Nermin Yıldırım: 'Masumiyetimi susarak kaybettim'
Yazar Nermin Yıldırım'la son romanı "Dokunmadan" üzerine konuştuk. Yıldırım, yeni romanıyla ilgili, "Ben bu romanı yazarken insanlar öldü, çocuklar istismara uğradı..." dedi.
Nermin Yıldırım son romanı “Dokunmadan”da yakında öleceğini öğrenen genç bir kadın üzerinden unutmanın, hatırlamanın, günahkar olmanın ve günah çıkartmanın peşine düşüyor.
Nermin Yıldırım, ilk kitabı “Unutma Beni Apartmanı”ndan bu yana hafızalarımızı, hatıralarımızı didik didik eden, zihinlerimizi ayağa kaldıran bir yazar. Son kitabı “Dokunmadan”da da yine hatırlamakla ve hatıralarla dolu bir yolculuğa çıkıyor. Ama vaziyet görünenden daha ağır...
Yakalandığı hastalıkla yakında öleceğini öğrenen genç bir kadın Adalet. Ve tüm hayatını yapıp ettikleri, görüp de sustukları, müdahale etmedikleri yüzünden suçluluk duygusuyla geçirmiş bir kadın. Ölümün kıyısına bu denli yaklaşınca ilk günahı, ‘masumiyetini ilk nerede kaybettiği’ düşüyor aklına. Hatırlıyor Adalet. Hatırlamak kadar ağır bir yük yok hayatta. Sonrasında yollara düşüyor.
Adalet’in bu yolculuğu, hep bir yerden çıkartacakmışız gibi gelen ama asla tanımadığımız bir coğrafyada geçiyor. Yüzler, sözler, rüzgarın Adalet’e fısıldadığı gerçekler çok tanıdık. Adalet bu yolculuk süresince hem kendi geçmişindeki belli anlara dönüyor, parçaları yeniden anlamlandırıyor, kendini sorguluyor, hem de etrafında gözüne batan çarpıklıklara posta koyuyor. Ayılıp bayılsa da bazen korksa da yolundan asla dönmüyor.
Nermin Yıldırım’ın muzip anlatımıyla bir roman olmanın ağırlığını üzerinden atan fakat anlattığı öyküyle gönüllere büyük bir çentik atan bir kitap “Dokunmadan”. Adına inat insanların tüm kötülüklerine dokunan, bütün günahkarlara “sizi görüyorum” diyen, görüp de göz yumanların ellerini gözlerinden çeken bir kitap. Tüm bunların yanı sıra gencecik bir yayınevi olan Hep Kitap’ın bastığı ilk Türkçe roman.
Nermin Yıldırım’la hafızayı, hatırlamanın ağırlığını ve günahkar olmayı konuştuk. Yıldırım, "Suçluluğu, utancı yitirmeye yeğlerim" dedi.
İlk kitabın “Unutma Beni Apartmanı”ydı. Bir önceki kitabın “Unutma Dersleri”... Şimdi de ilk günahını hatırlayıp onu temizlemenin peşine düşen Adalet’i anlatıyorsun bizlere. Nedir hafızayla olan ilişkin?
Toplumları da, insanları da anlamak için geçmişlerine bakmak gerektiğine inanıyorum. Bugün duyduğumuz çoğu sızı, genelde mazide, bir zaman bir yerde açılmış yaralardan kaynaklanıyor. Geçmişe saplanıp orada yaşamaya meraklı biri değilim ama bugünü hazmetmenin yolunun da geçmişle doğru hesaplaşmaktan geçtiğine inanıyorum. Biz unutmayı seven bir toplumuz, hafızasına yenilmiş insanlarız. Aynı hatalar etrafında dönüp durmamızın sebebi bu. Oysa deşmek ve yüzleşmek acıtsa da, dibe, iyice dibe ittiklerimizi gün yüzüne çıkarıp onlarla hesaplaşmalı ve helalleşmeliyiz diye düşünüyorum. Dünün ağır tortusu temizlenmedikçe, ferah bir bugün ihtimali de yok çünkü.
Adalet’in babası annesine aşık değil ama mevcut vaziyette aslında kadın da günahsız ve hatta çaresiz. Kocası Handan’ı en azından bir insan olarak neden sevmiyor, sevemiyor? Neden bu hoyratlık?
Handan’ın kocası kötü bir adam değil. Sadece kendini, hayallerini gerçekleştirememiş, mutsuz bir adam. Handan da kötü bir kadın değil. Sadece kendini, hayallerini gerçekleştirememiş mutsuz bir kadın. Ama sorsanız ikisi de birbirini bu gerçekleşmeyen hayallerin müsebbibi ilan eder. Bizim birbirimize hep yaptığımız şeydir bu. Kendi korkaklığımızın bedelini başkalarına ödetmeyi, hayatın intikamını yakınlarımızdaki insanlardan almayı severiz. En çok ihtiyaç duyduğumuz şey bu olduğu halde, birbirimizi anlamayı, sevmeyi beceremiyoruz. Kendimizi anlayıp sevmeyi de beceremiyoruz zaten.
Herkes kendi gücünü bir başkasının güçsüzlüğü üzerine inşa etmeye çalışıyor. Toplu bir ruh kirliliğinden bahsediyorum. Oysa başka bir anlamlar evreni mümkün. Başka bir aşk mümkün. Başka bir sevmek mümkün. Başka bir dünya mümkün. Bütün bu ilişkileri, sevişleri, serzenişleri, bekleyişleri, keşifleri, birbirimizi incitmeden yapmak mümkün.
Hepimiz sahibi olmadığımız günahların yükünü çekiyor muyuz bu hayatta?
Çoğu zaman farkında olmasak da cayır cayır çekiyoruz. Bizzat işlemediğimiz kimi kabahatlerin işbirlikçisiyiz aslında. Kimseyi öldürmedik, kimseye tecavüz etmedik, kimseye büyük bir haksızlık yapmadık ama bütün bunlar ola gelirken hayattaydık. Susarak, sessizliğe saklanarak onay verdiğimiz nice kabuslar yaşandı. Kimi durumlarda tarafsız kalınamayacağını unutarak, yine suskunlukla zalimin safında yer aldık. 'Ne yapabilirim ki'lere sığındık, kaygılara, korkulara saklandık...
Bazen de benimle ne ilgisi var yahu deyip halimizi rasyonalize etmeye çalıştık. Ama olmadı. Gündüzleri gene iyi de... Geceleri başımızı yastığa koyunca öyle iyi biliyoruz ki bu feci kabahatlerimizi. Ne yalan söyleyeyim, zaten şu çağda sorunsuzca, hemen uykuya dalabilen insandan korkarım. Suçluluğu, utanç duygusunu tümden kaybetmeye yeğlerim çünkü. Ama kendi etrafında dönen nafile bir suçluluk hissinden bahsetmiyorum. Kendinden rahatsız, kendini iyileştirmek için sorunun kaynağına inen, bir şeyleri değiştirme ihtiyacı duyan türden bir suçluluk, öyle bir utanç duygusu kurtarır ancak bizi.
Peki, sence Adalet ilk günahının bedelini biraz ağır ödemiyor mu?
Bakış açısıyla ilgili bu sorunun cevabı. Bence Adalet’in hayatında kötü değil, neredeyse iyi bir şey oluyor. Bir anlam arıyordu, onu bulmaya yaklaşıyor. Şu hayatta bilmenin ve fark etmenin büyük bir sorumluluğu var. O sorumluluğun bedelini ödemektir belki de mutluluk, kim bilir... Upuzun, suya sabuna dokunmadan, kişisel refaha odaklı, gezegenle ilgili hiçbir tasa duymadan, öylesine bir hayat yaşayabilir insan. Ama bu mutluluk mudur sahiden? Akdeniz’i bir mezarlığa çeviren mülteci cesetleriyle, evine giderken bombalarla ölen insanlarla, istismara uğramış çocuklarla, hayatı zindan edilmiş kadınlarla dolu bir dünyada, kişisel bir derde sahip olmamanın ferahlığıyla yaşamak, sahiden mutluluk mudur?
Sen günahların bedellerinin gerçekten ödendiğine inanıyor musun?
Geçmişi değiştirmenin imkanı yok. Ama geçmişle yüzleşip temiz, ferah bir gelecek inşa etmenin imkanına inanıyorum. İyi bir insan olmak aslında neredeyse mümkün değil. Ama iyi bir insan olmaya çalışmaya inanıyorum. Gezgende minik noktalarız. Ömürlerimiz sandığımızdan kısa. Şu dünyadan mümkün olduğunca az hasar vererek, mümkün olduğunca az kalp kırarak geçmeye çabalamanın güzelliğine inanıyorum. Küçük laflara, hafif adımlara, yaslanılacak bir omzun sıcaklığına inanıyorum. Gerisi büyük düğüm, ben çözemem.
Kendi ilk günahını anımsıyor musun?
İrili ufaklı çok kabahatim var tabii. Ama esas masumiyetimi susmayı öğrenerek kaybettiğimi düşünüyorum.
Sadi Seber Adalet’in yaralarını hemencecik görebiliyor. Bir yazıyı ilk okuduğunda tüm hataları görebilirsin ama çok okuduğunda detaylar gözden kaçmaya başlar ya... bizi de yeni tanıyan insanlar tarafından daha kolay mı çözülüyoruz, duvarlarımız daha mı ince oluyor?
Bazen tanışmadığımız ya da bir daha görmeyeceğimizi düşündüğümüz insanların karşısına maskesiz ya da daha ince maskelerle çıkıyoruz. Bu bana zarar vermez, zarar verecek kadar çok görmeyecek beni çünkü diyoruz. Hepimizin öyle pek tanımadığı birine şak diye içini açıverdiği bir an olmuştur, olabilir. Dokunmadan’da yaşanan mevzunun iki yüzü var. Hem Sadi Seber, birinin gözünün içine bakmayı bilen, kalbine değen biri, hem de Adalet ona kolayca açılıyor. Ondan başkalarından saklandığı gibi saklanmıyor yani. Çünkü iki yabancılar. Bazen sırlar en rahat onu size karşı kullanamayacak kişilerle paylaşılır. Yani yabancılarla.
Adalet sözlükleri hatmetmiş bir karakter ve birçok ifadenin onun hayatındaki karşılığına vâkıfız. Peki, bir Nermin Yıldırım sözlüğü hazırlamak istesek aşk, ölüm, hafıza ve günah ifadelerinin karşısına ne yazmamız gerekirdi?
Aşk: Ayı yavrusunu severken öldürürmüş.
Ölüm: Başımıza geleceğinden emin olduğumuz ve buna rağmen yokmuş gibi davranarak yaşamaya çalıştığımız kaçınılmaz akıbet.
Günah: Vicdan defterinde gece uyutmayan hesap.
Hafıza: Sen gitti sansan da, bir gün karanlık bir sokakta karşına dikiliverir.
“Dokunmadan” hafızası çok güncel ve adına rağmen suya sabuna dokunan bir roman. Ölen çocuklar, acılı anneler, sokağa çıkmaya korkan insanlar... Ne zamandır yazıyorsun “Dokunmadan”ı? Tüm bunlara yaşanırken hangi duygularla dönüyordun romanın başına? Bu yaşananlar senin edebiyatını nasıl etkiliyor?
İki yılda yazdım. Sık sık gelip gitsem de memleketten uzakta, hasretin büyüttüğü duygularla, endişeyle, acıyla, bir yandan her şeye rağmen umutla, karmakarışık duygularla yazdım. Ben bu romanı yazarken insanlar öldü, çocuklar istismara uğradı, bombalar patladı... Dünyanın tamamı aklını kaçırmış gibi davranmaya başladı. Bütün bunlar romanın içine eridi, aktı. Adalet böyle çıktı. İsmini bilmediğimiz şehirlerden oluşan, fondaki o garip ülke böyle çıktı. Masumiyet kavramını ya da suçluluğun kaynağını sorgulama fikri böyle çıktı. Hayat edebiyatın içine akar. Yaşadığım çağ da benim metnime farklı suretlerle sızmış olmalı.
İlk günahını temizlemek için yollara düşen kahramanının adının tesadüfen “Adalet” olmasıyla da bize bir şeyler anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Yanılıyor muyum?
Adalet, öleceğini öğrendikten sonra, masumiyetin el birliğiyle katledildiği bir coğrafyada ilk kabahatini telafi etmek için yola düşen genç bir kadın. Bu cümlenin bileşenleri tesadüf olabilir mi? Zaten hayatta tesadüf diye bir şey olabilir mi?