Kendine uzanan bir şiir!

Benlik kavramının mümkünlüğü modern şiirin en görkemli anıdır. İşte o şairler ve anlar...

Google Haberlere Abone ol

Melih Levi -  [email protected]

İnsan bazen, hele ülkesinden uzakken, bir sohbete köşesinden bir yerinden girmeye çalışır da başaramaz ya, hani her şeyin dışında kalma hissi oturuverir içine. Pis bir koku gibi. Bin bir türlü cambazlığa rağmen insanların samimiyetine ulaşamama hissi ile dolar. Her ne kadar kendini uzatsa da insanlara doğru, bir türlü dokunamaz içlerindeki çalgıların tellerine. Kendine doğru uzar. Fazıl Hüsnü Dağlarca “Boşlukta” başlıkla şiirinde belki de buna benzer bir durumu, bir şeylerin dışında kalma halini anlatıyor. Önce, “İşte derim seveceğim artık / Daha seveceğim,” diyor. Tam sevmeyi, dolu dolu, kucak dolusu sevmeyi kafasına koymuşsa da şair, bunu bir türlü başaramıyor:

Ama yok

Yok kimse

İnsanlar insanları sıcaklığına almamış

Almamış yaşadığına insanlar insanları

Dikkat ettiniz mi, dizeler hep bir önceki dizeleri bitiren kelimeler ile başlıyor. Ama yok. Yok kimse. Dizeler kavuşamıyor, birbirlerine çok yakınlar. Aynı yüklemi paylaşıyorlar, onları harekete geçiren kelimeler aynı. Fakat hep bir adım ötede duruyorlar birbirlerinden. Birleşemiyorlar. Ulaşamıyorlar birbirlerine kağıt üzerinde. Ne kadar güzel anlatıyor bu dizeler insan sevgisinde karar kılmış bir şairin insanlara ulaşamadan kendi yalnızlığına çekilmek zorunda kalışını. Şiir muhabbet arzusunu anlatmıyor, şiirin kendisi bir muhabbet arzusu. Sözcükler, biri onları okusa da göz diktikleri yankılara ulaşsalar diye bekliyorlar. Sesli okunmadan duyulamayacak bir enerji gizlemiş Dağlarca bu dizelere. Kelimeler şairin duygulanımlarına varis olmuşlar, hissedilmeyi bekliyorlar. Önceki dizelerde Dağlarca şöyle diyor:

Ellerim ayaklarım yüzüm belki

Uzanır

Uzanır büyür

Uzanır büyür bir yokluğa

Her gece tasalı

Her gece çirkin

ULAŞMAK UZANMAYA EVRİLİYOR

Benzer bir teknik kullanmış şair. Fakat bu sefer ulaşma arzusunu uzanma eylemi üzerinden pekiştiriyor. ‘Uzanır’ yüklemini her tekrarladığında dizeler daha da ağırlaşıyor. Okuyucuda söylenmek istenen şeye 11yakınlaşma hissi oluşuyor, çünkü uzanılan şey gittikçe daha detaylı, daha kesinleşen bir tanım izlenimi yaratıyor. Şair tam olarak ne demek istediğini, nereye doğru uzandığını bulmak için baskı uyguluyor, kurcalıyor fakat sonunda vardığımız şey büyümüş, kocaman bir yokluk! Bütün bu çaba, bütün bu uğraş ne içindi? Bir yokluğu tanımlamak için mi? Aynen öyle. Fakat öyle bir yokluk ki bu, şairin etrafındaki her şeyden, varlıktan daha yoğun bir şekilde mevcut. Kendini dahil etmek için, bir avuç insan yakınlığına ulaşmaya çalışan şairin ruhunun attığı taklaları, tepinmelerini hissedebiliyor musunuz bu dizelerde?

Bir duygunun esiri olmak, bir duygu ile içli dışlı olmak, insanda aniden kendine dışarıdan bakma arzusu uyandırır. O ana kadar arzuları kendi dışındaki bir nesneye yönelmişken, artık kendisi bir nesneye dönüşmüştür. Ona hükmeden duygunun nesnesine dönüşmüştür. Anılarını hatırlayıp hüzünlenen insan, bir anda hüznün nesnesi konumuna gelmiştir. “Aşkın insana yaptıramayacağı şey yoktur,” deriz ya hani. Ya da aniden melankoli alır götürür ya yemek sofrasında birini, hani iç çeker, bir an için mutluluğundan bir adım uzaklaşıp, ‘çok şükür’ demek ister. Daha önce sahip olmadığımız, belki ilk defa eriştiğimiz bir bilincin heyecanı.

Hem bir çıkmaz. Hem de sonsuz, muazzam bir olasılık. Dağlarca’nın şiirinde kullandığı teknikler sayesinde dil bir çeşit maddesellik kazanıyor. Dizelerin başları ve sonları birbirlerine kavuşmaya çalışan iki köşe olarak beliriveriyor. Dizeler aniden ellerini uzatıyorlar, bir cisim gibi uzuyorlar, gökyüzü örneğin ya da okyanus gibi. Şiiri okurken kelimelere bir şeyler emanet ettiğimizi fark ederek ilerliyoruz.

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Yar Yüreğin Yar” şiirinde de benzer bir arzu ile karşılaşıyoruz. Şiirin ilk bölümünde doğadan bahsediyor şair. Doğadaki her şeyin kendini büyük bir şevkle, umumiyetle ilan etmesini anlatıyor. Sır saklamamalarını. “Suyun sudan gizli kalmadı,” diyor. “Buğdayın macerası meydanda.” “Arı gözümüzün önünde sızdı balını.” Ardı ardına betimliyor şair doğanın olağanüstü hallerini, sırladıkça artıyor okuyucunun iştahı. Fakat sonra oğluna dönüyor şair.

Size o dizeleri sunmadan önce şöyle bir sahne hayal edin: Bir baba gece geç saatte mutfakta oturmuş, oğlunun eve dönmesini bekliyor. Oğul dönünce hızlı ve sıkıntılı bir merhaba ile selamlıyor babasını, gözlerirryaşlı. Kim bilir? Belki sevdiğince reddedildi. Belki bir dostu taşınıyor, ayrılma vakti geldi. Belki de sadece çakırkeyif. Ama belki de gerçekten mutsuz, çok mutsuz, canı acıyor. Soramaz. Hep bir uzaklık numarası yapmak zorundadır babalar. Ergenliğin ‘karışma bana’ları hep yankılanır kulaklarında. Her ne kadar burnunu sokmamalıysa da oğlunun hayatına, oğlunun mutsuzluğu onda hep ikiyle çarpılır.

Bir sensin gizlenen oğul

Ağlarsın gizli gizli

Seversin gizli gizli

Ölürsün gizli gizli

Çatlarsın arzudan, iştihadan

Yer yarılır yere geçersin

Söyleyemezsin.

İlk bölümdeki doğa betimlemeleriyle biriken enerji birden oğlanın gizliliğine, ketumiyetine aktarılıyor. Bedri Rahmi şiirin bütün olanaklarını kullanıyor bu geçişi tüm şiddetiyle okuyucuya hissettirmek için: tekrarlar, serbest şiirin değişen dize uzunluklarının sağladığı beklenmedik yoğunluklar. Tek kelimeden oluşan “söyleyemezsin” dizesi sanki şiirin en ağır, taşınması en zor dizesidir. Bir kambur gibi kurulmuştur şiirin ortasına, boğazda kalır. Bütün bu gerilimi çözümlemenin yolunu yine dilde bulur Bedri Rahmi.

Yar yüreğin yar vakit tamamdır.

“Yar yüreğin yar.” Hem şiirin başlığı, hem de nakaratı. Söyledikçe söyleyesi geliyor insanın, keşfedilmiş bir güzellik gibi. İnsanın bir türlü gözünü alamadığı bir manzara gibi. Beş dakika daha kalıp iyice içimize mi çeksek? Sağ olsun, Bedri Rahmi de tekrarlama şansı veriyor bize. Şiirin devamında “Yar yüreğin yar gör ki neler var,” “Yar yüreğin yar bölüşelim,” “Yar yüreğin yar yarmağa değer” diye çeşitlemeler katıyor. Şiirin ikinci bölümünde doğa sadece gözlemlenen ve harici bir imge olmaktan çıkıyor, insan hayatında yarattığı çağrışımlar ile önem kazanmaya başlıyor. Şairin doğa ile ilişkisi, imge dünyası ile ilişkisi değişiveriyor. İmgeler görünen özellikleri ile değil de insan bilincinde yarattıkları açılımlar ile önem kazanıyorlar:

Belki seyyar kuşların ömrü kadar sade aydınlık

Belki vişne çiçekleri kadar beyaz ılık

Belki çürümüş yılanlar kadar mundar

Belki mahzende yıllanmış şarap kadar lezzetli

Bir aşktır fışkırıp çıkacak

Paylaşılmayan güzellikler insana ne getirebilir ki? Şiirin ilk bölümünde söyleyiş güzelliğinden başka pek bir şey getirmiyorlar zaten. Ama bu bölümde imgelerin hepsi demlenmiş, fışkırmak istiyorlar. Çünkü şairin coşkulanmaları, duygulanmaları artık maddesel dünyada benzetme aramıyorlar. Duygular nesne dünyasına hali hazırda dağılmış. Şair bundan böyle nesne dünyasında kendi izini sürüyor, nesnelerle yeniden tanışıyor. Kendine ulaşabilmek için nesnelerle yeniden tanışma ihtiyacı duyuyor. Bu ihtiyaç, şairi nesnelerine taptaze arzularla gönderen ihtiyaç, sanatın temel koşullarındadır. “İmgenin halleri” başlıklı yazısında İlhan Berk şöyle diyor:

“… nesneyi değiştirme, özel bir biçim verme, yeniden kurmak demektir. Bu anlamda kullanılan sözcükler, algı dünyasını değiştirir. Yeni bir nesneler dünyası yansıtır. Burada sözcükler sanki yeniden dünyayı oya11adlandırmaya çıkmış gibidir. Eski anlamlardan, biçimlerinden, varlıklarından kurtulmuşlardır. Dünyaya ilk geliyorlar gibidir.”

Oya Uysal’ın şiirlerinde de duygusal ve maddesel arasında sımsıkı geçişler görülür. 1994 yılında yayınlanan Elim Sende Ayışığı kitabındaki “Akortsuz İlişkiler” şiirlerinden “Yalnız Bir Kadın” şöyle başlıyor:

akşam geldin

yüzünde hüznü yakaladım

buruşturup iç cebine koydun

sakladın

İkinci dizedeki ses tekrarlarının yarattığı buruşma hissi üçünü dizede isimlendiriliyor. Artık buruşturma eyleminin bir ayağı maddesel bir ayağı da ruhsal, duygusal dünyadadır. Dilimize takılan seslerde, titreşimlerde arıyoruz, neyi? Bir duyguyu, atmosferi, iki sevgili arasındaki dillendirilemeyenleri, konuşmadan zihnin arka odalarına saklananları. Tekrar söylemek istiyor insan, “yüzünde hüznü yakaladım.” Sanki duygunun özü bu seslere saklanmış gibi. Bu ısrarcı sesleri zorlasak, tekrarlasak ulaşacağımız bir yer var belki. Uysal’ın “Sokaklar” şiirinde de şu dizeler dikkat çekiyor:

Ne zaman yürüsem kendime, dalgın,

gözlerimin içinden dalıp gidiyor uzaklara sokak. Ansızın

kar kokusu, ansızın yüzünde ya dönmez korkusu.

Şair dış dünyayı sürekli kendi iç dünyasına doğru kıvırıyor. Sokağı görmektense, ona görünen bir sokak var. Belki de hayal edilen, hatırlanan ama hatırda tüm fizikselliği ile belirdiği için görülen, görülmeden edilemeyen bir sokak. İlk iki dizenin paylaştığı uyak tam potansiyeline ulaşamıyor çünkü ikinci dize kırılıp üçüncü dizeye akıyor, “Ansızın / kar kokusu.” Durak olsa belki de daha uzun soluklu bir buluşma gerçekleşecek. Böylece bir erteleme duygusu oluşuyor. Üçüncü dizede beklenmedik fakat son derece nüfuzlu bir iç uyakla karşılaşıyoruz: “kar kokusu” ve “ya dönmez korkusu.” Çok telaşlı bir şiir, bütün imgeler anlık ve uçucu. Fakat bu uyak sabit. Şair “dalgın” bir halde kendine doğru yürüyor.

Demek ki kendisinden uzakta. Yeniden bir benlik keşfetmek istiyor. Bu keşif nasıl olabilir? Şair kendisine nasıl ulaşabilir? İşte belki de böyle anlarda. Maddesel dünya ile ruhsal dünyanın sesler aracılığı ile birbirine kenetlendiği böyle anlarda. “Kar kokusu” ile “ya dönmez korkusu”nun kaçınılmazlık hissi yaratan buluşmasında.

Ingeborg Bachmann, Zeynep Sayın’ın çevirdiği Frankfurt Dersleri’nde “annesi tarafından yaptığı şeyi itiraf etmeye zorlanan bir çocuk” gördüğünü anlatır. Hepimizin tanıdığı bir sahnedir bu. Anne “Söyle, ben yaptım de!” diye bağırınca çocuk önce tersler, reddeder. Fakat “susup kendini savunmaktan bıkınca, “ben yaptım” diye itiraf eder. Bachmann devam ediyor: “Sonra söylediği sözden daha doğrusu o can alıcı sözcükten çok hoşlanmış gibi, ‘ben yaptım, ben ben ben’ diye yineledi. Artık susmak istemiyor, bağırıyor… ciyaklıyordu…

Bir benin keşfedilerek tüm çıplaklığı, anlamı ve anlamsızlığı ile ortaya çıkışını gösterdiği için ilginç bir sahneydi, beni keşfetmekten duyulan sonsuz bir haz, ben demeye zorlandıktan, bu sözcük eskitilerek olağanlaştıktan, bir kullanım sözcüğüne dönüştükten ve isimlendirmesi gereken her şeyin değerini giderek düşündükten sonra duyulması bir daha olanaklı olmayan şekilde duyulan delirtici bir zevk.”

Modern şiir, temelleri sarsılan benlik kavramanı böyle rastlaşmalar ve ihtimaller etrafında geri kazanmaya çalışır. Bir benlik kavramının mümkün hale geldiği yerler modern şiirin belki de en görkemli ve gerilimli anlarıdır.