Burak Tamdoğan: 'Gecekonduda büyüdüm, kentlerde yürüdüm'
Oyuncu - yazar Burak Tamdoğan ile ilk kitabı "Kalabalık Olmanın Esasları" hakkında konuştuk. Tamdoğan, yazıyla olan ilişkisini, çocukluğunu ve yeni projelerini anlattı.
Oyuncu olarak tanıdığımız Burak Tamdoğan, geçtiğimiz günlerde ilk öykü kitabı “Kalabalık Olmanın Esasları”nı yayınladı. Tamdoğan’ın, “Kalabalık Olmanın Esasları, kapitalist dünyanın insanlığımızı sıkıştırdığı zavallı salaklığın içindeki naifliğimizi övme çabasıdır” sözleriyle tanımladığı kitabı, on dört öyküden oluşuyor. Tamdoğan ile “Kalabalık Olmanın Esasları”nı, aile mefhumunu ve mezunu olduğu Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’nin maruz bırakıldığı durumu konuştuk.
Burak Tamdoğan ismini daha çok sinema, tiyatro ve dizi projeleri ile duyuyorduk. Nereden çıktı “Kalabalık Olmanın Esasları” isimli bir öykü kitabı yazmak?
Hayat rastlantı ve zorunluluklardan oluşuyor. Bu ikisinin arasında önümüze çıkan seçeneklerle özgürlük yanılsamasını yaşıyoruz. Kaderden bahsetmiyorum. Diyalektikten, kainatın yap-bozundaki mikro alanımızdan bahsediyorum. Benim bütün sanat maceram şiirle başladı. Şiirlerim için gittiğim bir dergide tiyatroya başladım. On altı yaşındaydım o zamanlar. Otuz yıl sonra şiirlerim için görüştüğüm yayınevinden önce öykülerim yayınlandı. Bu kez şiirlerim de yayınlanacak çok şükür. Oyunculuktan, yazma eylemine, müzikten dans etmeye tüm sanat dalları şiirin dili dahilinde girdi hayatıma.
Okuyan, yazan bir ailede büyüdüm. Şiir yazmak kendini ifade etmenin asal yoluydu. Kimse kendisini edebiyatçı olarak tarif etmezdi. Entelektüel olmaktan da uzaklardı. Halktan, gecekondulu bir aileydi. Anadolu’nun şiirle dertleşme, kendini ifade etme kültürüne sahiplerdi. Her gece öyküler anlatmak, dinlemek, türkü söylemek rutin bir ilişki kurma haliydi. Babamın amcası bir meddahtı mesela. Babaannem meseller anlatan bir Eceydi. Annem, babam dertlerini şiirle ifade ederlerdi. Bana kalan sadece içinde büyüdüğüm gelenek ve kültürü korumaktı.
Ben kendimi bildim bileli yazıyorum anlayacağınız. Çocuklarıma her gece anlattığım doğaçlama masallardan, içimin karanlığını aydınlatmak için gezindiğim şiirlere, yaşam alanımdan topladığım ve hayal dünyamda yeniden kurduğum öykülere, hepsini, hep yazdım. “Kalabalık Olmanın Esasları”ndan çok öncesi var. Sadece basılmadılar. “Kalabalık Olmanın Esasları”, kapitalist dünyanın insanlığımızı sıkıştırdığı zavallı salaklığın içindeki naifliğimizi övme çabasıdır. Zihinlerimiz ve seçeneklerimiz arasında hapis olduğumuz yalnızlığa, ilaç arayan sizin bizim gibi şeylerin kaçış planlarını anlatır.
Soruya dönersek, bu kitabı hep yazıyordum. Şimdi basıldı.
Kitapta ilk dikkati çeken şey, yıllardır süregelen sinema ile organik ilişkinizin size sağladığı sinematografik göz… Kısa filmler yapan bir sinemacı da olarak hikâyelerinizdeki anlatım biçimini çok sinematografik buldum. Hikâyelerinizin birçoğunu bitirince, içimden “ne güzel kısa film olur bu öyküden” dedim. Kitabın diline nasıl karar verdiniz?
Haklısınız. Ben de çoğunu kafamda filme çektim zaten yazarken. Bu dil, görsel ve içsel düşünme biçimimle ilgili daha çok. Ancak bir anlatıda şuna inanırım; dil kolay ve akışkan olmalı ki hikâyenin görsel hali her düzeyde okurun zihninde yer bulsun. Ancak kavramsal olarak daha yetkin okur için kıyıya köşeye koyduğum ağır taşlar vardır. Bir de içimdeki hafiyelik aşkından olsa gerek, sadece çok meraklısının iz sürerek bulmasını arzuladığım, ip uçlarıyla bağlıdır hikayelerim. Olaylar ve karakterler her bir öyküde bağımsız olsalar da ip uçları toplandığında bir resim çıkar ortaya. En azından çabam bu doğrultuda. Bu resmin başkaları tarafında bulunmasını da çok umursadığımı söyleyemem açıkçası. Çünkü bu kısım benim eğlenceme dâhil.
Kitapta geçen öyküler, geneli itibariyle, kent insanını –özellikle de orta sınıf kent insanını- anlatıyor. Orta sınıfla olan ilişkiniz nedir? Kitabın ne kadarı otobiyografik?
Kitaptaki hiç bir öykünün gerçekliği yoktur. Hepsi uydurmadır. Ancak insanlık hallerinin tamamı gerçektir. Benim öz yaşam öykümle bağlantısı yoktur. Ancak insanlık hallerimle aynıdır. Ben bir gecekonduda büyüdüm. Orta ve üstü sınıfın binalarının arka sokağındaydım yani. Gecekondulu bir çocuk olarak bağda bahçede yarı köy hayatı yaşarken, bir ergen olduğumda kentin sokaklarına adım attım. Her ikisi de benimdi. Ne köy ne de kent olabilen bir şeyin, ne köylü ne de kentli olabilen insanların içinde büyüdüm.
Gecekondu mahallesinin orta sınıf ailesiydik. Seksen darbesinde babamın sendikacılıktan hapse girmesi, annemin diğer komşularımız gibi evlere temizliğe gitmesi ile fakir bir aile olduk. Ailem özelinde ise mahallemize göre fazla okuryazar, sokağın karşısındaki apartmanlarda oturan okul arkadaşlarıma göre fazla köylüydük.
Kitapta şaşırtıcı olan bir diğer nokta ise, nesnelerin de dile gelmesi… İnsan hikâyesi olarak başlayan hikâyelerin, nesnelerin hikâyesi ile devam etmesi oldukça orijinal duruyor. Öyküleriniz şehrin keşmekeşinde sıkışıp kalan nesnelere söz hakkı veren gözlemci bir kalemin varlığını okuyucuya haber ediyor diyebilir miyiz?
Ne güzel bir tanımlama yaptınız. Lütfen deyiniz. Benim için toplamda hepimiz, sistem içinde aynı şekilde sıkışıp kalarak, nesnelere dönüştük zaten. Kendi küçük hayatımızın öznesi olmak için bile çok mücadele etmemiz gerekiyor.
“Suda Yüzen Tahtalar” isimli öykünüz bana, görmek ile bakmak arasındaki farkı hatırlattı. Her gün yolda giderken baktığımız fakat göremediğimiz canlıların dile gelmesi, empati duygusunun insanlarda değil de onlarda vuku bulması iç acıtıcı bir nokta… Sizce modern kent insanı evinde kedi veya köpek bakmakla hayvanları anladığını mı düşünüyor?
Bence evde hayvan beslemek insan yanımızı da beslemenin bir yolunu arama gayreti aslında. Değerli bir çaba olarak görüyorum. Ancak diğer taraftan sahip olmak, evcilleştirmek, biat ettirmek kısımlarıyla sorgulanması gereken de bir durum. Onları evimize konuk ettiğimizi unutmamalıyız. Çünkü yaşam alanlarını işgal edip, tahrip eden bizleriz. Vicdanımızı aklamak için yaptığımız bir yardım severlik değil, ortak yaşamayı öğrenebilme şansını yakaladığımız bir konuk severlik olarak bakmalıyız. Yoksa yenidünyanın vahşi ve işgalci kâşifleri olmaya devam ettiğimiz bir kılıftan başka şey olmayacaktır.
“Kullanılmayan Şeyler Odası” isimli öykünüz, onu işten kovan patronundan intikam almak için, naif bir çabayla debelenen bir işçinin hikâyesi... Bu hikâye, sınıfsal anlamda ideolojik olarak nasıl bir yerde duruyor sizce?
Bu hikâye aslında en başta da dediğim yere tekabül ediyor. Bize kalan seçeneklerle özgürlüğümüzü tanımlamaya devam ettiğimiz sürece zavallı ve komik, en iyi deyimle de naif kalıyoruz. Bize biçilen rolü değiştirmek bir yana, tam da o rolün sahibi oluyoruz. Kendi seçeneklerini yaratma cesareti ve motivasyonu olmayan orta sınıfın çırpınıp durmasından başka şey değildir bu.
Hikâyelerinizin çoğunda yoğun bir psikolojik bakış açısı mevcut… Karakterlerin neyi, neden yaptıkları ya da olguların kavranışı ve varoluşu belirgin ve sade… İlk lisans eğitiminizi psikoloji alanında yapmanız, önce oyunculuğunuza sonra yazarlığınıza ne kattı sizce?
Çok şey kattı elbette. İnsan gelişimi ve psikolojisi okuduğunuzda, insan davranışının sebep ve sonuçlarına dair ip uçlarını öğreniyorsunuz. Bireysel olanla, toplumsal olanın şekillendirdiği insan çıkıyor karşınıza. Elbette psikoloji biliminin de gayet öznel ve politik bir alan olduğunu unutmamak gerek. Karşımıza konan insanın hangi bakış açısıyla sunulduğunun farkında olmak önemli. Eğer bu politik tarafları ve iktidar olmanın tarihsel olarak insan bakışını bilirseniz, elinizde anlamak için iyi bir şablon var demektir.
ODTÜ’de lisans eğitimi aldıktan sonra Ankara Üniversitesi Dil- Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro eğitimi görüyorsunuz. Şu an mezun olduğunuz bölümünüz kapanmak üzere… Çünkü çoğu akademisyen ihraç edildi. Bu sürece dair düşünceleriniz nelerdir?
Bir süredir ülkemizde yaşananların pek iç açıcı olduğunu söyleyemeyeceğim. Kendini ifade etme hakkı kısıtlanıyor ve güdülüyor. (Güdülmeyi dilimize geçen ve tam karşılığı var olan manipüle etmenin yerine kullanıyorum.) Kendini özgürce ifade etmek suç olursa, ne bilimde ne de sanatta gidilecek yolumuz kalmaz. Fikirlerini ifade ettiler diye akademisyenleri ihraç etmek, fikrini ifade etmeyi suç kabul etmektir. Hocalarımın hepsi Türkiye tiyatrosu için çok kıymetli insanlar. Ankara Üniversitesi Dil- Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro bölümünde bu sebeple, kurulduğu yıldan bu yana çok değerli sanatçılar yetişti. Sanat ve fikir özgürlüğü insan olarak hepimize lazım. Hocalarımın arkasındayım.
Kitabınız yeni çıktı fakat iyi bir okuyucu kitlesine ulaşacak gibi görünüyor. Yazdığınız yeni öyküler var mı?
Aslında şu anda ikinci öykü kitabı hazır… İlki bir iki ay içinde basılacak olan şiir kitabının da ikincisi hazır. Bu yaz tarihte gezinen bir öykü kitabının yazımına başlayacağım. Söyleyecek sözüm olduğu sürece, daha önce de yaptığım gibi yazacağım. Basılırsa onları da konuşuruz. Basılmazsa dost sohbetlerinde okur, üstüne konuşuruz.