Antik Dünya'nın kadın şairleri
Antik Yunan kadın şairler neler yazdı? Antik Yunan'da şair kadınların şiirleri hangi bağlamdaydı?
“Bil ki anımsayacaklar bizi sonra da”
Sappho
Ahmet Türkan
Antik Çağ uzun süre boyunca insanlık tarihinin “altın zamanı” olarak görüldü. Gökyüzüne yükselen mermer sütunlar, özenle tasarlanmış yüksek sanat eseri heykeller, incelikle işlenmiş duvar resimleri, büyük felsefi yapılar, ticaret, destanlar, kahramanlık hikâyeleri, demokrasi ve hız kazanan bilim, görkemli bir dünyayı oluşturan yapı taşlarıydı. Kadın için o kadar da görkemli olmayan bir dünyaydı bu. Kadının, televizyonlarda ve beyaz perdede gördüğümüz kadar özgür bir dünyası yoktu ve dolayısıyla sesi çok uzağa ulaşmıyordu. Komedyaların ya da tragedyaların bir parçası olarak karşımıza çıkıyordu, destanlarda kutsal görevler üstleniyordu, kutsallığın dişil yanını temsil ediyordu, güzelliği üzerine şiirler, şarkılar yazılıyordu ve bunları söyleyenlerin, tasarlayanların ya da okuyanların neredeyse tamamı erkekti. Kadın, erkekler tarafından konuşturuldu ve dolayısıyla erkek aklın bir imgesi olarak tarih, edebiyat ve diğer aktarım araçlarında yerini aldı. Her zaman olduğu gibi istisnalar oldu ve bunlar -her istisna gibi- alışılmışa bir çelme, tekdüzeliğin üstünde gözü inatla kendine çeken bir renk gibi durdu; tıpkı kadim zamanların üç kadın şairi Sappho, Erinna ve Sulpicia gibi. Onlar kendi hikâyelerini kendi sesleri, dizeleri ve müzikleriyle anlattılar.
Sappho, Antik Çağ’da yaşamış olan kadın şairlerin en ünlüsüdür. İskenderiyeli bilginler onu gelmiş geçmiş en büyük on lirik şair arasında göstermiş, Sappho ise yaşamı süresince yaklaşık 10.000 dize şiir yazmış ancak bunlardan yalnızca 650 dizesi günümüze kadar ulaşabilmiştir. Hayatı ile ilgili kapsamlı bilgiye ulaşmak çok güç olmakla birlikte, elimizde olan bilgiler de sonraki dönemde yazılan eserlerin ikinci ağızdan aktarımlarıdır.
MÖ 630’ların başlarında, Lesbos adasındaki Mytilere’de doğdu Sappho. Aristokrat bir ailenin çocuğuydu (antik dönemden günümüze kalan bir avuç kadın şairin tamamı gibi). Ovidius’a göre babası öldüğünde henüz yedi yaşındaydı ve şiirlerinde de bahsettiği Erigios, Larikhos, Kharaksos isminde, kentin önemli memuriyetlerinde görev yapan üç erkek kardeşi vardı. Lesbos’taki bir iç karışıklıktan dolayı MÖ 600 civarlarında ailesiyle birlikte Sicilya’ya göçmek zorunda kaldığı hayatı hakkındaki ayrıntılar arasındadır. Sappho’nun MÖ 570 yılına kadar şiir yazdığı tahmin edilmektedir. Bu süre içerisinde Androslu Kerkylas ile bir evliliği olduğu ve bu evlilikten Kleis adında bir kız çocuğunun meydana geldiği ise sadece bir tahmindir. Bazı yorumcular Kleis’in Sappho’nun çırağı ve hatta sevgilisi olduğunu öne sürmektedir. Başka bir söylenceye göre ise imkânsız aşkı sandalcı Phaon’a kavuşamadığı için Yunanistan’ın doğu kıyısındaki Lefkada Kayalıkları’ndan atlayarak intihar etmiştir.
Neden bilmiyorum “Ulaşmaya kalkmam göğe iki karış boyumla” dizesi hep bu sahneyi hatırlatır bana. Çaresizlikle öz farkındalık arasında gidip gelen bu söz, Sappho’nun sadece aşk şiirleri yazan bir şair olmadığını da göstermektedir. Eusebius’un onun hakkında “en verimli dönemi” dediği MÖ 600 – 590 yılları arasında tüm Akdeniz Dünyası da toplumsal bir dönüşümü yaşıyordu. Bölgenin gelişen ticaret ve kolonileşme hareketleriyle birlikte kazandığı refah, sanat, edebiyat, felsefe ve bilimde de yankı bulmuştu. Sappho’nun kendisi de bu toplumun bir ürünüydü, sıra dışı bir ürünü.
Eski Yunan toplumunda aristokrat bir ailenin kızı olmak pek çok noktada ayrıcalıklı olmak anlamına gelse de toplumun diğer sınıflarındaki kadınlardan daha özgür olmak anlamına gelmiyordu. Belki büyük şölenlerde, yemeklerde boy gösterebiliyorlardı, okuma yazma biliyor, iyi de bir eğitim alıyorlardı ancak bunun yanında onlar da genç yaşta evlendiriliyor ve kendilerinden “koca”nın mutlak otoritesi altına girmeleri bekleniyordu. Çoğu zaman eşlerini seçme hakları yoktu. Evlilikler türlü çıkarların korunması adına bir koz olarak kullanılıyordu ve işte bu yüzden, seslerini duyurabilecek herhangi bir araca sahip oldukları anda bu hoşnutsuzluğu dışarı vurmaktan çekinmiyorlardı. Düğün şarkılarından oluşan betiğinde, bir gelin için şöyle yazar Sappho:
“Dağlarda, çobanların ayakları altında çiğnedikleri sümbül gibi şimdi erguvan, düşüyor yere” (Frg. 113)
Onu şiirleri kadar ön plana çıkaran bir başka şey de cinsel kimliği üzerinde gerçekleştirilen tartışmalardır. Bir kısım araştırmacı, şiirlerinden ve bazı klasik kaynaklardan yola çıkarak Sappho’nun eşcinsel olduğunu öne sürmüştür. Hatta bu savla bir sembol haline gelmiş, doğup büyüdüğü Lesbos Adası’ndan da “Lezbiyen” (Lesboi, Lesboslu) kavramı türetilmiştir. Bir şiirinde şöyle yazmıştır kendisi de:
“Ah Sappho, dedi giderken,
Nedir başımıza gelen?
İstemeden bırakıyorum seni.
Dedim ki, git güle güle,
Git ama unutma beni,
Biliyorsun sana bağlılığımı” (Frg.93)
Burada seslendiği bir kadındır. Şiirin sonraki kısımlarında açık bir şekilde görülür bu. Yine de kesin bir yargı sunmak, daha doğrusu öne sürülen yargının kesinliğinde diretmek anlamsızdır. Bunun için ne yazık ki yeterli kanıt yoktur Bunun yanında, Sappho’nun eşcinsel olmasını engelleyecek herhangi bir neden de yoktur. Antik dönemde, özellikle aristokrat kesim içerisinde -pek tasvip edilmese de- normal bir durumdu bu. Sappho’nun çevresinde bir kadın topluluğu vardı ve hatta kimilerine göre Sappho, bir “ozan okulu”nun başında bulunuyordu. Yani öğretmendi aynı zamanda. Böyle bir kurumsallaşma olmasa bile, Sappho gibi şöhretli bir ozanın diğer kadınlar için bir model olacağını düşünmek de zor değildir.
Sappho “Fragman 31” olarak bilinen şiirini bir kadın için yazmıştır. Şiir, kadını gördüğünde Sappho’nun hissettiklerini, özellikle kendi fiziksel tepkilerini (vücudunu alev sarması, kulaklarının uğuldaması, konuşamaması) içerir. Araştırmacılar 1970’e kadar Sappho’yu eşcinsellikten ayrı tutmak istemişler ve yorumlarında da “ahlakçı” bir tavır sergilemişlerdir. Öyle ki bu şiirin (olanca açıklığına rağmen) meşhur aşkı Phaon için yazıldığı dahi öne sürülmüştür. 20. yüzyılın ortalarından itibaren bu tavır yerini gerçekçi yorumlara bırakmıştır. Sappho, güncel literatürde “biseksüel” ve “lezbiyen” olarak tanımlanmaktadır, ahlakçı kaygılardan uzak, gerçeğe yakın olarak.
Sappho’nun şiirlerinin çoğu altı ayaklıdır ve müzik eşliğinde (bazen lir, bazen de kitara ya da flüt ile) okunmaktadır. Büyük bir ihtimalle şiirlerini yazı aracılığıyla kayda almamıştır ki söz konusu şiirlerin günümüze bu kadar az ulaşmış olmasının sebebi de budur. İskenderiye okulunun derlediği ve MÖ 2.yüzyıla tarihlenen metinler, Sappho’yu “ahlaksız bir cadı” olarak gören Papa 7. Gregorius tarafından 1073 yılında yaktırılmıştır. En eski fragmanlar ise MÖ 6-7 yüzyıllardan kalmıştır.
Sappho bir semboldür ve sonraki dönemi etkilemiştir. İskenderiye bilginleri “Onuncu Musa” diyerek ona esin periliğini layık görmüştür. Şöhreti coğrafyaların ve zamanların ötesine ulaşmıştır. 2014 yılında birkaç yeni şiiri bulunduğunda, Daily Telegraph Gazetesi’nin bu haberi “Bir David Bowie albümünden daha etkileyici” başlığıyla aktarması “öylesine” değildir.
* * *
Sappho etkisini en açık şekilde gözlemlediğimiz şair ise Erinna’dır. Erinna’nın hangi yüzyılda yaşadığı tartışmalıdır. Bazı araştırmacılar onun MÖ 4.yüzyılda yaşadığını söylerken, bazıları Sappho’yla çağdaş olması gerektiğini öne sürmektedir. Yaşadığı yer konusunda da fikir birliği yoktur. Ege Adaları’ndan Telos, Teos, Rhodos ve Sappho’nun memleketi Lesbos önerilir. Sappho kadar olmasa da önemli bir ailenin mensubu olduğu bilinmektedir. Yaşamı süresince altı ayaklı üç bin dizelik şiir söylemiştir ancak ne yazık ki bu şiirlerin tamamına yakın kısmı zaman içerisinde kaybolmuştur.
Henüz Türkçe’ye tercüme edilmemiş “Elekate” şiiri, fragmanlar içinde bütünlüğünü koruyan nadir bir eserdir ve dolayısıyla en meşhurudur. “Yün ya da keten eğirmekte kullanılan alet” anlamına gelen ve Öreke olarak tercüme edilebilir olan bu başlık, bir mecazı da içinde barındırmaktadır. Erinna, “öreke” ile şiir ve ölüm arasında bir bağlantı kurar. Ölen çocukluk arkadaşı Baukis için bir ağıt olarak yazmış olduğu bu şiirde, kaderin ipini dokuduğuna inanılan kader ve ecel tanrıçaları Moiralara bir atıftır bu başlık aynı zamanda ve yine şiiri dokumayla özdeşleştiren bir benzetmedir:
“Püsküllü beyaz atlardan zıpladığın derin dalgalara:
‘Şimdi yakaladım seni sevgili arkadaşım’ diye bağırdım,
Ebe olan sendin ve koştun büyük avluyu baştanbaşa
İşte bu yüzdendir yasımı hüznüme katışım, mahzun Baukis
Bu bıraktıkların dalgalanır kalbimin üstünde, sevgili bakire
Tebessüm ettiğimiz her şey, kor gibi capcanlı gözlerimde” (Erinn, El.)
Bireysel bir ve derin bir acının dışavurumudur bu. Ne yazık ki Erinna’nın kendisi de bu şiiri söylediği yaşta, henüz 19 yaşındayken hayatını kaybetmiştir. Kendisine bir ağıt yazıldı mı bilinmez ancak yine bu şiirde söyler belki de kendi kendine:
“Ah zavallı Erinna! Daha on dokuzunda
İnliyorsun yasın göğsüne doladığı kahredici acıyla” (Erinn, El)
Klasik Yunan edebiyatının parlak örneklerini sunar bu iki kadın şair. Augustus döneminde (MÖ 1.yüzyılın sonları – MS 1.yüzyılın başları) yaşamış olan Sulpicia ise Latin dilini aynı incelikte kullanır. Kendisi, eserleri Antik Roma’dan günümüze ulaşmış olan tek kadın şairdir. Servius Sulpicius Rufus’un çocuğudur ve Roma’daki etkili ve soylu ailelerden biri olan Sulpicii klanına tabidir. Şiirleri ünlü Romalı şair Tibullus’un Corpus Tibullianum’unda yer almıştır ilk başlarda ve bu yüzden uzun süre bu şaire ait olarak görülmüştür.
Sappho ve Erinna kadar ilgi görmemiştir Sulpicia, hatta modern tarih yazımı ona “cinsiyetinin verdiği istisna dışında herhangi bir özelliği olmayan, amatör bir şair” olarak bakmıştır. Son dönemde bu yargı kırılmış, hatta Sulpicia’nın şiirleri Ovidius ve Catullus gibi ünlü Romalı yazarlarla kıyaslanmaya başlanmıştır. Bununla birlikte, yazdığı şiirlerin Romalı aristokrat bir ailenin kızı için oldukça riskli olduğu öne sürülüp, onların gerçekte bir erkek tarafından yazıldığını iddia edenler de olmuştur. Daha ileri ve açıkçası neye dayandırıldığı belirsiz olan bir sav da şiirlerin o dönemdeki bir kadına ait olamayacak kadar gelişmiş olduğu yönündedir.
Bu yorumlar, şiirleri Sulpicia’nın elinden almaktan çok, onun edebiyat tarihi içerisindeki konumunun önemini gösterir bize. Sappho’nun ve Erinna’nın özgün eserler ürettiğine inanan birinin Sulpicia’nın bu tür şiirler söylemesine şaşırmaması gerekmektedir. Roma’da kadın, özellikle aristokrat kadınlar, Eski Yunan’a nispeten daha özgürdür. İyi bir eğitimle yetiştirilmişlerdir, şölenlerde topluluk içine karışma fırsatını daha çok bulmuşlardır. Yani bilgi edinimi ve paylaşımını gerçekleştirmek ve dolayısıyla bir entelektüel olabilmek için önemli olanaklara sahip olmuşlardır
Erinna’nın şiirlerinden günümüze kalanlar ise ne yazık ki diğer antik dönem kadın şairlerinkilerden daha fazla değildir. Elimizde bulunan ve altı bölümden oluşan ağıtını, Cerinthus adındaki bir âşığına yazmıştır. Söz konusu karakterin isminin bir takma isim olduğu kesindir. Bu kişiyi tarihsel figürlerle özdeşleştirme çalışmaları başarısız olmuştur ve bu yüzden hayalî bir karakter olduğu da öne sürülmüştür. Bu yanılsamalar şiirin içtenliği ve ayrıntılarından kaynaklanmaktadır:
“Tandem venit amor, qualem texisse pudori
Quam nudasse alicui sit mihi fama magis” diye başlar mersiyesi;
“Ve sonunda geldi aşk, bir tesettür gibi
Ruhunu çırılçıplak göstermekten çok daha erdemli”
Bir terkediliş, kaygı, pişmanlık ve Cerinthus’un kendisi Sulpicia’nın dizelerinde netleşir:
“Gratum est, securus multum quod iam tibi de me
Permitis, subito ne male inepta cadam.
“Teşekkür ederim bu acıları yüklediğin için sırtıma
Ve koruduğun için kendimin aptalı olmaktan senin kollarında”
Söylendiği gibi amatör bir şair değildi Sulpicia. Tarihin eleştirisinden geçmiş bir kere ve açıkçası kadın olduğu için beş defa daha fazla geçmiş bu süzgeçten belki de; tarih boyunca yetenekli kadınlara gösterilen bu tavır gösterilmiş ona da.
* * *
Tüm hikâyelerinde tarihin, diğer her şeyden az duyuldu kadınların sesi. Tarihin sesi erkekti keza edebiyatın da öyle; tıpkı siyasette, bilimde, felsefede olduğu gibi. Kulağımızda patlayan bu ses, dünya düzenine biçim veren, yırtıcı, kendi merkezinde kendi küstahlığıyla ve eziciliğiyle varlığını sürdüren bir sesti ancak artık değil. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar fazla duyuluyor kadınların sesi, hiç olmadığı kadar örgütlüler kadınlar. Dünyayı değiştirmek için mücadele ediyorlar; hakları için güçlenerek sürdürdükleri kavgaları var ve pek çok kapıdan özgürlüğe, adalete ve eşitliğe çıkıyor bu yol. Yeterli değil şüphesiz, kimse yeterli olduğunu söyleyemez.
Dünya kuvvetli bir muhafazakârlaşma sürecindeyken, baskılar gitgide artarken, erkek egemen söylem ve tavır tüm şiddetiyle sürüyor. Kadınlara “insan” sıfatını vermeye henüz lütfedenler, bunları kendileri tarafından sağlanmış bir ayrıcalık olarak görenler, pek tabi bu ayrıcalığın yeri geldiği zaman, yine kendileri tarafından geri alınabileceği gibi garip bir sanrı içinde, söylemlerine ve tavırlarına devam ediyorlar. Kadına yükledikleri türlü toplumsal görevlerle sözde “doğal düzen”in önemini vurguluyorlar her fırsatta. Aile içinde başlayıp, toplumun ve devletin her katmanına yayılan eşitsizlik ve adaletsizlik, böyle bir bilincin yarattığı psikolojik ve fiziksel şiddet, bu küstah söylemin devam etmesiyle alan bulmaya devam ediyor.
Kadın sorunları bizzat kadınlar tarafından çok daha derin ve etkili bir şekilde ifade ediliyor. Onlar, toplumun ve kalıtın bana öğrettiklerinden, maruz kalmadığım yüzlerce söz ve eylemden dolayı, benim düşünemediğim, farkında olmadığım şeyleri düşünmem ve farkında olmam için mücadele ediyorlar. Bununla birlikte, işte tarihin bu sessizliğinin ortasından çıkan üç kadının sesini buraya yansıtmaya aracı olmak, 8 Mart için anlamlı bir uğraş olarak göründü bana. Hem belki kendi sesinin de duyulmayacağını, duyulsa bile seslerinin çok uzağa gidebileceğine ihtimal vermeyenler, herhangi bir değişimin gerçekleşmeyeceğini düşünenler için de iki bin yıl öncesinden bir el uzanacaktır bu kısa aracılığıyla. Sappho’nun da dediği gibi; bilin ki anımsayacaklar sizi sonra da.