İki dil bir şair: Zafer Şenocak

Şenocak, Celan’dan etkilenmiş bir şair. Şenocak “Celan’ı takip ettim” diyor.

Google Haberlere Abone ol

Melih Levi [email protected]

Bankta oturmuş, denizin dilini konuşmaya çalışırken bir iç çekiş alır götürür kimi zaman insanın tüm varlığını. Ardından bir yabancı gelir, kendini zor taşımaktadır. Yanınıza oturabilir miyim demese bile diyordur aslında. Oturur ve o da denizle haşır neşir olmaya başlar. Muhteşem bir gerilim kaplar yabancı ile aramızdaki mesafeyi. Bakışlarının denize uzanışında bir dert, bir çaresizlik, bir arayış vardır. Dokunmak isteriz gözlerine, bakışlarına, bakışları ile denizde bulmak istediklerine.

Neyi düşünüyordur? Nedir derdi? Onu bu kadar aşağı çeken, vücudunu bir külçe gibi ağırlaştıran bela nedir? Bir sigara çıkarıverir, denize doğru yakar. Her hareketi sanki farklı bir cümleye başlayış gibidir. Farklı kelimeler kullanarak, cümlenin yapısını değiştirerek bir çıkış yolu aramaktadır içinde bulunduğu durumdan. Gerilim gittikçe artar. Ulaşma arzusu, Attilâ İlhan herhalde “ulaşmak” arzusu derdi, birden vazgeçilmez bir gereklilik halini alır. Nedir bu insana aniden, yok yere tanımadığı birine karşı sorumlu hissettiren gereklilik?

Bir işarete muhtacızdır böyle anlarda. Bütün ortamın terini alabilecek güçte bir işaret. Bir el hareketi, bir burun çekme, derinlemesine verilen bir nefes… kendimizi yanımızdaki yabancının dünyasına iteleyecek ufak bir hareket. Bir mimik, bir jest.

Ya da tiyatronun en tanıdık sahnelerinden biri: Bir oyuncu koltuğa oturmuş telefonla konuşuyor. Nedense severiz böyle sahneleri; çekici bir yalnızlığı ve samimiyeti vardır birini evde tek başına telefonda konuşurken izlemenin. Fakat oynaması zordur böyle telefon sahnelerini. Sahnede olmayan, seyircinin sesini bile duymadığı bir kişiliğe vücut kazandırmayı başarmak gerekir. Monoton konuşarak olmaz. Telefondaki sesin kıvrımlarını, serzenişlerini canlandırabilmek için çaba gerekir. “Nasıl yani?... Bugün mü?... HADİ CANIM!... Peki neden?... E BEN SANA DEMEDİM Mİ!”

Ötekini canlandırabilmek, ötekinin varlığa inanabilmek, ötekine ulaşabilmek, ötekini yoktan var edebilmek. Ötekine duyulan bu arzuyu geçen hafta Paul Celan şiirine istinaden incelemiştik. 1961 yılında Ankara’da doğup, 1970’te Münih’e yerleşen ve hem Türkçe hem Almanca dilinde edebi eserlere imza atan Zafer Şenocak, Paul Celan’dan derinlemesine etkilenmiş bir şair. Almanca olarak kaleme aldığı bir makalede, “Celan’ın adımlarını takip ettim ve kendi köklerimin kaybolduğu yerde durdum,” diyor.

Başka bir yazarın dilinden etkilenmek tabii ki sadece onun lügatini devşirmek ya da onun tekniklerini uygulamak anlamına gelmiyor. Şenocak, Celan’ın şiirinde bulduğu yersiz yurtsuzluğu, kendi şiirinde benzer bir arayışa vesile olmak için kullanıyor. Bu noktada ‘kök salan’ bir şiir anlayışından bahsetmek mümkün değil. Şenocak, kendini bir yere sabitleyip, bir dil düzenine sabitleyip, oradan yazan bir şair asla değil. Tersine, köksüzlüğün, yurtsuzluğun, yersizliğin şiirde ne tür bağımsızlıkları kovalayabileceğini sorgulayan bir şair.

zafer7

Geçtiğimiz sene yayınlanan İlk Işık kitabında şöyle yazıyor:

"Usul usul kendi kendine

Bir sözcük ararken

Yaşadığın yeri keşfet"

SÖZCÜKLER BİR ARAYIŞ PEŞİNDE

Şairin seslendiği okuyucu belirsiz bir mekanda konumlandırılıyor. Hatta, şair, şiirin düzeneklerini kullanarak mekan duygusu oluşturabilecek bir okuyucu tasarlıyor. Nasıl bir arayış söz konusu? “Usul usul, kendi kendine.” Bu ikilemeleri dillendirirken insanın heceleri uzatası geliyor, “usuuul usuuul.” Sözcükler hem bir arayış fikrini anlatıyor hem de okuyucuya bu arayışı birinci elden yaşatıyorlar. Daha şiiri okurken bile bir sözcük aradığımızı farkına varıyoruz. Burada tuzağa düşürülme gibi bir durum yok.

Tam tersine, şair “yaşadığımız yeri” keşfetmemize yarayacak olan sözcüğün şiirin dışında olabileceğine hüküm getiriyor. Şiirin bize bir ilaç olma, çözüm sunma ya da bizi aydınlatma gibi heybetli bir azmi yok. Aynı tiyatroda, telefonun öteki ucundaki sesi duyulur hale getirmeye çalışan oyuncu gibi, bu şiir de her okuyucunun dil ile olan kendine mahsus ilişkisini ortaya çıkarmaya çabalıyor.

Paul Celan şiiri tokalaşmaya, elini uzatmaya benzetirdi. Bir uzanış, ötekine yöneliş, şiirin kendi vücudundan çıkıp okuyucununkine yönelme arzusu. Şiir tarihinde bu tür jestlerle sık sık karşılaşırız. Genellikle bu jestler, şiirin, kurguladığı ritimden, ölçüden, biçemden aniden ayrılıp bir kırılma yaratma hevesinden çıkagelir. Örneğin, Charles Baudelaire, “Kötülük Çiçekleri” kitabının ilk şiirinde hayli ağdalı ve yoğun on kıtanın ardından, okuyucuya seslenme arzusuna kapılır: “Kardeşim — benzer’im — ikiyüzlü okuyucu!” (Ahmet Necdet çevirisi).

Ansızın şiirin dertli toplu, ölçülü düzeni, yerini telaşlı, spontane ve kararsız bir seslenme girişimine bırakır. Metnin belki de en ivedilikle akıllara kazının anı şairin bu şekilde, şiirin içinden çıkıp, dışarıya doğru elini uzattığı, okuyucuya doğru haykırdığı andır. Şair, her ne kadar okuyucusunun, aynı kendisi gibi “ikiyüzlü” olduğunu farkında olsa bile, öteki’nin varlığına ikna olmaya ihtiyacı vardır. John Keats, “Bu Yaşayan El” şiirinin sonunda benzer bir şekilde şöyle sunar kendini: “— bak işte burada — / Elimi tutuyorum sana doğru” (Seçkin Selvi çevirisi).

BİR DUYGULANIMDAN ÖTEYE GEÇMEYE ÇALIŞAN ŞİİRLER

Vücut dili ve jestlerin şiirin ötekine yönelişini betimleyen bu anlarında, şiir bir duygulanım kaynağı olmaktan öteye geçmeyi ve bir ivedilik, kaçınılmazlık yakalamayı hedefler. Şenocak’ın şiirinde, ötekinin şiirden edinebileceği zaman, mekan ve benzeri algılar sorgusuz sualsiz kabul edilmez. Şair, ötekinin bütün bu kavramları öznel deneyimi çerçevesinde yaratması gerektiği gerçeğini farkındadır ve kurguladığı imgelere bu farkındalığı aşılar. O halde, Şenocak’ın imgeleri okuyucuları bir yerde veya bir mekanda konumlamaktansa, direkt olarak konumlanma kavramı üzerine giderler.

"Yakın bir zamanda

Senden bana bir nefes payı düşecek

Özlem tükenecek

Sen aynada uzağa bakarken"

Yine son kitabı İlk Işık’tan olan bu dizelerde ötekini düşünmek ve ötekini özümsemek konuları işleniyor. Alenen bir sesleniş olmasa da, şairin sahiplenebileceği bakış açısı her koşulda ötekini farkında olmaktan geçiyor. Şiirin bu farkındalığı birçok etik mevzuyu beraberinde getiriyor. 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden olan Emmanuel Levinas, şiire, uzun süreler boyunca hep gölgelerle uğraşan, dünyayı ‘temsil’ etmekle kafayı bozmuş fakat gerçeklik kavramı ile canını pek sıkmayan bir tür olarak şüpheyle yaklaşır.

Fakat Paul Celan’ın bir tokalaşmaya, el uzatışa benzettiği, kendi dünyasından çıkıp bir başkasınınkine ulaşma manevraları yapan şiiri ile tanışınca fikirleri değişmeye başlar. Okuyucu, bir metnin yalnızca okuyucusu ya da oyuncusu olarak kalmamalı; şiirin hayat bulması için kendisinden ne tür taleplerde bulunulduğunu ve okuyucunun öznel dünyasını hangi durumlarda zaruri kıldığını sorgulayabilmesi gerekir.

Emily Dickinson, “Bir boşluğu doldurmak istiyorsan / Ona yol açan şeyi koy içine — / Başka bir şeyle / Tıkarsan — genişler daha fazla — / Uçurumu kapatamazsın / Havayla” diyor (Dost Körpe çevirisi). Bir şiir, okunmak isteyişini ve en temelde okuyucuya olan ihtiyacını müphem tutmaya çalışırsa, kendi içine, bir kuyunun duvarlarında döne döne en derinlerine doğru ilerler. Onu okumak bizi duygulandırabilir, etkileyebilir, fakat yazımın başında bahsetmiş olduğum, ötekinin bir sorumluluk gibi yanımızda bitiverdiği mevcudiyet duygusundan uzaklaşır.

Yüksel Özoğuz’un Almanca’dan çevirdiği, 1994 yılında yayınlanan “Gençlik Ayinleri” kitabında, Şenocak şöyle yazıyor:

“Bedenlerimiz arasında bir ip gerili

ipin üstünde bir kuş oynar durmadan

bakarsın yırtıcı bir kuş olur bakarsın ötücü

çınlar sesi oturmuşçasına yürekte

başımızın çevresindeki iplere değer bir kuş tüyü

dudaklarımız arasındaki ipi kapar bir gaga

öpücüklerimizi düğümleyen ipi çözer bir pençe

ama küçük kuş karışmaz hiç söylediklerimize”

Ancak son dizede şairin aslında söylem ve konuşma üzerine düşündüğünü öğreniyoruz. Son dizeye kadarki bütün imgeler şair ve öteki arasındaki mesafeyi kurguluyor. Şair, öteki ile arasındaki mesafeye farklı somutluklar aşılamaya çalışıyor. Aralarındaki boşluğu ısrarla farklı kuş türlerinin çıkardığı sesler, hareketler, yönelimlerle dolduruyor. Şiirin bu bölümündeki sıkışıklık, tıkış tıkışlık duygusu, imgelerin, aşırıya kaçıldığında, bir buluşmayı, sadece zihinde de olsa, imkansız kılacağını gösteriyor. Ya da Emily Dickinson’un dediği gibi, o boşluk her ne kadar doldurulsa da, her ne kadar varlık ve nesne ile “tıkansa” da, bütün bunlar sadece o boşluğau büyütmeye yarıyor. Son iki dizede ise, şiirin ‘düğümü’ yavaş yavaş çözülmeye başlıyor. “Bedenler arasındaki” gerilim kendi sessizliğini kurgulayıp duyulabilir hale geliyor.

20'nci yüzyıl romanının en trajik anlarından biri, Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” adlı romanındaki ana karakter Bayan Ramsay’nin ölümü ve bu ölümün yalnızca bir parantez içinde okuyucuya ilan edilmesidir! Bayan Ramsay’nin kitaptaki karakterleri bir arada tuttuğu ve bütün kişilikleri en berrak halleriyle görünür kıldığı söylenebilir. Böylesine önemli bir karakterin ölümü haliyle roman için de ciddi bir felaket olacaktır. Kitabın daha gerçeküstücü bir dile başvurduğu ve zamanın akıp gittiği ikici bölümünde, bir parantez içinde öğreniriz Bayan Ramsay’nin artık hayatta olmadığını:

“[Bay Ramsay, bir sabah karanlığında yürürken tökezleyince kollarını uzattı fakat, Bayan Ramsay'nin bir önceki gece ansızın ölmüş olmasından, kolları, uzatılmış olmalarına rağmen, boş kaldılar.]”

Kitabın geri kalanındaki ruh halini bir araya getiren jesttir bu: uzatılmış fakat boşta kalmış bir el, kayıp duygusunu, matemi bir kol hareketinde toparlayan jest. Bu noktadan sonra, Bayan. Ramsay’i hatırlayan her cümlede bu çaresiz uzanışı tekrar tekrar yaşarız. Sanki bize, okuyucuya doğru uzanmıştır Bay Ramsay’nin eli, asılı kalır zihnimizde. Kitaptaki kayıp duygusu ile başa çıkmaya çalışırken, anlatının bu ölüme verdiği tepkiyi incelerken, hep bir uzanıştır alır götürür zihnimizi.

BİR JEST YAPMAYA KALKIŞAN METİNLER

Bir metnin bütün enerjisini toplayıp bir jest yapmaya kalkışması. Okuyucuya doğru elini uzatması. Bir araya gelebilmek için ihtiyacımız olan ufacık bir işaret.

Şu deniz kıyısındaki banklar çok garip. Vücutlarıyla - kaldıraç gibi - dertlerini dengelemeye çalışan çok insan geçiyor buradan. Önce ikna olamıyorum iki dakika sonra birlikte direneceğimize şu hayat olayına. Çünkü sokakta görsem Ben'i saklayacağım tipler de var aralarında. Bunu söylerken kendimden şöyle bir uzaklaşıyorum çünkü ayırt ediyorum, ama hangimiz etmiyoruz ki kendimizi kendimizden. Şöyle bir geriliyorum. Dalgalar da gergin. Belli ki gelen yabancılar da.

Bu bankta oturacağız birlikte, kaçarı yok. Bütün bu sorgulama sualler standart. Asgari yaşam belirtileri. Hemen sonra, iki vücuduz, tek vücutla bakıyoruz şımarık şımarık, bir oraya bir buraya taklalar atan dalgalara. Genelde böyledir. Tutarlılık ararız biz olmayanda. Bir dediği iki tutsun isteriz bizden ötesinin. Ama dalgalar çoklar, adam olmazlar. Sonra nasıl oluyorsa hep sevişiyoruz, istisnasız. (Dertler hep sevişecek dertler ararlar çünkü aldatmayı sever onlar). Böylece yanımdaki yabancı ve ben, iç içe geçmiş, hayata meydan okuyoruz, insanlığımız yeniden denizde belirene kadar.