William Saroyan’ın anılarla yoğrulmuş öyküleri
William Saroyan'ın öykülerini bir araya getirdiği kitap 'Aram Derler Adıma' ismiyle Türkçe olarak okurlarla buluştu. Kitap, yazarın çocukluk yıllarına, aile, okul ve komşulardan ibaret çevresine dair gözlemlerine dayanıyor.
DUVAR - Amerikalı yazar William Saroyan'ın öykülerinden oluşan, 'Aram Derler Adıma' yeni Türkçe çevirisiyle geçtiğimiz günlerde Aras yayıncılık tarafından, İrma Dolanoğlu Çimen, Ohannes Kılıçdağı tercümesi ile basıldı. Kitap, Bitlis’ten Amerika’ya göç etmiş bir ailenin çocuğu olan yazarın, Aram Karaoğlanyan adlı bir çocuk üzerinden anlattığı, anılarla yoğrulmuş öykülerden oluşuyor.
HAYLAZ ÇOCUKLAR, HIRÇIN BÜYÜKLER
"Aram Derler Adıma" gündelik yaşamın içerisinden, çok kültürlü bir ortamdan çocuk olmanın tüm neşesi ve haylazlığı ile sesleniyor okura. Saroyan’ın öykülerinde çocukluk ve çocuklar daha kaygısız, oyun peşinde, yaramazlık yapan, okul kıran karakterler olarak ifadesini bulurken, büyükler ve yaşlılar biraz daha hırçın olarak anlatılmış.
Bu da normal bir durum çünkü ailenin büyüklerinin belleği kuşkusuz Aram’ın ve akraba çocuklarının hafızası gibi değil çünkü onlar geçmişten getirilen acıları, içe atılmış hatıralarla yoğrulmuş bir yaşamı taşıyorlar bana kalırsa. Ancak tüm bunlara rağmen olayların çocuk gözüyle anlatılması nedeniyle sanırım öykülerde, gülümseten durum bir şekilde var etmiş kendisini.
SAROYAN İNSANI ANLATIYOR
Saroyan’ın anlatım biçimi, yaşanılan yerin görüntüsünü zihinde canlandırıyor. Üslûbu okuru bir şekilde anlatılana dâhil eden bir yan içeriyor. Bu anlamda yaşamın doğallığında akıp giden bir biçimden de söz edilebilir. Öykülerde diyaloglar epey yer tutuyor. Bu anlatım okurda bir muhabbetin ortasına düşmüş ve ona tanıklık ediyor hissi yaratıyor.
Saroyan insanı anlatıyor, olduğu gibi insanı, abartmadan, kahramanlaştırmadan, varlığıyla, yokluğuyla, üzüntüleriyle, sevinçleriyle. Bilge yaşlılar, hafif "kırık" akrabalar, anlattıkları ne olursa olsun aynı "kıssadan hisse" çıkartmayı başaran büyükanneler, çocukların kendi dillerinden daha çok bir başka dile mesela, İngilizceye yönelmesinin gizli sızısını çeken göçmen ihtiyarlar ve en çok da çocuklar.
Yazar, bir ailenin farklı yaştan ve karakterden bireyleriyle, Amerika’da var olma çabası veren göçmenlere çeviriyor yüzümüzü, tüm kaygılarıyla, özlemleriyle, uzaklıklarıyla…
İFADENİN TERSİNE ANLAMI
William Saroyan’ın öykülerinin duygusu gelgitli bir durum yaratıyor. Bazen istemsizce gülümseten, bazen de gözleri dolduruveren. Bu anlatı dilini tanımlamak zor, bir ad koyamam belki de koymak gerekmez, bazı şeylerin tanımı yok. Tuhaf bir tadı var dilin ekşimtırak yani ne sonuna kadar keder ne sonuna kadar neşe hissi veriyor.
Farklı duyguları aynı anda çağıran bir dil. İfade edilenin tersine gönderme yapıyor sanki. Üzüntü mutluluğa, mutluluk üzüntüye çağırabiliyor. Bu hissiyata yansıyor, bir boşluk var sanki dilin suskunluğunda gizlenmiş, tam olarak ifade edilememiş bir yan var.
Öykülerde beni en çok yakalayan durum da bu oldu. Buna kesin bir kelime bulamıyorum ancak ifadenin tersine anlamı gibi bir durumdan söz edebilirim.
'ZAVALLI BAĞRI YANIK ARAP'
Kitapta üzerimde en çok etkisi sürecek öykü "Zavallı Bağrı Yanık Arap" adlı öykü olacak sanırım. Aram’ın dayısı Hosrov’un kahvehanede tanıştıkları tahmin edilen Arap Halil ile ilişkisinin anlatıldığı öykü bu. Öyküde Halil ve Hosrov bir araya geldiklerinde konuşmuyorlar, kurdukları ilişkinin dayandığı ortak nokta "zavallı ve bağrı yanık yetimler" olmak.
Hosrov’un ve Halil’in dilsiz ilişkisinin nedeni de bu bence. Kelimelerin yetersiz kaldığı yer, dilin suskunluğunun bir anlatı hâline getirdiği yer. Dilin hep imkânlarından bahsedilirken bu öyküde aslında dilin imkânsızlığı yerini bulmuş. Konuşmadan anlaşan iki insan arasındaki etkileşimi sağlayan ortak geçmiş, özlem, uzaklık, kavuşamama ve yabancılık hissi belki de. Dile gelmeyenin, sessizliğe gömülü kalanın, suskun ifadesi bu. Sessizliğin bir dile dönüşmesi. Öyküdeki şu cümlelerle ifade edilen: "Bazı insanlar bir şey anlatmak istediklerinde konuşurlar, bazılarının bir şey anlatmak için konuşmaya ihtiyaçları yoktur."
Bu öyküdeki karşılaşma mekânı olan kahvehaneden de söz etmemiz gerek. Araks Kahvehanesi anlaşıldığı kadarıyla Ermenilerin daha çok gittiği ancak memleketini hatırlayan ve seven insanların bir araya geldiği yer olarak tasvir edilmiş. Mekân önemli çünkü nerede olduğumuzun ayırdına varmamızda kıymetli bir unsur.
Bulunduğumuz yer anıların harekete geçmesinde ve geçmişin şimdide inşa edilmesinde etkili. Bu öyküde kahvehane tam da bu işlevi yerine getiriyor bana kalırsa. Orada oynanan tavla, edilen muhabbet, kendine benzer insanlarla karşılaşma imkânı, hasreti çekilenin şimdide ifade edilmesine sebep oluyor. İşte burada yolları kesişen Hosrov ve Halil için de bu mekânın böyle bir anlamı vardı belki de. Çünkü bir karşılaşma mekânı geçmişi çağırır, yabancılık hissini azaltabilir, benzer yaşanmışlıklar, ortak geçmişin hissiyatı böyle bir yerde teselli olanağı sunabilir.
Bu öykünün en büyük duygusu da yabancılık benim fikrimce. Yabancı sadece kendisine yakın hissettiği ilişki ortamında kendisini güvende hissedebilir. Çünkü güven duygusu yabancının, farklı hissedenin, öteki olarak tanımlanmış olanın hiç kutulamadığı bir duygudur.
Hosrov ve Halil’in ilişkisinin temeli bana kalırsa bu güven duygusu ile de yakından ilişkili. Yabancılık sonsuz bir boşluk hissi. Hiçbir zaman ait hissedememe, hep arada kalmışlık duygusuyla yaşama zorunluluğu. Dilin tutukluğu, anlamın donukluğu. Arap Halil öldüğünde, Hosrov’un Aram’ın onunla ilgili sorularına bir türlü cevap vermemesi nedeniyle, Aram’ın şu cümlelerle ifade ettiği durum da sanırım bununla ilgili; "Dayım çaresizlik içinde, anneme, ben sana demedim mi gibilerinden işaret etti. Bu hareketiyle, ‘işte gör, senin oğlun, benim de yeğenim.Kendi canımdan, kendi kanımdan. Anlıyor musun? Biz hepimiz zavallı bağrı yanık yetimleriz. O hariç,’ demek ister gibiydi."
Aram Amerika’da doğmuştu bu nedenle dayı Hosrov, onu bir şekilde oralı olarak görüyor ve hissettiğini belki de hiç anlamayacağını düşünüyordu. Çünkü yabancılık hissi, o yerli olmamak duygusu en yakınına bile el olmayı getirebilir ki Hosrov’un tavrının anlamı buydu benim düşünceme göre.
Saroyan’ın öyküleri insanın üzerinde çoğul duygular bırakıyor. Bir çocuğun gözünden yaşama bakmayı sağlarken, göçmenleri, zorunlu yaşamlarını, geçmeyen yabancılık duygusunu, yersiz yurtsuzluğu tüm bunlara rağmen hayalleri olan insanları; gençleri, yaşlıları anlatısına taşımış. "Aram Derler Adıma" okunduktan sonra üzerine düşünülecek bir kitap, anlatılanın ardında bir tepe daha var ve sanki güneşi görmek için o tepeye tırmanmak gerekiyor. Tüm o basitçe anlatılan, anlatılamayan bir yan da barındırıyor gibi en azından benim hissiyatım bu yönde.