Susanın tarihi ve edebiyat
Öyle ise insanlık için kaynak olan, sesi en gür çıkanların, en çok konuşanların ürettiği kayıtların toplamı değil, mezarlığa terk edilenlerin suskun sözünün ifadesi olan gözyaşlarıdır. Fakat unutmayalım ki suskun söz dile gelmeden çok önce kursaklarda takılı kalmış, yitip gitmiştir. Bu susmuş sözü yazıya nasıl dökmeli?
Belma Fırat
“Aynı çağda, aynı toplumda yaşayan, aynı olayları yaşamış bulunan, kendilerine aynı soruları soran ya da aynı sorulardan kaçınan kişilerin ağzındaki tat da aynıdır, aralarında aynı suç ortaklığı, aynı ölüler vardır.” (Jean Paul Sartre, Edebiyat Nedir, sa:72, Can Yayınları)
Toplum olarak bir yıkımdan öbürüne savrulup durmak yas süreçlerinin bitimsiz bir şekilde art arda yığılmasına yol açıyor. Bir felaketin acısıyla yüzleşemeden öteki üstüne biniyor. Öte yandan, bu acıları öyküleştirirken yazarın karşısına çıkan bir üslup sorunu var. "Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır" diyen Adorno’nun metinlerine atıfta bulunarak; zulmü edebi mekânda imgeye dönüştürürken, üsluplaştırma yönündeki estetik çabalar, acıdan haz devşirme gibi ciddi bir tehlike barındırmıyor mu? Kurbanların karşısında utanç duymak istemiyorsak eğer; mağdurlarını sömürme riski taşıyan sözde sanatı sorgularken, bir yandan da onu ihanete uğratmayacak olan hakiki sanatın varlığını talep etmeliyiz çünkü her türlü kıyıma sesini, tesellisini sunabilecek en önemli uğraş sanattır ve gerçek acının boyutları unutuşun hiçbir türlüsünü affetmez. (Adorno, “Commitment”, Aesthetics and Politics, sa:188-189)
Tarihin Adları’nın yazarı Rancière’e göre ne vakanüvistlik, ne tutulan kayıtlar, ne de istatiski bilgiler sessiz yığınların tarihine nüfuz edebilmemizi mümkün kılar. Tarihsel belleğin önündeki en büyük tehlike söz fazlalığıdır, onun ürettiği anakronizmdir. Hakikatin dışına çıkarak ötekinin, susanların sözüne el koymaktır. Onun anlamını değiştirmek, çarpıtmaktır. (Jacques Ranciere, Tarihin Adları, Metis, sa:59)
En çok erk sahibi olanlar konuşur. Sözü sessiz olana vermek ise; onun sözünü çalarak ya da basitçe taklit etmeye çalışarak değil, ona sessizliği içinde, sessizliğini vererek mümkün olur. Rancière bize “yoksulları susturarak konuşturmak”tan, onları “dilsiz gibi” kendi sessizlikleri içinde konuşturmaktan söz eder ve “bu dilsiz ses bize mezarın taşından, kayaların gözyaşından ulaşan sestir.” (Ranciere, sa:76, 89)
MAĞDUR OLANA SESSİZLİĞİ İÇİNDE, SESSİZLİĞİNİ VERMEK...
Öyle ise insanlık için kaynak olan, sesi en gür çıkanların, en çok konuşanların ürettiği kayıtların toplamı değil, mezarlığa terk edilenlerin suskun sözünün ifadesi olan gözyaşlarıdır.
Fakat unutmayalım ki suskun söz dile gelmeden çok önce kursaklarda takılı kalmış, yitip gitmiştir.
Bu susmuş sözü yazıya nasıl dökmeli?
Jacques Derrida’ya sorarsak bize diyecektir ki; aslında yazı da söze uygulanan bir nevi şiddettir. Çünkü yazı mevcut olmayanı çağırır, sözün olmadığı yerde yazı, sözü çağırır ve onu dile iade etmeye kalkar. (Jacques Derrida, Edebiyat Edimleri, Otonom, sa:98)
“... yazı doğal değildir. Düşüncenin söze doğrudan mevcudiyetini, temsile ve imgeleme saptırır. Bu başvuru yalnızca “tuhaf” değildir, tehlikelidir de. Söz aslında yokken onu mevcut kılmak için bir tekniğin ilave edilmesidir, yapay ve ustalıklı bir tür hiledir. Dilin doğal yazgısına uygulanan bir şiddettir…. Temsil orada mevcudiyet ve şeyin kendisinin göstergesi olma iddiasında bulunduğu andan itibaren yazı tehlikelidir.” (Derrida, sa:86-87)
Öyle ise iki büyük sorunla karşı karşıya buluyoruz kendimizi. Bunlardan ilki sessizliğe terk edilmiş olan mağdurları duyulur kılma meselesi. İkinci sorun ise onları yazı aracılığı ile duyulur kılma çabasının; zaten olmayan sözün yokluğunu bir kez daha vurgulamakta olduğu gerçeği. Burada bir çifte yokluktan söz ediyoruz.
YAZIDA DİLİ, ONUN İFADESİ OLAN SÖZÜ BİR YOKLUK OLARAK KONUŞTURMAK...
Yazınsal uzamda “dil bir güç değildir, söyleme gücü değildir,” diyor Blanchot. Bunun nedeni yokluk olarak konuşmasıdır: “Konuşmadığı yerde, konuşuyordur zaten, durduğunda direnir. Sessiz değildir çünkü onda kesinlikle sessizlik konuşur.” (Maurice Blanchot, Yazınsal Uzam, Yapı Kredi Yayınları, sa: 47).
Öyle ise, edebiyatçının asıl meselesi sessizliği konuşturacak, sözün yokluğunun yankısını kulağımızda çınlatacak yöntemleri aramaktır.
Madem öyle, edebiyat toplumcu olmalı mı tartışması geride kalmalı çünkü çok iyi biliyoruz ki yazar vakanüvist değildir, gazeteci değildir, tarihçi değildir. Tarihe not düşmek, olayları nakletmek gibi bir derdi de yoktur. Ancak yazarın; tarihçi Michelet’nin dediği gibi “…. tarihin sessizliklerini, orgun es verdiği noktalar gibi tarihin en trajik vurguları vermek üzere bir şey söylemeden sustuğu anları” ifade etmesi gerekir. (Rancière, sa: 94)
Hem yazar hem okuyucu tarihe batmıştır ve ödememiz gereken bir kefaret var. Edebi mekânda suskuyu susanın susuşuna geri vermemiz gerekli. Bu çaba her şeyden önce bir biçim arayışını, dil arayışını zorunlu kılıyor.
Edebiyatçılar olarak bunu yapmazsak “ölüler uyumaz.” Onları huzura getirip suskularını teslim etmezsek huzur bulmazlar. Küllerinin üzerini örtmemize, mezarlarını kapamamıza izin vermezler.
Referanslar
1. Adorno W. Theodor, “Commitment” [1962], Aesthetics and Politics içinde, İngilizceye çeviren Francis McDonagh (Londra ve New York: Verso, 2007) sa. 188-189, çeviri Elçin Gen: https://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-auschwitzten-sonra-siir-yazmak/3042
2. Jacques Rancière, Tarihin Adları, çeviri: Cemal Yardımcı, Metis
3. Jacques Derrida, Edebiyat Edimleri, çeviri: Ali Utku – Mukadder Erkan, Otonom Yayıncılık
4. Jean Paul Sartre, Edebiyat Nedir, çeviri: Bertan Onaran, Can Yayınları
5. Maurice Blanchot, Yzınsal Uzam, çeviri: Sündüz Öztürk Kasar, Yapı Kredi Yayınları