Şiir Dükkanı: Evlere servisimiz vardır!
Mehmet Can Doğan’ın kaleme aldığı 'Camekân', Yapı Kredi Yayınları etiketiyle okuyucularıyla buluştu, Doğan, metninde lirik ve soyut bir üslupla tüketim toplumunu eleştiriyor.
Melih Levi – [email protected]
Sanat gündelik hayata yöneleli epey bir zaman geçti. Hatta sadece gündelik hayattan ilham almakla yetinmedi, gündelik hayatın kendisiyle yarışmak gibi bir arzuya düştü. Marcel Duchamp’ın pisuarından, Andy Warhol’un uyuyan bir adamı çektiği beş saatlik "Sleep" filmine kadar birçok örnek vermek mümkün. Bütün bu eserler, en çok yabancılık çektiğimiz şeylerden birinin her gün yaşadığımız hayat olduğu konusunda ısrar ediyorlar.
İlhamı en uzağımızdaki ülkelerde, putlaştırılmış bir doğada veya mitolojilerde aramak çok saçma! Sanki bizi çevreleyen bütün nesnelerin, her gün yürüdüğümüz sokağın, posta ofisinin ve içtiğimiz kahvenin de bir mitolojisi yok mu? Bunlara neden sırtımızı dönelim, sanatı neden hep soyutlukların ve ideallerin dünyasında arayalım?
SANATÇILARIN YABANCILAŞMA KAYGISI
Modern sanatın en önemli başkaldırılarından birinin temel soruları bu işte. Gündelik hayatın suyunu sıkarken sanatçıların elde etmek istediği şeylerden biri de yakından tanıdığımız şeyleri daha da yakınımıza getirerek yabancılaştırmak. Hani insan bir kelimeyi ardı ardına elli defa tekrarlamaya kalktığında kelimenin nerede başlayıp nerede bittiğini unutacak noktaya gelir ya. Sıradanlıklar, onları büyük ekranda uzun uzadıya incelediğimizde yeni bir güç kazanıyorlar.
Mesela anahtarlar. Cebimizdeki velvelelerine çabucak alışırız. Fakat bir film sahnesinde aniden bütün telaşın merkezi oluverirler. Veya meyveler. İşe giderken çantamıza, bozulmuşsa çöpe atarız, ama pek de umursamayız. Bir natürmortta aniden huysuzlaşabilirler. Paul Cezanne’ın resimlerinde aksi aksi homurdanıp durabilirler.
GÜNDELİK HAYATIN DERİNLİKLERİNDE BİR ŞAİR
Mehmet Can Doğan’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan yeni yayınlanan şiir kitabı “Camekân” için gündelik hayat belirleyici bir rol oynuyor. Yazımın başında bahsettiğim gibi sıradana yönelen sanatın en önemli hamlesi bizi fark ettirmeden gündelik hayatın ta derinliklerine kadar göndermesi. Böylece tanıdığımızı sandığımız dünyayla yeniden tanışmayı bir şart haline getiriyor.
Ama “Camekân”da şair, edebiyat tarihimizde pek eşi benzeri görülmemiş bir deneye kalkışıyor. Doğan’ın şiirlerinde yepyeni bir manevra söz konusu. Şiirlerin başlıkları hep tüketici toplumunun ağzına sakız olmuş reklam, ilan ve kalıplar.
“Ürünlerimiz Kendi İmâlatımızdır,” “Aslı Gibidir,” “Evlere Servis Yapılır,” “Tadilât Nedeniyle Kapalıyız,” “Kurs Kayıtlarımız Başlamıştır.”
Bu kalıpları okur okumaz insan, halihazırda, bir tanışıklık hissediyor. Her gün işittiğimiz, tabelalarda okuduğumuz, reklamlarda, afişlerde karşılaştığımız sözler.
Zihnimize hiç yormadan, elini kolunu sallayarak giren bu sözleri okur okumaz bir beklenti oluşuyor haliyle. Şiirler en makineleşmiş yanlarımıza ayna tutacakmış gibi. Bazen kendimizi televizyonda duyduğumuz bir reklam müziğini mırıldanırken buluruz da anlık bir utanma yaşarız ya, takıla takıla bu mu takıldı dilimize diye, bu şiirler de herhalde bizi benzer bir tavra sokmak için yazılmışlar.
LİRİK BİR ŞAŞIRMA
Fakat şair her defasında şaşırtıyor okuyucusunu, çünkü şiirler beklenenin aksine çoğunlukla son derece lirik ve soyut konuları işliyorlar. Şairin en takdire şayan başarısı, gündelik nesneleri zorlayarak değil de dürtülerimizi zorlayarak bir sıradanlık duygusu aşılaması. Yani bu ilanları söylerken yaşadığımız genel tüketici hissiyatını alıp ziyadesiyle soyut bir ortama yerleştirerek sunması ve bu sayede eğilimlerimizi dil üzerinden çözümlemelere uygun hale getirmesi.
‘İÇERİ’NİN ‘DIŞARI’YA MESAFELİ BAKIŞI
Dolayısıyla şiirleri okumaya başlar başlamaz, dışarıdan, camekânlarda gördüklerimiz ile içeride bulduklarımız arasındaki mesafe hissediliyor. Bu sayede de şiire, insanı sürekli ters köşeye yatıran, afallatan bir enerji nüfuz ediyor. Sıradanı konu alan diğer birçok eserin bir nesne veya imge üzerinden arayışlarını sürdürerek, Doğan’ın ise dürtülerimizi ve yatkınlıklarımızı çözümleyerek başardığını söyleyebiliriz.
Öyle ki, şiirleri okurken hep bir mesafe ölçtüğümüzü hissediyoruz. Afişte yazanı hiç çaba sarf etmeden ve bu kadar kolayca tanıyabilmişken, içeride bulduğumuz ne oluyor da bize uzak kalıyor, çaba gerektiriyor?
Yavaş yavaş dilime serpilmeye başlamış olan iç/dış, ev/dış dünya kavramları “Camekân”ın en can alıcı gerilimini oluşturuyor. Bu durumda şairin kitabına Behçet Necatigil’in “Dışarda” şiirinden alıntı yaparak başlaması hiç de şaşırtıcı değil. Ne de olsa, ev ve dış dünya arasındaki ilişkilerin en itinalı incelemesini yapan şairimiz Necatigil’dir: “Hep paraya saygılı camlar / Camların ardı sırnaşık kirli / Yapışkan çarpar.”
‘İÇERİ’NİN VE ‘DIŞARI’NIN AYRILAMAZ BÜTÜNLÜĞÜ
İç ve dış, kesinlikle zıtlık içerisinde değil, birbirinden ayrılmaz bir bütün halinde, bir diyalektik olarak karşımıza çıkıyor. Yabancılar, karanlık ve bilinmezlik gibi kavramları genellikle dış dünya ile ilişkilendirsek de hem Necatigil hem de Doğan’ın şiirinde iç dünyanın ve evin en temel çağrışımları haline geliyorlar. “Ev Ödevi” kitabında Nurdan Gürbilek, Tezer Özlü hakkında benzer bir çıkarım yapıyor. Önce çocukken evde hissedilen içeride güvende olma durumu: “Sokak kapıları kilitlenir, perdeler örtülür, evin ışıkları yakılır.
Dışarısı karanlık, tehlikeli; içerisi aydınlık, emin.” Sonra da evin duvarlarının ne kadar geçirgen olduğunun fark edilmesi ve iç/dış ayrımının gün geçtikçe gücünü yitirip yıkılmaya yüz tutması: “Farların örtülmüş perdeleri delip evin duvarlarını taradığı an, bizi dışarıdan koruyacağını umduğumuz evin, evi kuşatan duvarların, hava kararınca örtülen perdelerin aslında nasıl da geçirgen olduğunu, biz dışarının çiğ ışığından, dışarıda olduğu söylenen tehlikeden, evin dışında tutulmaya çalışılan ölümden korumadığını, evin çıplak ampullerinden yayılan ışığın araba farlarının delici ışığı karşısında nasıl da sönük kaldığını anladığımız an değil mi?”
YÜZLEŞMEYE ZORLAYAN BİR ŞİİR: CÂMEKAN
“Camekân”ı tüketici toplumda yaşayan bireyler olarak içselleştirdiğimiz eğilimlerle yüzleşmeden okumak mümkün değil. Dışarının dilini kullanarak içeride olan biteni anlamaya çalışırken, içeriye ait bir dilin zaten olmadığını ya da sadece bir fanteziden ibaret olduğunu farkına varıyoruz. Taşıması kolay değil bu farkındalığı. Bunu kabul edersek kaybedeceğimiz çok şey var çünkü: mahremiyetler, samimiyetler.
“Aslı Gibidir” şiirinde, örneğin, kafiye kelimesi okuyucuyla alay eder gibi, kafiyeliğini son derece farkında olarak şiirde yer alıyor: “Gerçek olan sabahın bu saatinde / saksağanın biçimli kuyruğu / ve yaprakların canım yeşili — kafiye / misafir olacağım saksağana bölüm sonu.” Veya “Ürünlerimiz Kendi İmâlatımızdır” şiirinde etrafımızdaki dünya ile kurduğumuz ilişkilerin ne kadar sahici olduğu sorgulanıyor: “kediler beni düşündürüyor ama / bir bulsam parmaklarımı tüyleri arasında.”
DİL ŞİİRLE YENİ BİR DUYARLILIK YARATIYOR
Son tahlilde şair ilişkilerin kendilerine ait bir içkinliği, hususiyeti olabileceğini tamamıyla reddetmiyor. Erişebildiğimiz imgeler her ne kadar tüketici zihniyetinin arabuluculuğundan kopamayacak olsalar da dil üzerinden ve şiir yoluyla yeni duyarlılıklar yaratabilme yetisi kazanıyorlar. Örneğin “Maçın Skoru: 0-0” şiirinde bir eksiklik, kursağında kalmışlık duygusu inceleniyor.
Şiirin başlığından kaynaklanan çağrışımların bütün şiire yayılması kaçınılmaz. Buna rağmen şairin şapkasından çıkardığı imgeler son derece öznel bir hassasiyet örneği sunuyor: “Sona yaklaşmak hep eksik biçimde / çeker somsomut kaşığı kavanozun dibi / uzanan elin soğukluğu sahibi gibi / kalır dalda son yaprak ne olacak şimdi.”
Alıntıları okurken fark etmiş olacaksınız, biçimsel açıdan da pek iddialı şiirler. Neredeyse kitap boyunca bütün kıtalar kendi içlerinde uyaklı. Tabii ki bu uyakların, şiiri temel sorunlarına nasıl yaklaştırdığını anlamak gerek. Kimi uyaklar yapay birliktelikler inşa ettiklerini farkındalar. Cebinden yanlış para birimini çıkaran bir turist misali. “olsa olsa” gibi günlük konuşma diline ait bir söyleyişle “Gregor Samsa”nın uyak oluşturması zoraki bir birlikteliğe işaret ederken, “insanın insana değişi” ve “kefesi boşalan terazi” gibi tamlamaların yarattığı uyak muhteşem bir kaçınılmazlığa işaret ediyor.
İşte böyle durumlarda insan bir içkinlik duygusunun olabileceğini yeniden fark ediyor, tekrar okuyup, şiirin ahengini tekrardan duyup ses düzeyinde algılanan ilişkilerin anlamsal düzeyde ne tür çözümlemeler yaratabileceğini görmek istiyor. Uyaklar aynı zamanda iç ve dış ilişkisini besliyorlar.
ŞİİR: GERİ DÖNÜŞ HİSSİYATİ
Kitap boyunca şair kulaklarımızı uyak düzenine alıştırdığı için, uyaklar varlıklarına hep güvenebileceğimiz bir sabit, bir bilinen konumuna geliyorlar. Günün sonunda hep dönebileceğimiz bir evin olması rahatlığı. Hep bir geri dönüş hissiyatı. Fakat kıtalar kendi içinde uyaklı olunca, uyaklar yalnızca geri dönüşün her zaman mümkün olacağına dair bir güvence vermiyor, aynı zamanda her buluşmada bir kaybediş ve bir ebedi ayrılış endişesi de yaratıyorlar.
Bu gerilimi en iyi aktaran bir işin sonu anlamına gelen “Encam” şiiri. Bu şiir, kitabın son dönemecinde, “kim çıktığı gibi dönebilir evine” başlıkla bölümünde yer alıyor. Bir kıtasından alıntı yapalım: “Bir şeyi yeniden bilmenin sevinci / mevsimin değişmesi dalların eğilmesi / komşu kadın çiçeklere yer arıyor bahçede / derken bir soru: Sahi, o nerde?” Bu dizelerde uyaklar birbirine çok yakın, hemen arzularına karşılık buluyorlar.
Evin kapısını açtığında insana aniden bir rahatlık gelmesi gibi. Gel gör ki, bu hafifleme zihnin bir köşesine yerleşmiş, idrak edilmeyi bekleyen şeyleri de harekete geçirebiliyor tabii: “Sahi, o nerde?”
‘VURDUKÇA BÜYÜDÜ CAM’
İnsanı içine çeken, aldatan, kimi zamansa ele geçiren camekânlar. İşte bu kitabın temel imgesi. Şair, “Cam” başlıklı ilk şiirde optik bir yanılsamayı tarif eder gibi, camların ne tür imgesel faaliyetlere soyunabileceklerini anlatıyor. “Sağlam her geçen gün / daha da sağlam / yok ki ipi sımsıkı sarılalım / seni beni yutar cam” diyor örneğin, ya da “yutar bizi cam sessiz çölün sahibi,” ve “vurdukça büyüdü cam.”
Biçim üzerinde öyle takdire şayan bir ustalık sergiliyor ki şair, camın, camekânın ona bakanları ne tür yanılsamalara sürükleyebileceğini okuyucuya adeta hissettiriyor. “Sağlam” sözcüğü tekrar edilerek aklımızı çeliyor.
CAMLARIN ALDATICI PÜRÜZLÜĞÜ
Dörtlüğün sonuna gelince öğreniyoruz ki güne sağlamlığını veren bizim irademiz değil, camların, bizi yutan, tozu alınmış camların aldatıcı pürüzsüzlüğü. Cam imgesinin şiirde katlana katlana kazandığı farklı anlamsal boyutları düşünürken, aklıma geçtiğimiz haftalarda bir konuşmasına denk geldiğim fotoğraf sanatçısı Ori Gersht’in eserleri geldi.
Gersht, 16. yüzyıl ressamlarından Jan Brueghel’in bir resmindeki buketi gerçekte bir araya getirip aynalarla çevreliyor. Ardından aynaları elektrik akımı ile tetikleyip paramparça ediyor. Bu esnada da parçalanan aynaları yüksek bir enstantane hızı ile fotoğraflıyor. Yapım ve yıkım arasındaki ilişkiyi inceleyen Gersht’in eserlerini izlerken, insanın gerçeklik duygusu tümüyle bocalıyor.
Burada kısa bir örnek görebilirsiniz:
Aynaların parçaları farklı hızlarda yerçekimine yenildikçe gerçeklik algısı da farklı permütasyonlara maruz kalıyor. Her şeyi kolaylıkla bir arada tuttuğunu sandığımız insan algısı adım adım bütünlük kavramına olan itimadını kaybediyor.
“Camekân”da da kendi içinde tutarlı olduğuna inandığımız birçok yatkınlığımız bir yapım ve yıkım sürecine maruz bırakılıyor. Bu süreçte çok daha farklı, melez, akışkan ve değişken ilişkiler ortaya koyuyorlar. “Sinyal Alınamıyor” şiirinde de dediği gibi şairin, “Başlangıçla bitiş arası ancak bu kadar açılır açılırsa.”