Her yol Virginia Woolf'a çıkar!
Ertuğ Uçar'ın son kitabı Woolf'un İzinde, Can Yayınları'ndan çıktı. Uçar'ın metni, bir hevesle başlayanın ve tutkuya dönüşenin deneyimlenmesinin hikâyesiyle buluşturuyor bizi.
İnsanın bir şeye ilgi duyması, sonunda o ilginin bir tutkuya dönüşmesi ve yazma isteğinin başlangıcı, Ertuğ Uçar’ın “Woolf’un İzinde” adlı kitabı sanırım bu cümlelerle ifade edilebilir. Sonda söylemem gerekeni baştan söylemiş gibi olsam da bu kitap bize insanın tutkularının peşinden gitmesine dair epey şey söylediği için buradan başlamak uygun gibi geldi bana.
VİRGİNİA WOOLF'A ÇIKAN YOL
Uçar, deniz fenerlerine duyduğu hevesin nasıl yazma serüvenine dönüştüğünü anlattığı kitabında, Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” kitabı ile yolunun kesişmesinden de bahsediyor. Başlangıçta ismi sadece fenerlerle ilgili olduğu için edindiği bu kitabı farklı farklı dönemlerde tekrar okuyarak, bu kitabın onun yazma serüvenini başka bir sürece, okurluk sürecine taşıdığını dile getiriyor. Ona göre, Türkiye’de Woolf okurluğunun zor olduğunu söyleyenler yanılıyor o, bir arkadaşının bunu dile getirmesi sonucu, Woolf’un özellikle “Deniz Feneri” kitabının başkarakterlerinden Bayan Ramsay’in bizim annelerimizi hatırlattığından söz ederek fikrini destekliyor, evde kullanmadığımız eşyaları yazlığa taşıyan, gördüğü her genci evlendirmek isteyen, kendini değil kocasını, misafirleri, komşuları, Virginia’yı ve kardeşlerini düşünen bu karakterin aslında neredeyse her gün karşılaştığımız bir anne profili çizdiğine dikkat çekiyor.
Uçar haklı, Bayan Ramsay, bize dayatılan “ideal kadınlığı” temsil ediyor, dünyanın neredeyse her yerinde kadına yüklenmiş o rollerin taşıyıcısı olmanın özellikleri bunlar, hep hoşgörülü, sıcak, sevecen. Annelerimiz, büyük annelerimiz hayatını kendisi dışında her şeye adaması beklenen kadınlar yani.
DENEYİM YOKLUĞU, TATMİNSİZLİJ VE HÜSRAN
Ertuğ Uçar’ın yazma tutkusu başta da belirttiğimiz gibi deniz fenerlerine duyduğu ilgiyle paralel ilerliyor. Uçar, çocukça denebilecek bir hevesle öncelikle deniz fenerlerine dair ne bulduysa okumaya çalışıyor, sahafları aşındırıyor, sahaf kedileri ile dost oluyor, kartpostalları topluyor, içinde deniz feneri olan her şeyi deyim yerindeyse yalayıp yutuyor. Tüm bu birikimi yazmak istediğindeyse bir eksiklik duyuyor. Kitabî bilginin ifade edemediği bir şeyler, bir yoksunluk duygusu peşini bırakmıyor.
Sanırım bu eksiklik hissi deneyim yokluğu ile ilişkili olarak ortaya çıkıyor. Ve bu yokluk bir şekilde tatmin olmama duygusunu beraberinde getiriyor. Bu bana Adam Phillips’in şu cümlelerini hatırlattı; “Belki çoğunlukla deneyimlediklerimizden ziyade deneyimlemediklerimiz hakkında daha fazla şey bildiğimizi düşünürüz; deneyim yaşamama tecrübesine taktığımız ad hüsrandır.” Ertuğ Uçar için neredeyse kitabi anlamda her şeyini bildiği deniz fenerleri hakkında başlangıçta yazamaması da sanırım Phillip’in bahsettiği hüsran durumuna benziyor biraz.
Yazar böylece “deniz feneri” tutkusunu başka bir boyuta taşıyor. O bu sefer tutkusunun peşinden Antalya, İstanbul, Eastbourne ve St. Ives arasında fenerleri deneyimlemeye çalışıyor ve okuru da tutkusuna ortak ediyor. Bazen kafasında yarattığı hikâyelere ulaşamama hissi yaşasa da “evimde bisküvi kokulu masamda olmalıydım” diye içinden geçirse de çocukça hevesinin nerelere vardığına kendisi bile inanmakta güçlük çekse de en azından o eksiklik duygusunu aşıyor ki şimdi elimizde bu kitabı tutabiliyoruz.
WOOLF'UN DENİZ FENERİ
Uçar başlangıçta Woolf’un “Deniz Feneri” kitabının adında geçtiği gibi direkt kendi konusuyla ilgili olmadığını düşünse de bu yolculuk sırasında kitabın asıl imgesinin “deniz feneri” olduğu sonucuna ulaşıyor. Bu konudan şöyle bahsediyor kitapta; “Deniz feneri, Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” kitabında o zamanlar benim aradığım şekliyle yoktu, doğru; ancak kitabı çapraz taramayla hızla okuyup bir kenara bıraktığım günlerden iki üç yıl sonra tekrar elime aldığımda anlamıştım ki fener orada, bu tipografik sahilin ucunda puslar arasında yükseliyor, kitabın her satırında ışığını gezdiriyordu.” Ve sonra ekliyor, “Woolf bu imgeyi, deniz feneri imgesini, şiir, şarkı ve öykülerde çoğu kez kullanılan yüzeysel haliyle dikildiği öykülerden alıp edebiyatın derin sularına çekmiş, onu ayırıp sayfalara dağıtmıştı.”
TUTKUYU DENEYİME DÖNÜŞTÜRMEK
Ertuğ Uçar’ın metni, bir hevesle başlayanın ve tutkuya dönüşenin deneyimlenmesinin hikâyesiyle buluşturuyor bizi. Ayrıca, yazarlığın ve okurluğun üzerinde deneyimin nasıl bir etkisinin olduğunu da anlatan bir kitap bu. Deneyimin kaybolduğu bir dünya durumunu yaşıyoruz. Bir hız tutturmuş giderken veya her şeyi kitaplarla açıklama gayreti ile hareket ederken duyulması gereken o tatminsizliğin hüsranını yaşamaz olduk. Her şey garip bir sanallık içerisinde dönüp gidiyor, Google ile dünyanın her yerine saniyesinde ulaşabiliyoruz. Berger’in söylediği gibi: “Şimdi her şey uçucu. Teknolojik yenilikler görüneni varolandan ayırmayı kolaylaştırdı.”
Artık varolanın gerçekliğinden çok simülasyonu ile karşı karşıyayız ve bir şeyi deneyimlemektense onun bize gösterildiği kadarının fantezisi ile tatmin oluyoruz.
“Woolf’un İzinde” adlı, Can Yayınları’nın “Kırkmerak” dizisinden çıkan, Ertuğ Uçar’ın aslında yazma serüveninin izini sürdüğü bu kitap, bana bu bahsettiklerimi düşündürdü. Gerçekliğin duygusuyla yazılmış ama kendisinin olmadığı onca kitap, deneyimden yoksun onca anlatı içerisinde kaybolduğumuz şu günlerde bu metin bize deneyimsiz bir şeylerin eksik kalacağını hatırlatırken, bir yazarın tutkusunun onun okuma ve yazma sürecini nasıl belirlediğine de tanıklık etmemizi sağlıyor.