Telif ajansı nedir? Ne iş yapar?

"En İyi Edebiyat Ajanı Ödül"lü Kalem Ajans'ın kurucusu, Nermin Mollaoğlu ve ekibi ile sohbet ettik. Ekip, Türkiye'deki çeviri düzeyini, bir telif ajansının neler yaptığını anlattı.

Google Haberlere Abone ol

Kalem Ajans, kurucusu Nermin Mollaoğlu ve enerjileriyle etrafa ışıltı saçan ekibi ile bu yıl 10’uncu yılını kutluyor. Bu kutlamaya Londra Kitap Fuarı’nın verdiği “En İyi Edebiyat Ajanı Ödülü” eşlik ediyor. Şu günlerde bir taraftan da bu yıl 9’uncusu gerçekleşecek İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin hazırlıkları sürüyor.

Bunca gelişmenin üzerine Kalem Ajans’a uğramak farz oluyor. Aşçı Cennet Hanım, çocuk kitaplarındaki adresimiz Göksun, mühendislik eğitimine rağmen edebiyat dünyasına bulaşan Berrak, müthiş sosyal medya uzmanı Hazal, stajyer Kübra, ajansın muhasebesinden ve aslında arşivinden sorumlu Songül ve Can’ın yanı sıra cevval edebiyat ajanları Sedef, Gizem, Nazlı, Su ve Nermin. Tüm ekibi bir arada yakalayıp, yeni gelişmeleri konuşuyor, biraz sektör dedikodusu yapıyor ama çoğunlukla onların kendi aralarındaki diyaloglara kulak kabartarak bir telif ajansının nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Buyurun, Kalem Ajans’ın kapısını hep beraber aralayalım…

Not: Söyleşilerde konuk olan kişiler güldüğünde bunu parantez içinde “gülüyor” olarak yazmak adettendir ama ben bunu yapmaya kalksaydım söyleşi okunmaz hale gelirdi. Bu yüzden, siz okurken uygun bulduğunuz boşluklara gülücükler yerleştirebilirsiniz.

“ÇEVİRMENLERİN İYİ ÜCRETLER ALABİLMELERİ İÇİN ÇALIŞIYORUZ”

Türkiye’de çeviriyi nerede görüyorsunuz?

Kalem Ajans logosu Kalem Ajans logosu

Sedef: Bir kere çeviri ücretleri çok düşük. Çoğu çevirmen, o düşük olan ücreti bile almakta zorlanıyorlar. Bu ücretlere çalışacak çevirmenler bulmak için yeni mezunlara, daha önceden tecrübesi olmayan kişilere daha ağır işler yükleniyor. Dolayısıyla bir grup çevirmen ya da çevirmen adayı, ilerleyemeden kötü bir tecrübe yaşayıp sektörden ayrılıyor. Sektörün çalışma koşulları ne kadar iyi olursa o çevirmenler çeviri yapmaya o kadar devam etmek ister. Bunu, tek geçim kaynakları olarak görmek isterler.

Biz de ajansta yazarları temsil ettiğimiz gibi çevirmenleri de temsil ediyoruz. Onların daha iyi çeviriler almasına yardımcı olmak için yayınevi ile çevirmen arasındaki ilişkiyi kuruyoruz. Aynı şekilde çevirmenlerin de daha iyi ücretlere çalışabilmesi için yardımcı oluyoruz ve yayıncıları bu şekilde yönlendirmeye çalışıyoruz.

Nermin: Türkiye’de 2000’lerden öncesinde bu kadar fazla yayıncı yokken kitapların ilk baskı sayıları çok daha yüksekti. İlk baskı olarak 5000’lerden 10.000’lerden bahsederlerken şimdi 1000 adet basıyorlar. Bu 1000 adetin karşılığında çevirmenin alacağı komisyon ya da ücreti çok düşük. Bununla geçinebilmesi gerçekten zor.

O da başka bir iş yapıyor ya da işi çok hızlı yapıyor. Ama çok iyi çevirmenler var, takip ettiğimiz, sırf o çevirdiği için kitabını aldığımız... Aman çeviriler çok kötü diye hayıflanacağımız bir durum yok bence. Ama çevirmenlerin ödemelerinin daha iyi olması için çalışmamız gerekiyor.

Sedef: Bir de Talat Sait Halman Çeviri Ödülü gibi ya da Almanya’nın verdiği çeşitli çeviri ödülleri gibi ödüllerin artması da güzel. Çünkü çevirmenliğin bir meslek olarak tanınması mühim.

Dünya edebiyatı, Türkçe edebiyata nasıl bakıyor? En son Londra’daydınız. Orada ne konuşuldu?

Nermin: Son iki fuardır, Türkiye’de olup bitenlerle alakalı olarak çok politik kitaplar peşindeler. Politik olmayan bir kitaba pek sıcak bakmıyorlar. Hatta direkt karşıma oturup “political engage yazarın var mı” şeklinde soran editörler bile oldu. Bundan çok rahatsızım. Anlıyorum ama Türk edebiyatına sadece politik yazarların çıkabileceği ülke olarak bakılmaya başlanması, elimizi çenemize koyup düşünmemiz gereken bir durum. Bununla ilgili başka şeylerin olması gerekiyor. Ama ilgi devam ediyor.

Bu yıl Mayıs’ın ikinci haftasında 9’uncusunu yapacağımız İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nde ‘fellow ship’ programı dediğimiz, yayıncılıktaki profesyonel buluşmalar programına bu yıl da geçen yıllar gibi çok yoğun bir ilgi olduğunu gördük. Peru’dan da, Etiyopya’dan yayıncı da başvuruyor. Norveç’in en iyi edebiyat yayıncısı da başvuruyor, Amerika’dan dev bir yayıncının editörü de. Demek ki, Türkiye dikkat edilmesi gereken, iş yapılabilecek bir ülke olarak görünüyor.

“SPONSORLARIN BİZİMLE AYNI HEYECANI DUYMALARI GEREK”

O zaman Tanpınar’ı anmışken İTEF’ten (İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali) konuşalım. Bu yıl İTEF’i yapamamaya dair endişeleriniz vardı. Gelecek yıl, net olarak “tamam bu yıl yapıyoruz” diyebilmeniz için neye ihtiyaç var?

Nermin: Paraya ihtiyacımız var. Bu, galiba parayla çözülebilecek bir şey. Çünkü bizim festival hazırlığımız daha çok para dilenmekle geçiyor. Halbuki paramız olsa rahatlıkla yılın olması gereken zamanında, istediğimiz, o yılki temaya uygun yazarlara davetleri gönderip onlarla ilgili daha fazla çalışabiliriz.

Gizem: Çalışmaya daha erken başlayabiliriz. Hep bir son anı bekleme durumu var.

Nermin: Evet, bu yıl hep öyle oldu. Ama mutlaka yapmamız gerektiğini gördük. Gelen istekler, e-mail’ler, profesyonel yayıncılar buluşmasına gelen talep bizi, bunu mutlaka yapmalıyız, noktasına getirdi. Ama gelecek yıl için ben her hafta sayısal oynuyorum. Ümitliyim. Bir gün olacak. Bu yıl tabii ekibimiz daha bir büyüdü geçen yıla göre ve ekip artık festival yapmayı da öğrendi.

Göksun: Belli bir süreden sonra artık nasıl yapıldığı bilgisi var ama para olmayınca, “Ya bu şöyle olabilirdi”nin hayali diğer seneyi besliyor. O heyecanı duymasak bir sonraki sene mutlaka “tamam, kapatalım” diyeceğiz ama her sene nasıl yapılacağını biliyoruz, neler olabileceğini biliyoruz, nereye gideceğini biliyoruz. Kumbaramızda sürekli onu biriktiriyoruz.

Nermin: Evet, notlar yazıyoruz gelecek yıllar için. Ama yenilikler de yapıyoruz ya da baktık iyi gitmiyor, o bölümü çıkartıyoruz. Bu yıl şöyle bir şey yapalım dedik: şimdi 30 yabancı konuğumuz olacak. 20’si yayıncı, 10’u yazar. Onlar gelmeden önce, yazar, akademisyen, gazeteci… kitapla ilgili, kitap dünyasına yakın olan birileriyle onları e-mail üzerinden tanıştıracağız. Böylece geldikleri zaman bir şekilde e-mail arkadaşı olacaklar.

Belki özel arkadaşlıklar kurarlarsa kendilerini daha yakın hissedeceklerdir diye düşündüm. Çünkü bu gelecek olan 30 kişinin de –çok istisnai bir durum- hepsi ilk defa geliyorlar. Bence çok özel bir şey bu. Türkiye’nin tam böyle bir politik bir şekilde gündemde olduğu zamanlarda burada 30 yabancı konuğu, Küba’dan Etiyopya’sına, Rusya’dan Çin’ine kadar ağırlayabiliyor olmak bence çok şahane bir şey. O yüzden çok duyguluyuz.

İTEF ve benzeri etkinliklerin sponsor bulma konusunda bu kadar sıkıntı çekmesini siz neye bağlıyorsunuz? Bu işler nasıl kolaylaşabilir?

Nermin Mollaoğlu Nermin Mollaoğlu

Nermin: Edebiyat etkinlikleri eskiden beri, çok kitlesel tüketimi olmayan bir sanat dalı olduğundan dolayı, insanların kafasında sıkıcı etkinlikler olarak yer etti. E sponsorun istediği de bir anda daha fazla insana ulaşmak. Ama bu değişiyor. Artık birçok farklı edebiyat etkinlikleri yapılıyor. Yazarların reklamlarından utanmak diye bir durumları yok artık. Hatta sosyal medyadan kendi reklamlarını yapıyorlar. Bu bir değişim süreci.

Birçok ülkede, mesela Hay Festival’nin arkasında The Guardian, The Sunday Times, Daily Telegraph ve New York Times gibi kuruluşlar var. Böyle dev medya kuruluşları ciddi destek oluyorlar. Aynı zamanda ülkenin sanat fonlarından destek alabiliyorlar. Bizim böyle bir festival için başvurabileceğimiz kamu parası da yok. O yüzden özel sektörün desteğine ihtiyacımız var. Özel sektörün de kesinlikle edebiyat seven bir sektör olması gerekiyor. En azından yöneticilerinin. Ve onların da bu işi desteklerken o heyecanı bize vermesi gerekiyor. Yani, “Parayı verdim, ah ne kadar da güzel iş yaptım” değil de “Ben de bu işin parçasıyım” duygusunu verebiliyor olması lazım ve edebiyat bunu en rahat verebilecek olan şey.

Göksun: Burada zaten kitleyi bulmak zorken bir de ona destek verecek edebiyatsever, yönetici kademesine ulaşmak, bir de ulaşmaya çalışmak çok zor.

Nermin: Ama İTEF hep şanslıydı. Ben başından beri çok şanslı bir yapı olduğunu düşünüyorum.

“BU TÜRKİYE’YE VERİLMİŞ BİR ÖDÜL”

Peki, ödüle dönelim. Biz bu ödülü siz alana kadar bilmiyorduk.

Nermin: Aslında çok eski bir ödül değil. Yeni verilmeye başlandı. Dün bizim ofisimize Almanca çevirmenlerinden Regaip Minareci geldi. Ödülü görünce “Dokunabilir miyim, bu Türkiye’ye verilmiş bir ödül” dedi. O kadar hoşuma gitti ki!

Çünkü biz gerçekten Türk edebiyatını tanıtmak için çalışan bir ajansız. Türkiye pazarını geliştirmek için uğraşan bir ajansız. O yüzden Türkiye’ye verilmiş bir ödül diye düşünüyorum. Çünkü biz Türkiye’de üretilen metni temsil ediyoruz.

Kaçıncısı verildi bu arada?

Gizem: 2014’ten beri veriliyor.

Nermin: Bu arada ajanslara verilen başka bir ödül olduğunu sanmıyorum. Ama bunu Londra Kitap Fuarı başlattı çünkü meslekte belirginliği arttırmak, sektörün arka planını göstermek istiyorlar. Profesyoneller arasındaki ağı da güçlendirecek bir ödül olarak planlamışlar.

Ben mesela bu ödülü almak istedim ama bunu bu kadar erken alabileceğimi düşünmüyordum. Arzum, bunu 50 yaşından önce almaktı. Şu anda 42 yaşındayım. Bu daha çok mutlu etti. Bir de bu ödülün tam 10’uncu yılımızı kutlarken gelmesi, çok güzeldi. Ödül konuşmasında Kalem’le ilgili söylenenler, ödül kadar bizi çok duygulandırdı. Çok incelikli düşünülmüş, güzel bir metindi.

Gizem: Türkiye’nin yaşadığı bu zor günlerde Nermin Mollaoğlu ve Kalem Ajans’ın yaptığı işin çok çok daha değerli olduğunu ve bu ödülü hak ettiklerini düşünüyoruz, gibi bir şey söylemişlerdi.

Peki, biz çeviri edebiyatta en çok ne okuyoruz?

kip7

Nermin: Biz daha çok İngilizce’den çevrilen kitapları seviyoruz. Çok popüler olan kitaplar daha fazla satıyor.

Gizem: Ödüllü kitaplar.

Nermin: Bir de bazen hiç şey akla gelmeyecek, sürpriz kitaplar satabiliyor. Mesela Tanrı’nın Unutulan Çocukları (Craig Silvey, Martı Yayınları, Çev: Selim Yeniçeri) inanılmaz sattı. Ben o kadar şaşırdım ki rakamlara, ben de oturdum kitabı okudum. Normalde genç yetişkin kitabı olarak sunulmuş birçok ülkede. Bizde yetişkin kategorisinden girdi.

Can: Bir de Alamut Kalesi var mesela.

Nermin: Hala satıyor! İnanılmaz, longseller’a örnek diyebileceğimiz bir kitap.

Hazal: Popüler bilim kitapları iyi satıyor bu ara. Çabuk tüketilebilecek felsefe kitapları.

Göksun: Türkiye'de kitapların aşağı yukarı yüzde 60’ı, çevrilmiş kitaplar. Tamam, Amerika- İngiltere baskınlığı var ama bence yayıncıların bir dünya edebiyatı arayışları da var. “Ne var ne yok takip edelim, bilelim” diyorlar ama tek kısıtımız, farklı dillerden yetkin çevirmenlerin olmayışı.

Nermin: Biz de bunun için çevirmenleri temsil ediyoruz. Onlarla iletişimdeyiz.

Göksun: Evet. Türkiye yayıncılığı aslında buna hazır yani.

Şu an Türkçe’den en çok çevrilen yazar Ahmet Ümit mi?

Nermin: Tanpınar galiba. Tanpınar, 46 dile satılmış. Ama Ahmet Ümit’in her kitabı aktif. Tanpınar’da sadece 2 kitapta hızlı çeviriler yapılmış; Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Huzur. Yeni yeni Beş Şehir çevriliyor. Sahnenin Dışındakiler mesela bir çeviri olmuş, Farsça’ya çevrilmiş. Ama Ahmet Ümit’in bütün back list’i aktif ve çevriliyor.

RESİMLİ KİTAPLARIN YÜKSELİŞİ…

ço

Göksun çocuk kitaplarında durum nasıl? Sanki artık, eskiden pek karşımıza çıkmayan dillerde de kitaplar çevriliyor.

Göksun: Oradaki kolaylık, İngilizce çevirilerinin önceden yapılmış olmasından kaynaklanıyor. Yayıncı için daha az maliyet söz konusu. Daha kolay çevirmen bulunuyor, vesaire. Mesela en son Slovence’den bir kitap sattığımda hakikaten çok mutlu olmuştum.

Uzun bir zaman üzerine çalıştığım çeşitli yayıncılara önerdiğim bir kitaptı. Çünkü kendi kendimi motive etmiştim bu kitap basılmalı diye. Onun haricinde yayıncıların istekleri de değişiyor. Değişen ne var dersen, önceden kitaplar yayıncılar için 8 yaş üstündeki çocuklara hitap etse yeterdi ama şimdi +3 yaş için resimli kitaplar tercih edilebiliyor. Çünkü sosyal medyanın etkisiyle bu kitapların ilüstrasyonlarındaki görsel estetik yayıncıları ön plana çıkarmaya başladı.

Nermin: Görselli kitapların bu kadar piyasası yoktu.

Göksun: Yeni yayıncıların bile “ben resimli kitap basmak istiyorum” diye gelmesi benim için çok büyük bir değişiklik. Resimli kitapların en önemli adresi diyebileceğimiz yayıncılar bile kısa bir süre önce başladı resimli kitap basmaya. Ama şimdi yeni yayıncılar bile oradaki potansiyeli görüp adım atmak istiyorlar.

Nermin: Bir de şöyle bir şey değişmedi mi Göksun; eskiden anne- babalar ne kadar çok yazı varsa o kadar iyi bir kitap gözüyle bakıyorlardı, artık gerçekten kaliteli belki de içerisinde birkaç kelime olan kitaplara da para ayırabiliyorlar.

Göksun: Kesinlikle. Sosyal medyada resimli kitaplar o kadar ilgi yarattı ki, aslında yetişkin kitaplarında da istenebilir bir duruma geldi. Artık Sadık Hidayet’in Kör Baykuş'unu resimli kitapla okumak daha büyük bir zevk. Yetişkinler için resimli kitapların elbette bir kitlesi vardı ama bu kitle genişledi.

Peki, biraz ajansın içine bakalım. Cennet Hanım, Kalem Ajans ne yiyip içiyor? Nermin bana dedi ki “Stresli anlarımda Cennet şekerli kahvemle çıkageliyor, keyfim yerine geliyor.”

Cennet: Gerçekten. Anlıyorum. Hissediyorum. Stresli bir iş olduğu için, işten dolayı bazen keyifsiz oluyor, anlıyorum. Yemekler konusunda da… zayıflamak istiyorlar! Bize az yedir, diyorlar. Ama en çok kilo alan da benim!

Az az mı yiyorlar? Sana diyet yemek mi pişirtmeye çalışıyorlar?

Cennet: Yok yok, yiyorlar. Diyet pişirmiyorum.

Nermin: Biz öğlen yemeklerinde yazarlarımızı ağırlıyoruz. Sadece Cennet’e bunu haber vermiyoruz. Stres yapıyor öncesinde. O yüzden ne çıkarsa.

Cennet: Ben de diyorum ki bana söyleyin, haberimiz olsun. Çünkü misafir geliyor, misafire özel yapmak istiyorum.

Nermin: Evet, o yüzden kuru fasulye de çıkabiliyor mesela.

Peki, sen nasılsın Kübra? Kalem Ajans’ta stajyerlerin konumu nasıl? Mutlu musun?

Kübra: Çok mutluyum. Ben başta ne yapacağımı bilemiyordum. Çünkü belirli bir iş alanında değil, stajyer olarak girdiğim için ne iş veriyorlarsa yapıyorum ve çok mutluyum. Bana güvenmeleri çok hoşuma gidiyor.

“-ANNE, SİZ NE İŞ YAPIYORSUNUZ? -KİTAP PAZARLAMA”

eki

Bu arada, siz yaptığınız işi evdekilere nasıl tarif ediyorsunuz?

Berrak: Edemiyorum.

Cennet: Benim oğlum soruyor mesela, “Anne siz ne iş yapıyorsunuz” diyor. Diyorum ki “kitapları pazarlama”.

Berrak: Yani en son verdiğim, en genel cevap “Kitapların telif hakkı. Okuduğunuz kitapları, yabancı yazarların kitaplarını, haklarını biz buraya getiriyoruz, Türk yazarlarla biz tanıştırıyoruz” oluyor. “Hıı” diyorlar. Bilmiyorum ne kadar anlaşılıyor. En azından bir adım daha anlaşılır olduğunu düşünüyorum.

Gizem, sen evdekilere ne iş yaptığını nasıl anlatıyorsun?

Gizem: Benim 2012’den beri en büyük derdim bu. İngiliz Dili ve Edebiyatı okudum ben, filoloji olarak geçiyor. Babam benim doktor, mühendis falan olacağımı bekliyordu. Sonra ben filolog oldum. Ailede anlatmaya başladı.

“Bizim çocuk… İngilizce… öğretmenlik…” falan diyordu ama asla “filoloji” demedi. Sonra bu işe girdim. “Neden öğretmenlik yapmıyorsun?” dedi. Şu an aileye sadece “işte yurtdışına gidiyor” diyormuş. Kuzenimle konuştuk geçen gün. “Ne diye anlattı size?” dedim. “Yurtdışına gidiyor, dedi. Kitap, dedi. Yazar, dedi. Ama çok mutlu!” deyip kapatmış konuyu. Ama belli başlı cümlelerle anlatmaya çalışıyorum ama. Yavaş yavaş oturacağına inanıyorum. Mesela telif hakları meselesi artık oturdu kafasında.

Sedef: Aynı problem benim babamda da var. Ben 9-10 yıldır bu işi yapıyorum ama “sen kaymakam olmayacak mıydın” diyor hala.

Peki, biz aslında herkese bu telif hakları işini anlatabiliyor muyuz?

Göksun: Ben anlatabilmeye başladım. Kitabın künyesine bak, işte o satırlar için çalışıyoruz diyorum.

Nermin: Mümkün olduğunca anlatıyorum ve zaman harcıyorum bunun için. Mesela bunun ne olduğunu kuaförüme öğrettim. Künye sayfasını açıp kitabın copyright işaretini gösterdim. O işin arkasında nasıl bir paranın döndüğünü anlatırsak aslında o zaman daha fazla anlıyorlar. Ben Yapı Kredi Yayınları’na iş görüşmesine gittiğim zaman, Ayfer Tunç’un “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” kitabını okuyordum.

Ataköy’de, üst geçitte, korsandan almıştım kitabı. Şimdi bununla ilgili zaman harcıyorum. Hakikaten insanlara anlatmaya çalışıyorum. Tabii ki bizim sektördekiler artık ajansı, telif satmayı biliyorlar. Eskiden Bulgarca’ya kitap satıldığı zaman Radikal’de haber olurdu. Bugün saydık, Hakan Günday’ın 41, Ahmet Ümit’in de bugün gelen Yunancayla beraber 60 çevirisi olmuş. Şimdi mesela bunlar artık haber olmuyor.

Peki, Songül ve Can, siz muhasebeci olurken hiç böyle bir yerde çalışacağınızı düşünüyor muydunuz? Bir telif ajansında muhasebe ne yapıyor? Bu işleyişi biraz anlatsanıza bize.

Songül: Göksun, Sedef ve Nazlı kitapları satıyorlar. Sözleşme aşaması başlıyor. O süreçte Berrak ve Hazal devreye giriyorlar. Sonra imzalar tamamlanıyor. Bunları bir de biz kayda alıyoruz, Can yapıyor bunu. Sonraki süreçte de ödeme takibi başlıyor.

Türkiye’deki yayıncıdan onu tahsil etmemiz ve yurtdışındaki yayıncıya transfer etmemiz gerekiyor. Sonra kitap basılıyor, baskı bilgilerini toplamamız gerekiyor. Baskı kopyalarını alıp yurtdışına göndermemiz gerekiyor. Telif raporlarını takip etmemiz gerekiyor. Önceden kolaydı bunu yapmak çünkü çok fazla kitap yoktu. Her geçen gün sayı artıyor. Normalde tüm kitapların raporlarını benim nisan sonunda bitirmem gerekiyordu ama korkarım olmayacak.

Gizem: Songül’ün travmaları başladı.

Can: Direkt düz bir muhasebe yapmıyoruz. Aslında bizim arşiv ve takip üzerine kurulu bir muhasebemiz var. Biz kitap satıldıktan sonraki süreçte bütün takip aşamalarını, arşivleme aşamalarını izliyoruz. Muhasebe dediğiniz şey baktığınızda hani aslında sayılarla ilgili bir kavram. Onun için zaten çalıştığımız bir mali müşavirimiz var. O yüzden bizimkisi daha çok şirketin veri kaynaklarını ve arşivini tutmak anlamında bir muhasebe oluyor. Benim muhasebe adına yaptığım tek şey, aslında fatura kesmek.

Sen bu ofisin tek erkek çalışanısın. Bu kadar çok kadınla çalışmak nasıl?

Can: Valla güzel. Ben işin açıkçası çalışma arkadaşlarımdan memnunum. Kız olmalarından da memnunum. Çünkü daha iyi anlaşıyoruz diye düşünüyorum. Onların gözünde de herhalde daha değerliyim diye düşünüyorum. O yüzden de biraz da hoşuma da gidiyor işin açıkçası.

Songül: Bir de alıştı artık. Mesela Cennet Abla akşamları giderken “iyi akşamlar kızlar” diyor o da cevap veriyor.

Can: Evet, artık kendimi “kızlar”a adapte ettim.

Gizem: Ama özel yaşamında bu senin için büyük artı tabii. Kadınları çok iyi tanıyorsun.

Can: Aslında benim hayatımda hep kadınlar daha fazla oldu. Okuduğum bölümde de öyle oldu. Küçükken Millet top oynardı, ben kızlarla kedi bakıyordum. Apartmandaki arkadaşlarım kızdı. Apartmanda erkek çocuk yoktu. Dolayısıyla kızlarla küçüklüğümden beri hep daha fazla arkadaşlık kurduğum için burayı çok da yadırgamadım. Kendimi çok da kasmadım.

“TUNA KİREMİTÇİ ORADA ÇALIŞMIYOR MU?”

Bu işi yaparken başınıza gelen en fantastik şey neydi? Hadi bize eğlenceli bir hikâye anlatın!

Hazal: Hepimizin telefonu var ama biri aradığında ilk çalan telefon benimki. Bu defalarca yaşadığım bir şey. Açıyorum, Tuna Bey’le görüşebilir miyiz, diyor. “Tuna Bey?” diyorum. “Tuna Kiremitçi. Orada çalışmıyor mu?” Kapatıyorum. İki-üç gün geçiyor. Başka biri arıyor, Gül Hanım’la görüşebilir miyim, diyor. “Gül İrepoğlu. Orada çalışmıyor mu?” Bunu defalarca yaşadım ve artık insanların kafasında şöyle canlandığını düşünüyorum: Yazar listemizdeki 100 küsur yazar bir odada toplanmış, kitaplarını burada yazıyorlar. Sonra biz onları yurtdışına satıyoruz.

Nermin: Ben bunu bilmiyordum. Çok tatlıymış.

Gizem: Kırmızı Parti’yi biliyorsundur, 10’uncu yılımızda Frankfurt’ta yaptığımız parti. “Kırmızı giyeceksiniz” dedik, dresscode dedik. Biz herkes kırmızı giyinir diye bekliyoruz. Bence çok güzeldi. Kırmızı biberlerle gelenler oldu. Feslerle gelen oldu. Galatasaray formasıyla gelen oldu.

Hazal: Kırmızı başlıklı kızımız vardı. Bunların hepsi yabancı insanlardı ve bir Singapurlunun Galatasaray formasıyla gelmesi çok tatlıydı.

Nermin: Şeyi hatırlıyor musunuz? Alman editör ilk kez kırmızı bir şey giymişti hayatında. Hatta kızı şaşırmış “anne nasıl böyle bir şey yaptın?” diye.

Berrak: Biz ajansta kapıyı iki kez çaldırmıyoruz. Bir gün kapı çaldı, koşarak gittim açtım. Bizim kapı dışarı doğru açılıyor ya, arkada bir kadına çarptım “ay pardon” dedim. Kadın kapının arkasından çıktı “önemli değil, önemli değil” dedi. “Merhaba” dedi.

“Merhaba.”

“Kalem Ajans, değil mi?”

“Evet.”

“Bu da benim kızım!” dedi.

Ben böyle baktım. Acaba stajyer mi gelecekti, yazar mı? Ama “bu benim kızım” diye de tanıtılmaz. İsim söyler. Boş boş baktım kadına. Sonra kadın “cast ajansı değil mi?” dedi. Yok, telif hakları ajansı dedim. “hii pardon pardon yanlış geldik” deyip koşarak aşağı indiler. Ben arkalarında kala kaldım.

Nermin: Aslında bizim bu işe girmemiz lazımdı. Burada para var.

Hazal: Bunun için arada arıyorlar da. Mesela geçen gün biri aradı. “Kalem Ajans mı?”

“Evet, Kalem Ajans.”

“Tamam, bize üç tane model yolla.”

Ben sana ne modeli yollayacağım? En fazla kitap modeli yollayabilirim.

Diyor ki “A Plus modele ihtiyacım var.”

A plus zaten o kadar canlanmıyor ki kafamda. Üç tane A plus model?

Gizem: Çamaşır makinesi!

Hazal: En kötü ihtimal o geliyor aklıma zaten. Ama bir yandan da acaba benim bilmediğim bir terim olabilir mi, diyorum. Belki de kitabın bir şeyine A plus deniyordur. A plus kitaplar vardır hayatımızda. En sonunda dedim ki “kardeş sen nereyi aradın?”

Dedi ki “Orası Kalem Ajans değil mi?”

“Ya öyle de siz ne için istiyorsunuz bu modelleri?”

“Ya işte açılışta kapıda duracaklar.”

Kübra: Biz kitaplarla dururduk ya.

Hazal: Sonra öğrendik A plus 1.70 boyun üzerindeki modellere deniyormuş.

Kübra: Ben olamazmışım zaten.