başkasından farklıdır. Her birinde farklı şeyler yaşanır. Onun için romanımda “her aşk, her aşık her başka aşıkında başka bir haldedir” diye bir deyim geçiyor. Her aşk bu farklı halleri bize hissettirir. Ama onu anlatamayız. Anlat dediğinizde hep eksik kalır bir şeyler. İşte o da aşkın ulvi yanı. Yani o ulvi yan, o anlatılamayan şeyi ifade eder. Dolayısıyla benim aşkım bir bütün aşk. O aşkın içinde anlatılamayan bir takım şeyler var.
'AŞK SONSUZLUK İÇİNDE BİR KAVRAM'
Aşkı aşk yapan şeyin hasret olduğu söylenir. Kavuşunca aşk olmazmış ya bu da bir yolculuk romanı olduğu için soruyorum: gidilen yere varınca biter mi hikaye?
Benim romanımda aşk aslında tükenmiyor. Aşk aslında bir süreç. İster aşkı somut bir aşk hedefine ilerleyen, 7 menzili aşan bir aşk olarak düşünelim istersek başka aşklar içinde devam eden bir süreç olarak düşünelim. Aşk, yaşadığımız tekil aşklardan farklı, onu da içeren ama çok daha farklı gelişmiş bir süreç. Her aşk başka bir aşk içinde gelişiyor, demleniyor. Olgunluk denen şey de böyle ortaya çıkıyor. Benim aşkla ilgili söyleyebileceklerim bunlar. Bu nedenle aşk yaşlanmıyor, aşkın zamanı yok. Belki de aşkı sonsuz yapan da bu. Aşk sonsuzluk içinde bir kavram. Çünkü siz nereye kadar uzanırsanız oraya kadar gidiyorsunuz ve sonu olmayan bir süreç.
Aşkla yolculuğu özdeşleştirir misiniz yoksa aşk kök salmak mıdır?
Tekil aşklarda kök salmak mümkün aslında ama aşk böyle özgür bir varlık. Hiçbir yere sığmıyor. Onun için aşkı elde ettiğinde sona eriyor. Aşk gelişmek istiyor, sona ermiyor. Başka yerlere kucak açmak istiyor. Olgun insanların, yaşadıkları aşk içinde kendilerinin de olgunlaştığını, her aşkın başka bir aşka ihtiyaç doğurduğunu hissetmesi gerekiyor. Biz bunu hissedip birbirimizi özgür kılacağımıza ihanet gibi aşkla hiç alakası olmayan kavramlarla onu kontrol altına almaya çalışıyoruz. E bu mümkün değil. Bunun için de böyle magazinel olaylarla karşılaşıyoruz.
Basın hukukuna senelerini vermiş bir hukukçu olarak sizin, bugün işini tutkuyla yapmaya çalışan onca gazetecinin tutukluluğu karşısında söylemek istediğiniz bir şeyler vardır diye düşünüyorum.
Demin edebiyatın görevinin bize umut vermesi gerektiğini söylerken de biraz ondan bahsettim. Mesela böyle bir dönemde adam niye böyle bir roman yazıyor? Şu anda sözün bittiği günlerdeyiz.
Her gün televizyonu açtığımızda birbirine zulmeden bir yapı görüyoruz. Sürekli birbirimize kızan bağıran zulmeden kötülüğe "oh olsun" diyebilen bir topluma doğru dönüşme süreci geçiriyoruz. Sadece Türkiye mi? İşte Amerika başkanı başa geldi, birdenbire dünyayı bir karabasan sardı. Ama orada onu kontrol edecek mekanizmalar var. Bir süre sonra dünyada belki böyle kontrol mekanizmaları da kalmayacak.
5 yaşında bir çocuğun sahile sürüklenmiş cesedini görüyoruz, bir milletvekilinin tutuklandığını görüyoruz, 140 gazetecinin içeride olduğunu görüyorsunuz, kolunda kelepçeyle doktor muayenesine götürülen tutuklular görüyorsunuz. Zaten bunları hukukla ifade edebileceğimiz noktayı çoktan aşmış durumdayız.
Hep şu geçiyor aklımdan: Bu kadar zulme değer mi? Nedir sonucunda? İnsanların birlikte yaşayacakları bir toplum. Tamam, birileri daha fazla kazansın, razıyız. Ahlaki bir sınır da koymayın kardeşim ama çevreye, insana, doğaya zarar vermeden bir formül bulsunlar. Belki şimdi edebiyatın daha çok konuşması gerekiyor. Bir şiir okuyarak karşı çıkmamız gerekiyor zulme. Umarım toplum olarak, insanlık olarak umudumuzu tümüyle yitireceğimiz bir aşamaya sürüklenmeyiz.