Düşünceyle bulaşan coşkular
Hepimiz iki milyon yaşındayız, Jung öyle diyor. Anılarımızın, düşlerimizin ve düşüncelerimizin yaşını kimse hesaplayamıyor. Bizde hep bir başkası var, olacak, o da biziz, başkası yok. Tanpınar’la Benjamin’i anlarken bu açıdan da bakmamızı öneriyor Gürbilek,
Ben yazar değilim. Ama yazarlar da kimin yazar olduğuna karar vermeseler iyi olacak. Beni bana seni sana bıraksınlar. Derken buldum yine kendimi. Saf okur yazarın dediğini o sanki şunu oku bunu okuma demiş gibi anlar. Saf okuru üzmek ahlaka aykırıdır. Yazar o dediklerini günlüğüne yazsın ve yayınlamasın. Okuduğum kitaptan söz ediyordum ona. Gerçek olduğunu yeni anlamaya başladığım kişiye. Ne kitabın ne onun adını vereceğim.
"Sen ne yaptın?"
"Acı çektim."
"Neden ve kaç çile?"
"Duvar’da hep başkalarını anlatıyorsun. Çok çile!"
"Hepsini uyduruyorum, senden önce bir başkası yok."
"Bunu A’dan Z’ye düşünmem lazım. Allah’tan şu sıra Nigel’den onu okuyorum, Felsefe Okuma Rehberi’nin arkasından hemen ona başlamıştım da. Ha bu arada Felsefenin Kısa Tarihi’ni alma, onu beğenmedim... Sen ne okuyorsun?"
"George Eliot’tan Romancı Hanımlardan Hanım İşi Romanlar’ı gülerek okuyup yeniden Nurdan Gürbilek’e geçtim. Benden Önce Bir Başkası, iyi gidiyor."
"Var mı bir başkası?"
"Hepimiz iki milyon yaşındayız, Jung öyle diyor. Anılarımızın, düşlerimizin ve düşüncelerimizin yaşını kimse hesaplayamıyor. Bizde hep bir başkası var, olacak, o da biziz, başkası yok. Tanpınar’la Benjamin’i anlarken bu açıdan da bakmamızı öneriyor Gürbilek, ya da bunu ben çıkarıyorum dediklerinden. Evet, Tanpınar 1953’te Paris’e gittiğinde Benjamin’i göremedi, çünkü on yıl önce 48 yaşında Fransa-İspanya sınırında intihar etmiş, pasajlar yarım kalmıştı. Birbirlerinden çok farklıydılar. Yakınlık duydukları yazarlar vardı ama uzlaşamayacakları da, Marx gibi.
Bu bir tarafa, ikisi de rüya görüyordu, anıları ve düşünceleriyle varolmaktaydılar; bu da diğer tarafa."
"Daha bilmediğimiz bir sürü şey var değil mi? Birlikte anlıyoruz, anlamlandırıyoruz. Daha anlayacağımız çok şey var, iyi ki... Uykun mu var?”
"Evet, yeniden uyumak istiyorum, içinden ancak uyuyarak çıkabileceğim bir sıkıntım var. Normalim galiba. Hem belki seninkilere benzeyen düşler de görürüm. Senin Zeynep öğretmenin gibi, içinde çok sevdiğim ilk öğretmenimli, nasıl bir araya geldiklerini anlayamadığım Yıldız Kenter’li Atatürk’lü Hürrem Sultan’lı rüyalar..."
"Uyku uykunun mayasıdır. Ama dur bir dakika şunu da söyleyeyim. Bir deneme yazdım bugün. Abiler ve kız kardeş. Bir küçük paragrafı geçmedi. Güya Nigel’in Deneme Yazmanın Temel Kuralları’nda dediğini yapacaktım. İyi alışkanlıklar edinip her gün yazacaktım. Sonra zihnim diğer dediğine, aktif okumaya aktif dinlemeye kaydı. Tamam bu alışkanlık daha güzelmiş dedim ve yazmayı bıraktım. İçimi bir coşku kapladı. 'Düşüncelerle ilgili coşku bulaşıcıdır.' Bulaşıp kaldı. Anılar ve düşler de bulaşıcı mı? Ya arzularımız?”
Buna cevap verebilmem için yalnız Jung’a değil Draaisma'nın Düş Dokumacası’na da, hatta Borges’e de bir daha bakmalıyım. Ama bunun yerine birlikte Agamben okumayı teklif ediyorum. Çünkü o, insanlığın kaybettiği şeye vurgu yapıyor Çıplaklık’ta. Bizi bizim görmediğimiz görebilir, diyor. O’nun bakışından kaçmak birbirimize bakmaya mahkum olmaktır. Nietzsche’den başlamayan hiçbir bakış O’na dönemez, dönülmez akşamın ufkunda olduğunu fark etmeyen hiçbir aşk kaşıklanamaz. Bir yanda aşkın sihirli şarkısıyla okunmaz kıyıları diğer yanda “aşkım aşkım”lar. Biz ne ondan bundanız hem de ondan bundanız.
“Gelince anlatacaksın değil mi bunları? Otobüsle mi geliyorsun?”