Atilla Dorsay: 'Koltuğuma yapışmadım ve Sabah'ı bıraktım'
Atilla Dorsay ile “50 Unutulmaz Film” hakkında konuştuk. Dorsay, sinema yazarlığını anlattı.
Atilla Dorsay ile sinema yazarlığı yaşamını kastederek “ikinci 50 yılımın ilk kitabı” dediği 51'inci kitabı “50 Unutulmaz Film” isimli kitabı için bir araya geldik. Sinema yazarlığı serüvenini, kitabına aldığı seçkiyi, son dönemde yaşanan SİYAD gerginliğini, Emek Sineması meselesini ve tutuklu milletvekilleri ve gazetecileri konuştuk.
Dünyada sizden başka ellinin üzerinde kitap yazan başka bir sinema yazarı daha var mı?
Yok. Yabancı sinema kitaplarını da izliyorum ben. Amerikalıların efsanevi sinema eleştirmeni Roger Ebert’ın toplasan yedi- sekiz tane sinema kitabı vardır. Eleştirilerini topladığı kitaplar… Son bir anılar kitabı yazdı o kadar. Tanıdığım bir sürü sinema yazarı var. Ya biyografi yazıyorlar ya da eleştiri yazıyorlar. Ben de böyle bir kısıtlama yok. Biyografiler de yazıyorum, eleştiriler de… Yılmaz Güney’i yazdım, Türkan Şoray’ı yazdım, şehircilik üzerine yazdım, müzik üzerine yazdım, 20'nci yüzyıl pop müziği üzerine… Hikâye, şiir, seyahat ve gezi notlarımı yazdım. Ben verimli bir yazarım açıkçası. Dolayısıyla o açıdan bir rakibim yok.
“50 Unutulmaz Film” ismiyle müsemma bir kitap… Kitapta yer alan filmlerin, Atilla Dorsay seçkisi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Diyebiliriz. Çok kişisel bir seçki oldu çünkü. 1995 yılında oturup “yüzyılın yüz filmi”ni yazarken veyahut 2014 yılında oturup “yüzyılın yüz Türk filmi”ni yazarken sırtımda belirli bir sorumluluk vardı. Her açıdan en iyi olan, en iyi olmaya layık olan ya da olmaya yaklaşmış filmleri, olabildiğince objektif bir biçimde seçmek zorundaydım. Hatta o kitaplara alamadığım için çok üzüldüğüm filmler oldu. O filmlerin birkaçı bu kitaba girdi. Dolayısıyla o kitaplar objektif bir şekilde ortaya çıktı fakat bu kitap tamamen sübjektif bir seçimin ürünü… Sevdiğim, zaman zaman anımsadığım, uzun bir zamandır izleyemediğim filmlerdi bunlar.
Bulunmayan filmlerden bazılarının DVD’leri çıkması, kitabın ortaya çıkış ilkelerinden biriydi. Ha keza hayatını kaybeden isimler oldu. Robin Williams, David Bowie bu isimlerden bazıları… Onların olduğu filmleri yazdım.
Kitapta yer alan 54 film arasında çok farklı türden film var. Bu skalaya bakınca “kara film”e torpil yaptığınız görülüyor. Bu türü sizin için kıymetli yapan şey nedir?
“Kara film” ya da başka bir deyişle polisiye başından beri benim ilgimi çeken bir türdü. Agatha Christie külliyatını okumuş bir insanım. Ama bu türde çok daha fazla, düzinelerce kitap söz konusu. Henüz 1960’ların başında Paris’teyken bitpazarına gider, “Kanat ve Tüy” isimli sarı kapaklı kitap koleksiyonları vardı, o kitapları alırdım. Koca bir bavul Agatha Christie kitabıyla Türkiye’ye dönmüştüm. Polisiyeye karşı böyle bir tutkum var. Çünkü “polisiye” insanların en gizli yanlarını ortaya çıkarır. “Polisiye”de o topluma dair de çok şey öğrenirsiniz. “Polisiye”de belli bir şiirsellik vardır. İster roman olsun, ister film… Hep belli bir şiirsellik vardır. Bir hüzün, bir kaybetme duygusu vardır. Bütün bunları ben çok romantik bulurum. Aslında “Casablanca” da bir kara filmdir. Dolayısıyla beni kişi olarak doyuran bir tür…
Kitapta yer alan tek yerli film “Yılanların Öcü”. Bu filmi seçkiye almanızın özel bir sebebi var mı?
Bunun amacı en iyi yerli filmi ben seçeyim gibi bir şey değildi. İstanbul Film Festivali, her yıl bir Türk klasiğini onartıyor. 2-3 yıl önce, bu yazıların büyük bölümünü Milliyet Sanat’a yazdım, festivalde “Yılanların Öcü”, onarılmış bir şekilde gösterildi. Ben de bayıldım filme. Milliyet Sanat’ta o ay o filmi yazdım. Bir örnek olsun maksadıyla yazdım. Ama galiba yanlış bir karar oldu. Çünkü tek bir film olunca dikkatleri çok çekiyor, “niye bu film var da başkaları yok” deniyor. Belki hiç almamalıydım! Ama bu bana şu dersi verdi: Bu kitaplar devam edecek! Bir seri haline dönüştürmeye kararlıyım. Daha çok Türk filmi olmalı… Şimdiden yazıp, üzerinde durduğum gelecek kitaplarda bulunmasını istediğim filmler var.
Ertem Göreç’in “Otobüs Yolcuları”, Atıf Yılmaz’ın “Bir Şoförün Gizli Defteri” filmleri çok sevdiğim, elimde seyredilebilir DVD’leri olan filmler… En azından sekiz- on filmi almak isterim gelecek kitabımda Türk Sineması’ndan.
SİYAD’ın son genel kurulunda ve yazdığınız yazılarda, sinema yazıların politikleşmesi gerektiğini sıkça dile getirdiniz. SİYAD yönetim kurulu başkanı Tül Akbalm Süalp de işten atılan akademisyenler arasında… Şu anki siyasal ortamda sinema yazarlarının alması gereken politik tavır sizce nedir?
Gayet tabii ki muhalif bir tavır… Çünkü bu iktidar Türkiye’de pozitif olan, üretici olan, yaratıcı olan her şeyi yok etmeye kararlı gibi gözüküyor. SİYAD her zaman belirli ölçüde politize oldu. Benim yönettiğim yıllarda da öyleydi. Toplumsal olaylarda tavır tutar, belli bir kanatta yer alır ve bir bildiri yayımlardık. Bizim tek başına bunu yapmamız bir anlam ifade etmezdi ama diğer sivil toplum örgütleriyle birleşerek kamuoyunun karşısına çıkardık. Sözümüzü söylemiş olurduk. SİYAD’ın bu dönemde, bu tavrı alması ayrıca önemli… Ayrıca şu an SİYAD’ın başında bulunan Tül Akbal Süalp, bizzat siyasal iktidarın hışmına uğramış, imzaladığı bir bildiri dolayısıyla görevinden alınmış durumda…
Dolayısıyla SİYAD’ın şu anki ortamda, daha da politikleşmesi hem gerekir, hem beklenir. Ama ben şunu belirtmeye çalıştım. Bunun için öncelikle kendi içinde birleşmesi ve güçlü olması gerekir. Oysa mesela beni çok kırdılar. Neredeyse istifa etme noktasına geldim. Belki de önümüzdeki günlerde ya da haftalarda bu istifa gerçekleşecek. Onursal başkan statüsünden istifa etme noktasına geldim. Alin Taşçıyan’ı kırdılar, Antalya Film Festivali’nde sansüre karşı çıkmadığı, yasaklanan bir filmin yeterince arkasında durmadığı gerekçesiyle… Hâlbuki Alin Taşçıyan şu an çok onurlu bir görev yürütüyor. FİPRESCİ denen, uluslararası sinema yazarlığı federasyonunun iki dönemdir başkanı… Yani yabancı bir kurumun Türkiyeli başkanı…
Semih Kaplanoğlu size yolladığı mesajda diyor ki “üzerinde emeğiniz olsa da şu vefasız, hoşgörüsüz, kaba insanları dikkate almayın bence”. Semih Kaplanoğlu’nun adlandırdığı insanlar kimler?
“Emek Sineması” olayında kendi tavrımı birçok yerde açıkladım. “Emek Sineması”nın yıkılışına en başta karşı çıkan, bunun için kanıyla, canıyla mücadele eden insan bendim. Bu konuyla ilgili sayısız yazı yazdım. Mesleğimi bıraktım, Sabah gazetesinden ayrıldım. Meslek hayatımda ilk defa iyi bir maaş alacaktım. Çok açık söylüyorum, buna rağmen ilke meselesi olarak düşündüm ve bıraktım. Bakmayın şimdi, bu konuyla ilgili yüksekten atan kimse bunu yapmamıştır, yapmazlar da zaten kolay kolay… Sinema yazarlığından para kazanmak o kadar zor ve beklenmeyen bir iş ki…
Birisinin o işten para kazanırken koltuğuna yapışması kolay ama ben yapışmadım ve Sabah’ı bıraktım. O zamandan beri de sinema yazılarından elime para geçmiyor. Çünkü bir internet sitesinde yazıyorum ve onlar da ödeme yapmıyor. Ama sonradan ne oldu?
Yeni Emek’i gördüm, orada Eski Emek’in atmosferini gördüm, çok etkilendim, beğendim. Zekam biraz da pragmatik yönde işlediği için o salonu savunmak istedim. Bir veya iki yazıda savundum. Kalkıp her yerde onları da savunmadım. Bu düşünceye de angaje olduğum için “ah eski Emek ne de güzeldi, ah, vah!” edecek halim yok. Çünkü insan bir karar aldığında onu devam ettirmesi gerekir. Beni ağır eleştirdiler. Hatta arkamdan eleştirebilirler, yüzüme karşı da eleştirebilirler, yazı yazabilirler, konuşabilirler fakat öyle yapmadılar.
Resmen bugünkü yönetim kurulunun yayınladığı bir bildiride benim adım eleştirilerek anıldı ve de “son dönemde yeni Emekçilerin adamı Atilla Dorsay” gibi bir ibare kullanıldı. Resmi bir yönetim kurulu bildirisinde oldu bu. Düşünebiliyor musunuz? Bu bir ya da iki insanın görüşü değil yani. Bugün SİYAD’ı yönetenlerin resmi görüşü.
Bu durum biraz da Emek Sineması’nın temsil ettiği değerle de alakalı değil mi sizce?
Tamam da bu kadar romantik olmanın âlemi yok. Türkiye’de yüzlerce, binlerce insan öldü. Salonlar ve mekanlar benim için de kutsaldır. Ben öncelikle mimarım. Onların hiçbiri de mimar değil ayrıca. Gerçi Uğur Vardan da mimar… Bu yaygarayı koparanların çoğu mimar değil en azından. Elhamra Sineması, Yeni Melek Sineması, Taksim Sineması, Şan Sineması kapatıldı… Bunlar hele ki benim yaşımda olanlar için kutsal mekanlardır. Tiyatrolar da öyle… Küçük Sahne kapalı, Muammer Karaca kapalı… Bütün bunların hiçbirine ses çıkarmayacaksınız, birdenbire Emek’i çok önemseyeceksiniz! Anlıyorum. “Emek” bir simge olmuştu.
Gezi olayları, doğanın korunması meselesinde nasıl ki bir simgeyse, Emek de salonların ve kültürel mekânların korunması meselesinde bir simge olmuştur. Yine de asgari bir gerçekçi tavır gerekir. Ortada gitmiş, yok olmuş ve ona hiç benzemeyen bir salon da olabilirdi. Tamamen modern bir şey de yapabilirlerdi! En azından ona çok benzeyen, mimari ve dekoratif açıdan özellikle, onun ruhunu prensip olarak taşıyan bir salon yapmışlar. Kullanırlar, kullanmazlar ama bu Emek matemini sonsuza dek sürdürmenin bence bir anlamı yok. Benim bir ayağım da yere basıyor.
“Özgürleşen Seyirci: Emek Sineması Mücadelesi” belgeselini izlediniz mi?
İzlemedim. İyi mi?
İyi. İzlemek ister misiniz?
Olur.
Son yazınızda dediniz ki “içeridekileri anarken, birbiri ardına gözaltına alınan onca HDP milletvekili ve belediye başkanını da anmak ve bu olayı da izlemek de boynumuzun borcu olmalıdır.” Ülkenin son elli küsur yıllık tarihinde yazar olarak geçimini sağlayan bir insan olarak, devletin Kürt siyasetine bakışını geçmişten bugüne nasıl yorumlarsınız?
Bu politik soruya açıkça cevap vermekten hiç çekinmiyorum. Hiç bu konuda korkum yok. Türk Devleti tarih boyunca, diğer ırklara, diğer inançlara, diğer etnik gruplara karşı yeterince hoşgörüyle ve demokratik bir tavır içinde yaklaşmış denemez. Hâlbuki Osmanlı’nın yapısında bütün dilleri, bütün dinleri, bütün etnik grupları olduğu gibi kabul etme gibi bir anlayış söz konusudur. Her ne kadar çoğu zaman Müslüman olanları kapsasa da, yer yer bu etnik gruplara devlet yönetiminde söz sahibi olma hakkı da tanınmıştır. Aynı şeyi Cumhuriyet Türkiye’sinin yaptığını söylemek kolay değil. İlk yıllarda olup bitenler belli ölçüde anlaşılır, çünkü malum yok olmuş bir devleti yeni baştan kurmak…
Osmanlının kalıntısı üzerine yepyeni bir cumhuriyet kurup yerleştirmek ilkesi vardı ve o yeni kurulmakta olan Türkiye’nin de, o Ortadoğu’nun ezeli karmaşıklığından gelen sayısız düşmanları vardı. Dolayısıyla belli baskılar, belli olaylar anlaşılabilir, hoş görülebilir. Ama Türk devletinin iyice güçlendiği, demokrasiye geçtiği, üstelik 1946’dan, daha çok 50’lilerden itibaren bu tavrı sürdürmenin hiçbir anlamı yok.
Üstelik Kürt Sorunu çözüm yoluna girmişti. Kürtlerin bir kere siyasi planda temsil edilmesi olayı gerçekleşmişti. Ana kimliği “Kürtlük” olan bir partinin kurulmasına izin verilmiş ve bu partide önemli miktarda oy alarak parlamentoya son derece hatırı sayılır bir milletvekili grubu sokabilmişti. Ama bu yolda ısrar edilmedi. Başka şeyler ortaya çıktı. Milliyetçiliğe ve din tüccarlığına dört elle sarılma yoluna gidildi. Özellikle bu dönemde sadece Kürtler değil, Aleviler ve başka etnik gruba ait olanlar da baskı altına alındı. En azından hakları olan özgürlükleri onlara verilmedi. Yani belki Alevilere özel bir baskı yok ama hak ettikleri şeyler de verilmedi.
Cemevleri hala bir dinin kutsal mabedi statüsüne alınmadı. Emek meselesi filan diyoruz ama sırf sinema tartışmasının izlenimi veriliyor kamuoyuna. Ama ondan çok öte son yazımda da belirtmeye çalıştığım gibi, gazeteci özgürlüğünü, içeride olan, haksız yere içeride tutulan gazetecilerin savunusunu yükleneceksek, yalnızca bizim kesimde, bizim politik kanadımızda olanları değil, düşüncelerinde hiçbir ayrım yapmadan bütün statüdeki, o durumdaki gazetecileri savunmamız lazım. Buna çok inanıyorum. Dolayısıyla beni jurnal etmeye çalışırken, “işte bakın onları da sevdi, onları hala özlemle anıyor” yazısında…
Tunca Arslan’dan mı bahsediyorsunuz?
Kimse kim! Adını bile anmak istemiyorum. Ben onları elbette savunacağım. Benim açımdan o yazarların, belki bugün iyi anmadığımız, Fetullahçı oldukları ortaya çıktı, Fetullah’ın da ne olduğu ortaya çıktı ama kardeşim siz bunu yıllarca anlamadınız, ben anlamak durumunda değilim ki! Ne zamanki 15 Temmuz oldu, Fetullah’ın Türk devletinin yönetimini eline geçirmek isteyen son derece politik bir lider olduğu anlaşıldı. Hâlbuki biz onu bir dönem sadece kendi işiyle meşgul bir din adamı olarak görüyorduk. Biz öyle görüyorduk ama sizler de aynı şekilde görüyordunuz. Hatta siz onu ortak aldınız. Beraber işler yaptınız.
Her neyse, bir zamanlar o taraflarda gözükmüş olsalar bile, o yazarların hemen hepsi politik ve terörle ilgili işlere karışmamış sağ düşünceye sahip, inançları olan birtakım kalemlerdi. Türkiye kadar büyük, insan mozaiği olan bir toplumun o tür düşünen insanlara da ihtiyacı var.
Yalnız solcular, yalnız ilericiler değil yani. Bizim gibi düşünen insanları savunmakla bu iş olmaz. “Ben onları da savunacağım, bakın ne kadar da idealistim, bakın ne kadar aydınım” tavrıyla ortada gözükmek istemiyorum, böyle de sanılmasın. Belki de onların benim savunmama da ihtiyacı olmayabilir. Ama ben kendi vicdanım içinde, kendi kişisel bakışım içinde, bugün içerde bulunan o aydınları da savundum. İşte, Altan kardeşler, Şahin Alpay, Mümtaz Er Türköne, Ahmet Turan Alkan, Nazlı Ilıcak… Bütün bunlar benim bazı zamanlarda okuduğum, görüşlerine ilgi duyduğum, benimsemesem de saygı duyduğum kalemlerdi. Ama onlar da aynı şekilde bugün içeride.
Yalnızca Cumhuriyet’in yazarlarını anıp sayarak bu işi halledemeyiz. Ne tuhaftır ki ben bunu yazdım, söyledim diye kendi camiamdan birisi tarafından adeta jurnallendim yani. Bu bir ihbar mekanizması gibi çalışıyor ve diyor ki “bakın, bu adam kimleri övüyor.” Ama basının özgür kesiminin kalemleri de onları savunuyor. Benim o yazımın çıktığı gün ki benim yazım daha önce yazılmıştı tabi ki, Hürriyet gazetesinde Mehmet Yalçın, benim andığım o yazarları anıp, “onlar da serbest kalmalı” diyen bir paragraf yayınladı.
Vicdan sahibi olduktan sonra her aydın, meseleye böyle bakmak zorunda. Dolayısıyla SİYAD’ın son dönemdeki tavrı beni çok düş kırıklığına uğrattı. Benim bir anlamda kurduğum, yürüttüğüm ve kendi elimde üstelik, seçimle kaybederek değil, başkanlıktan ayrılarak seçimini genç kuşaklara bıraktığım kurumdu. Ama SİYAD’tan çok soğudum. O birkaç muhbirin dışında, benim için bu zor dönemde beklediğim sevgiyi, sempatiyi ve desteği göremedim.
Muhbirler dediğiniz isimler kimler?
Ona izin ver de ben kendi vicdanımda saklayayım. Burada isim verecek değilim. Onlar kendilerini bilir zaten.
Cuma günü Yeşilçam'ın önemli oyuncularından Halit Akçatepe'yi kaybettik. Neler söylemek istersiniz?
Bizim için adına Arzu Film ekolü denilen, o görkemli aile filmlerinin en unutulmaz oyuncularından ve en sempatik yüzlerinden biri olarak kalacak. Özellikle, belki bütün dünyada, okul dönemine ait en popüler ve en unutulmaz seri haline gelmeyi başaran Hababam Sınıfı filmlerinde yarattığı "Güdük Necmi" karakteri, o kalabalık kadroyla birlikte bu filmlere ayrı bir çekicilik kazandırmıştır. Ayrıca yine Arzu Film'in o dayanılmaz büyük aile filmlerinin 1973 yılında merhum Tarık Akan'la birlikte başrolü yüklendiği ve Ertem Eğilmez'in bizzat yönettiği Canım Kardeşim filmi. Bu filmde Tarık Akan'la başbaşa giden oyunculuğu, onun bu alandaki yeteneğinin en büyük kanıtıdır.