Kalanların şairi: Edip Cansever
Edip Cansever “kayıplar”dan “kalan”, buna dayanabilmek için de “ölülerini gömerek yeniden doğmak”tan kaynaklanan duyguların, düşüncelerin, duyarlılıkların şairi olmuştur. Saygıyla anıyoruz…
Bugünden bakıldığında onun için her kuşaktan şiir okurunun olduğu kadar şiirle ilgili, hatta ilgisi olmayan okurların da ilgisiz kalamadığı, kalamayacağı modern Türkçe şiirin birkaç kült şairinden biridir diyebiliriz. Kim mi bu şair? Edip Cansever. Tam adıyla Ömer Edip Cansever. 8 Ağustos 1928’de (İstanbul) doğan ve 28 Mayıs 1986’dan bu yana şiir okurlarının duygularında, bilincinde, duyarlılıklarında, kalplerinde yaşayan şair. Şiir ve edebiyatla ilgili kaynaklar, Edip Cansever’in mezarının varsın İstanbul’daki Aşiyan Mezarlığı’nda olduğunu yazsın. Okurlarının, sevenlerinin dilinde, bilincinde yaşayan bir şairi parantez içine de, mezara ya da mezar taşlarıyla işaretlenen aralığa da sığdırmak mümkün değildir çünkü…
Edip Cansever’in on üç yaşındayken çocuk dergisi Arkadaş’ta yayımlanan şiiri (1941) sayılmazsa ilk şiirleri 1944 yılının mart ayından başlayarak İstanbul dergisinde arka arkaya yayımlanır. Aynı yılın kasım ayı sayısında yayımlanan “Düşünce” başlıklı şiirden bir bölüm okuyalım:
“Günahsız arzular, şekilsiz zaman;bir rüya gülüşü, içli ve sade;
yükselir ansızın dal uçlarından
bulutsuz rüyalar şekillenince”
Edip Cansever “serbest nazımla şiir yazan her şairin komünistlikle ünlendiği” bir dönemde yayımladığı ilk şiirlerini “İkindi Üstü” adlı kitabında toplar (1947). Kendisinin daha sonra pişman olduğu ve yakasını kurtaramadığını söylediği bu kitaptaki şiirler Necatigil’in de belirttiği gibi, “varlıklı bir gencin büyük bir şehirde neşeli avareliğini” dile getirmektedir. Orhan Veli de umut vaat eden genç şairi, şiir üzerinde daha çok düşünmesi gerektiği yönünde uyarır.
Kendisinin de önemli saymadığı bu ilk yapıtının şiir tarihine, birikimine zamanın ruhunu yansıtması dışında bir katkısı bulunmamaktadır. Edip Cansever’in ortaokul yıllarında şiire başlamış olmasında hiç kuşkusuz o dönemde tanıştığı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın etkisi vardır. O yıllara ilişkin anılarından öğrendiğimize göre, yazmayı sevdiği kadar okumayı da sevmektedir. Lise yıllarında, Cağaloğlu’nda bir kitapçıda genç bir kızın kendisine istediği kitapların yanı sıra bulunması mümkün olmayan kitapları verdiğini de belirtir. O yıllarda Sait Faik’in yapıtlarının bile yasaklandığını bir de ondan duyarız. Edip Cansever’in bu ilk kitabın “şok”undan kısa sürede kurtulduğunu söyleyebiliriz.
Bu yıllarda her şeye karşın onun şiirde ısrarlı ve kalıcı olmak istediğini görürüz. Önce Edebiyat Dünyası dergisinin yayınına katkıda bulunur. Daha sonra Alp Kuran ve bir başka şair arkadaşı Nevzat Üstün’le birlikte sekiz sayı Nokta dergisini çıkarırlar.
Edip Cansever’in şiirdeki büyük hamlesi değilse de ilk yenilikçi girişimi “Dirlik Düzenlik” (1954) kitabıyla olur… Bu hamle onu aynı zamanda artık şair olarak çok konuşulacağı, çok tartışılacağı, varlığını kimsenin inkâr edemeyeceği bir yola sokar ki ardından da o büyük hamle gelir zaten. “Halkın Görüşü” başlıklı şiirle ve “Sizi biz şımarttık bu kadar/Şişirdik göklere çıkardık” dizeleriyle başlayan “Dirlik Düzenlik”in ikinci şiiri “Masa da Masaymış Ha..”, şairin yelkenini dolduran rüzgâr olur… Artık Cansever denildiğinde hemen herkesin anımsadığı şiirlerden biridir “Masa da Masaymış Ha..”. Bana kalsa hiçbir biçimde bölünmeyecek bir şiir. Ama zorunlu nedenlerle küçük bir parça paylaşıyorum:
“Kimi seviyordu kimi sevmiyorduAdam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.”
“Dirlik Düzenlik” yayımlandığında hâlâ “Garip” şiirinin ya da daha eski kuşaktan şairlerin ve şiir anlayışlarının hükmü sürmektedir.. Bu etki kitaptaki şiirlerin çoğunda fark edilir. Ancak “Masa da Masaymış Ha..” şiirinin, akıntıyı kesmeye, akışı değiştirmeye yönelik güçlü bir adım olduğunu söyleyebiliriz. Çok geçmeden üçüncü kitabı “Yerçekimli Karanfil” yayımlanır (1957). Kitaba adını da veren şiirin girişini oluşturan betik:
“Biliyor musun az az yaşıyorsun içimdeOysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.”
Edip Cansever şiirinin özelliklerinin ortaya çıktığı bu yapıttan sonra onun “İkinci Yeni” dalgası içerisindeki en önemli yapıtları sayılan kitapları arka arkaya yayımlanır. “Yerçekimli Karanfil”, onu hem “İkinci Yeni” şiir anlayışına katar hem de daha önceki şiir anlayışlarının etkisinden büsbütün uzaklaştığını gösterir. Bu dönemin bir diğer yapıtı 1958’de yayımlanan “Umutsuzlar Parkı” olur. Kitap “Amerikan Bilardosuyla Penguen”, “Çember”, “Umutsuzlar Parkı” ve “Sığınak” başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşur. Edip Cansever’in bundan böyle şiirinde tema olarak ne tür sorunlarla uğraşacağının da artık iyice açığa çıktığı bir kitaptır “Umutsuzlar Parkı”.
Büyük şehrin büyüsü içerisinde büyüsü bozulmakta olan insanın iç ağrısı sese, söze dönüşmektedir artık. Bireysel açıdan duyumsanan hüzün, sıkıntı, yalnızlık, güvensizlik aslında modernizmin huzursuzluğundan başka bir şey değildir. Edip Cansever de bireysel olarak duyumsadığı, yaşadığı bu huzursuzluğu yansıtmaya başlar şiirlerinde… “Umutsuzlar Parkı”ndaki “Sığınak” başlıklı şiirden şu dizeleri onun modernizme, modern yaşantının kurgusuna yönelik tepkisini de yansıttığını düşündüğüm için alıntılıyorum:
“Hücum öyleyseYeniden başlayan şeylere
Hücum!
Daha doğmamış çocuklara
Hücum!
Dallardan önce köklere
Ve hücum!
Yaşamaktaki ölmeye”
Çok geçmez bir yıl sonra yeni kitabı “Petrol” yayımlanır (1959). Artık modern Türkçe şiirde bir yeni dalga vardır; “İkinci Yeni” dalgası. “Petrol” de bu dalganın içinden adeta fışkıran bir kitap olarak çıkagelir. Kitaptaki “Phoenix” adlı şiir, şairin biçimsel ve biçemsel yönelimleriyle birlikte şiir anlayışının neleri kapsadığına ilişkin hemen hemen her şeyi söylüyor gibidir:
“Orası bir ölümdür şarabımı büyütenÖlü yüzler gibi bir bütündür adamlar
Vaftizi gün ışığında bir garip protestan
Tanrısıyla sevişir herkes bilir sevişmeyi o kadar
Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum
Yeniden doğmak için çıkardığım yangından...”
Cansever sürekli yenilik arayan, isteyen, deneyen bir şairdir. “Phoenix” de bunu dile getirdiği tipik şiirlerindendir.
Yıl 1961 olduğunda “Petrol’ün arkasından yeni kitabı “Nerde Antigone” gelir. Edip Cansever’in izlekleri ve temaları artık kendini iyiden iyiye göstermektedir. Hangi konularda derinleşeceği, hangi temaları yeni temalarla çoğaltacağı, hangi izleklerin dilinde, sözünde temsil edileceğinin kararını vermiş gibidir, ama bu demek değildir ki onun yenilik arayışı ve şiirini geliştirme, değiştirme, dönüştürme girişimi artık sona ermiştir… Devinen, sürekli dönüşen, değişen şiir dili ve imge dünyasının benzersizliğiyle şaşırtmaya devam etmektedir. “Nerde Antigone” bir yanıyla bir geçiş ya da daha önce ilerlediği yönü değiştirmek bakımından bir çıkış kitabı olur…
Lirikle dramatik şiir arasında gidip gelen bir salıncak da diyebiliriz. Kitaptan “Şairin Kanı” başlıklı şiirini okumadan önce şunu da belirtmek isterim. “Nerde Antigone” sorusu, aynı zamanda daha sonraki yapıtlarında ortaya çıkacak bir temanın öncülüdür. Ölüleri gömmek ve yeniden doğmak Edip Cansever’in şiirinde temel sorunsallardan biridir diyebiliriz. Şair, kitabına ad olan bu soruyla aslında bize gömülmemiş ölüler olduğunu ve bu ölüleri gömecek kişi ya da kişilerin ortaya çıkması gerektiğini söylemek istiyor diye düşünebiliriz. Bu arada şunu da belirtelim. Kitapta bu başlıklı bir şiir yer almaz. Kitabın havasını yansıtacağını düşünerek “Şairin Kanı” başlıklı şiirden küçük bir bölüm paylaşıyorum:
“Ve nasıl bir acıdır ki, acıyla anlatılmazBir hiçin bir ağızla duraksız kemirildiği
Öyle bir sıkıntı ki ölümle kımıldamaz.”
Bir sonraki kitabı “Tragedyalar”da (1964) oraya da bakacaktır. Yani “bir hiçin bir ağızla duraksız kemirildiği/öyle bir sıkıntı ki ölümle kımıldamaz” dediği yere, sıkıntıya ve sıkıntıyla yaşamaya… O “uzun bardaklar”ın şiire girme nedeni bence aynı zamanda bu yaşama sıkıntısıdır. Tabii ki de aynı zamanda varoluşla ilgili kaygıdır:
“Ya alkol olmasaydı. Bir uzun bardaklarımız vardı. Herkes birbirinden artardıBulanık, bungun artardı
Kuru gök, kuru bir yağmur bırakırdı sesimize
çok uzaklarda çok düşündüğümüz bir şey solar solar solardı...”
Cansever’in, tam da dizenin işlevini yitirdiğini iddia dönemde yayımlanır “Tragedyalar”. Sanki iddiasının kanıtı olarak sunmaktadır kitabını. “Tragedyalar”daki biçim ve şiir tekniği; yerleşik, değişmez gibi görünen dize filan gibi kalıplaşmış biçimsel ve teknik öğelerin çoğunu, deyim yerindeyse silip süpürmüştür. Kitap, Edip Cansever’in benimsediği ve başlangıcından o ana kadar gelen süreçteki şiir anlayışının yalnızca çoksesli değil, çok kanallı olduğunu da göstermesi bakımından ayrıca dikkat çekicidir. “Tragedyalar” aynı zamanda şairin yepyeni bir şiir tekniğini kurgusunu, dramatik şiir biçimini uyguladığı yeni bir örnektir.
Bir yıl sonra 1966’da “Çağrılmayan Yakup” yayımlanır. Edip Cansever bu defa dramatik şiirin imkânlarıyla birlikte şiirsel öykülemeyi ön plana çıkarmaktadır. Dönemin koşullarının ve yükselen sol sosyalist toplumsal muhalefetin şiiri etkileyişi de gözlemlenir bu yönelişte. Bireyin toplumsal ilişkilerini sorunsallaştırırken başkaldırının ve umudun şiirsel temsilini dener.
Yakup mu Yusuf mu olduğunu şaşıran “Çağrılmayan Yakup”un üzerinden anlatılan aslında bir kurtulma ya da kurtuluş özlemidir. Yabancılaşmış, toplum dışına atılmış birey ya da çağrılsa, yani toplumla kucaklaşsa belki de kurtulacak olan Yakup konuşur:
“Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekliDaha hiç çağrılmadım
Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim
Ceplerimdeki eskimiş kâğıt parçalarını atayım
Sonra bir güzel yıkanayım da.”
Şiiri dil, imge yapısı, teknik açılardan sürekli yenileyen, yerleşik kalıpları kıran ve kalıplaşmayı reddeden tavrıyla Cansever, adeta devrimci bir mücadele yürütmektedir. Edip Cansever şiirinde birey vardır. Birey, toplumsal ilişkileri ve toplumsal çevresiyle birlikte, ama aynı zamanda yaşadığı mekânla ve şairin kurduğu atmosferle birlikte vardır. Bazen Yakup, bazen daha sonraki yapıtlarında olduğu gibi şiirin kahramanları olan bireyler kimi tek başlarına kimi birlikte birbirleriyle ilişki içinde bir topluluğun parçası olarak vardır.
Bazen iç içe geçmiş kişilikler olarak da çıkarlar karşımıza. Erkek, kadın farklı cinsiyetten insanlar olarak konuşurlar… Cansever’in şiirlerinde yer alan kişiler yalnızca farklı cinsel kimliklerden değil, aynı zamanda değişik meslek gruplarından da seçilmişlerdir. Bu meslekler çeşitleri açısından da oldukça dikkat çekicidir. Otel kâtipleri, cenaze kaldırıcıları, dökümcü vb… Toplumun içinde değişik nedenler ve biçimlerde yaralanmış kişileri meslekleriyle birlikte seçer özellikle. Toplumun değişik kesimlerinden tipleri şiir dilinde temsilini, tematik yelpazesini açabildiği kadar açarak gerçekleştirir.
Bu huzursuz ve sıkıntılı bireyler yalnızlık, yabancılaşmışlık, parçalanmışlık, yaralanmışlık içerisinde sürdürürler yaşamlarını. Burada üzerinde özellikle durmak istediğim bir noktaya geldik. Tüm bu bireylerin ortak bir yönü olduğunu görürüz. Edip Cansever’in şiirinde durumlarını, yaşantılarını ilişkilerini dile getirdiği bu kişilerin ortak yönü, hepsinin de bir “kalan” olmasıdır. Şair bize bu kişilerin yer aldığı şiirlerinde “kalanlar”ın varoluş sorununun içinden seslenir. O varoluşa ait duygu, düşünce, duyarlılık durumunun temsilini oluşturmaya çalışır. Hiçbir yere gidememekten dolayı “kalan” ya da Kavafis’in “Şehir” şiirinde dile getirildiği türden bir “kalan” da diyebiliriz buna…
Bu “kalan” sorununa daha sonra dönmek üzere devam ediyorum. Edip Cansever şiirinin kaynakları yalnızca Türkçe şiirde değildir. Yapıtlarındaki etkilere bakılırsa başta İngiliz şair T.S. Eliot olmak üzere Kavafis de dahil modern şiirin evrensel birikiminden ustaca yararlandığını söyleyebiliriz.
Edip Cansever, “Umutsuzlar Parkı”ndan itibaren yabancılaşma sorununu sonuçlarıyla birlikte, çağın getirdiği yıkım kaygısı içinde bir anlayışla önemser ve yapıtlarında değişik açılardan işlemeyi uğraş edinir. “Çağrılmayan Yakup”tan dört yıl sonra yayımlanan “Kirli Ağustos”taki (1970) şiirlerde de bu anlayışın izlerini taşıyan şiirler yer alır. Doğayla insan arasındaki ilişkinin hem “başa çıkma mücadelesi” olarak hem de yabancılaşma odağında sorunsallaştırıldığını söyleyebiliriz. “Kirli Ağustos” Edip Cansever’in doğayla ilk defa göz göze geldiği, hem toplumsal yaşantıya hem de kendi yaşantısına doğanın içinden baktığı bir kitaptır da diyebiliriz sanırım. “Ürperti” şiirinden bir bölüm:
“Sisini kendi yaratan gemiKayıp gidiyor ayaklarımın altından
Çırpıyor kanatlarını zıpkın kuşu
Sisin içinde
Denizde zaman yok.
Yanmış bal kokuları getiriyor rüzgâr
Kıyıdaki çamlardan
Döl tozlarıyla.”
12 MART'IN ŞİİRLERİ
Yine dört yıl sonra, bu defa toplumsal siyasal olaylara duyarlı, 12 Mart darbesiyle birlikte yaşanan acıları sorunsallaştırdığı şiirlerini bir araya getirdiği kitabı “Sonrası Kalır” (1974) yayımlanır. Bu kitabın şiirleri, çağına tanıklığın yanı sıra yaşanan birçok olayın toplumsal hafızaya kaydı açısından da önemlidir. Birkaç izleğin iç içe geçtiği “Mendilimde Kan Sesleri” başlıklı şiirde altmışlı yıllarda başlayan Avrupa ülkelerine işçi göçü, mahpusluk ve ülkenin içinde bulunduğu karamsar ortam bir arada işlenir. Yine 12 Mart döneminde devrimci gençlerin dağlarda öldürülmesine ağıt yaktığı, Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere’de katledilişlerinin acısını dile getirdiği “Ölü mü Denir Şimdi Onlara” başlıklı şiiri de bu süreçte yaşanan acıların toplumsal hafızaya kaydedilmesinde etkili olan yapıtlardan biri olduğunu söyleyebiliriz:
“Öylesine sıkılmış ki yumruklarıİyice sıkılsın diye yumruklar
Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
Kimse hüzünlü olmasın
Kimse hüzünlü olmasın diye
Sırası değil hüznün daha.
Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret
Unutulsun bu alışılmış duyarlık
O kadar sade, o kadar kalabalık ki
Unutulmaya değer onların insan gövdeleri
Ve unutulmalı mutlaka
Dolsunlar diye yüreklere
Dolsunlar damarlara.
Ölü mü denir
Ölü mü denir şimdi onlara.”
Modern Türkçe şiirde hâlâ Edip Cansever’in şiiri kadar çok sorulu, birden çok konuyu, temayı, izleği içeren şiire rastlamak olası değil. Onun neden yeni kaldığının, neden eskitilmemiş, eskitilememiş olduğunun birçok yanıtı var elbette. Bence bu da onlardan biri. “Fazla şiirden öldü” diyor Cemal Süreya, ama benim kastettiğim çokluk bu değil. Çünkü yapıtlarının sayısıyla ilgili değil şiirlerinde ortaya çıkan çoklukla ilgili yapı. Bir biçem, dahası bir yapı meselesi aslında. Aynı şiirde yan anlamlar üreten, temel izleği çoğaltan, duyguyu, düşünceyi, duyarlılığı derinleştiren biçem ve kurgusal yapı Edip Cansever şiirinin ayırt edici özelliklerindendir.
Örneğin yalnızlık ya da yabancılaşma temalarını değişik açılardan irdelediği, kurcaladığı, işleyip şiire dönüştürdüğü yapıtlarında bulabiliriz bu çokluğu… Bu biçem ve kurgu içerisinde sorun edindiği temayı tekrara düşmeden, her defasında yeni bir bakış açısıyla yeni düşünceler, duyarlılıklar üreterek şiire dönüştürmüştür.
Sonraki kitapları bir yıl arayla yayımlanır. 1976 yılında Edip Cansever’in benimsediği ve daha önce denediği dramatik şiir çizgisinin olduğu kadar genel anlamda şiir serüveninin doruğu sayılacak yapıtı “Ben Ruhi Bey Nasılım” yayımlanır. Kitapla ilgili ilk sözüm şiirlerin atmosferinin daha eski bir zamana, örneğin altmışlı yılların başına daha yakın olduğudur. Şiirlerdeki atmosfer önemlidir, ama şiirin kişisi ve onunla birlikte dile getirilen olaylar, durumlar daha da önemlidir. Çünkü kitap aslında Edip Cansever’in tüm şiirsel birikiminin, deneyiminin ana sorunsalı haline gelen bir temayı yeniden işlemekte ve daha da derinleştirerek ve şiirsel becerisini daha da geliştirmiş bir şair olarak yapmaktadır bunu. Daha önce değindiğim bu sorunu “ölülerini gömen, yeniden doğan bir ‘kalan’ olmak” diye tanımlayacağım.
“Ben Ruhi Bey Nasılım” adlı yapıtı şairin en çok konuşulan üzerinde en çok durulan kitaplarından biridir. Çünkü yapıt çok yönlü okumaya ve her okumada yeni anlamlar üretecek niteliğiyle bir şiir başyapıtıdır. Üstelik yalnızca Türkçe şiirin değil evrensel ölçekte modern şiirin önemli yapıtları arasında sayılabilir.
Kitaptan Ruhi Bey’in konuşmasından küçük bir parça:
“Ben Ruhi Bey, mutlu olan Ruhi BeyÖlümü gömdüm, geliyorum
Bir sonbahar günüydü, geliyorum
Güneşler buz gibiydi, geliyorum
Ve bütün kötülükler
Ölümün armaları gibiydi
Size anlatırım, geliyorum.”
Aslında bu dizeler yeterdi, ama şu iki dizeyi de alıntılarsam dile getirdiğim görüşü pekiştirici olur diye düşündüm:
“Gömdüm hepsini, geliyorumBütün ölülerimi gömdüm, geliyorum”
Bir yıl sonra 1977’de aslında biraz geri çekilme ya da kenara çekilme olarak değerlendirebileceğimiz şiirlerinin yer aldığı kitabı “Sevda ile Sevgi” yayımlanır. Dönemin toplumsal siyasal kültürel ortamının onun yeniden lirik şiirin yörüngesinde görünmesinde etkili olduğu düşünülebilir. Toplum ve onunla birlikte bireyi yaşama gücünü inciterek karabasan gibi kuşatmaktadır dönemin siyasal uygulamaları… Sol toplumsal muhalefet yükseldikçe siyasal iktidar baskıcı yöntemlerini daha da sertleştirmektedir. Edip Cansever bu koşullarda şiirden kopmaz elbette, ama herkese temas edeceğini düşündüğü bir temayı sorunsallaştırır.
TOPLUMSAL ÇATIŞMAYA HÜMANİSTÇE YAKLAŞIR
“Sevgi ile Sevda” adıyla yayımlanan kitap yükselen siyasal ve toplumsal çatışmayı hümanistçe bir yaklaşımla aşmayı düşündüğünü gösterir aslında… Bir bakıma kendisi de sevgiye ve sevdaya sığınır… Bu şiirler biraz da herkes birbirini sevsin diyedir sanki. Bölmeye elim varmadı, “Adsız Bir Çiçek” adlı şiirin tamamını aktarıyorum:
“Yerleştir bu sevdayı her yerineYüzünde ter olan su damlacıklarının
Kaynağına yerleştir
Her zaman saklamadığın, acısızlığın son durağına
Gül taşıyan çocuğuna yerleştir
Ve omuzlarına, daracık omuzlarına
Üşümüş gibisin de sanki azıcık öne taşırdığın
Tam oraya işte, uçsuz bucaksız bir düzlükten
Bir papatya tarlasıyla ayrılmış göğüslerine yerleştir
Ve esmediğine bir de, eski bir yangının izlerinin renginde”
Takvimler 1980 yılını gösterirken şairin yeni kitabı “Şairin Seyir Defteri” yayımlanır. Kitabın dört dizeden oluşan “Başlangıç” başlıklı şiirine bakalım:
“Doğanın bana verdiği bu ödüldenÇıldırıp yitmemek için
İki insan gibi kaldım
Birbiriyle konuşan iki insan.”
Yalnızlığın bir kez daha sorunsallaştığı kitapta birbiriyle konuşan iki insan durumuna gelen yalnızca şair değildir elbette. Şiirler bireysel olduğu kadar toplumsal umarsızlığa da dikkat çeker. Şair kitaptaki şiirlerde bir yandan umut arayışı içindedir, bir yandan da ortaya çıkan siyasal krizin oluşturduğu ortamdan kurtulmak için “çekip gitmeyi” tartışır.
Şairin son dönem şiirlerin ilk kitabı da diyebileceğimiz “Şairin Seyir Defteri”nden bir yıl sonra “Eylülün Sesiyle” (1981) kitabı yayımlanır. Kitaba adını veren şiirde olduğu gibi diğer şiirlerinde de şairin açıkça 12 Eylül askeri cuntasına tavır aldığını, sesini belki de ilk defa bu ölçüde yükselttiğini görürüz. İşte “Eylülün Sesiyle” şiirinden bir bölüm:
"Baylar!Bin dokuz yüz seksen birdeyiz
Karşınızda eylülün sesi
Ağustos çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
‘Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar.’"
DRAMATİK ŞİİRE DÖNÜŞ
“Eylül’ün Sesiyle”den bir yıl sonra 1982’de şairin tekrar dramatik şiir çizgisine döndüğünü görürüz. Bu teknik ve kurguyla oluşturduğu yapıtlarının arasına, şiirin doruklarının sonsuzda olduğunu gösterdiği bir örnek daha katar. “Bezik Oynayan Kadınlar” adıyla yayımlanan kitap aynı çizgideki yapıtlarına hem benzer hem de onlardan farklıdır. Benzerliği malum; farkı ise kitabın hem tek bir şiirden oluşması hem de bütünü oluşturan parçaların kendi içinde bağımsız yapılarının olmasıdır. Oysa Cansever’in daha önceki dramatik şiirleri tek bir şiirdir. Farklı cinsel yönelimlerin de sorunsallaştırıldığı, sorunlu bir aşk ilişkisinin tema olarak işlendiği kitapta temel sorun olarak iletişimsizlik işlenir. “Bitmeyen” başlıklı şiirden:
“Gözlerine baktım iseKi bakmışımdır
Onlar bir denizi sezme derinliğindedir”
Aynı evde yaşayan ve kitabın kahramanlarını oluşturan karakterler arasında iletişim tamamen kopuktur. Birbirleriyle diyalogları yoktur. Onun yerine duygu ve düşünceleri mektup, günlük ve iç konuşma aracılığıyla aktarılır. İki yıl sonra “İlkyaz Şikâyetçileri”ni (1984) yayımlar. Bu kitapta yeniden lirik şiire döner. Kitaptan “Armalar” başlıklı şiirden örnek bir bölüm:
“- Kim söyler caz şarkılarını en iyi- Zenciler, zenciler
- Ama sen beyazsın ne haber
- Benim de kapkara yaptılar içimi.”
“İlkyaz Şikâyetçileri” şairin aynı zamanda yaşıyorken yayımlanan sondan bir önceki kitabıdır. Kitabın tema olarak dikkat çeken özelliğiyse şairin artık umutsuzluğu kabul etmeye eğilimli olduğunu, daha bir karamsarlaştığını yansıtan şiirlerden oluşmasıdır diyebiliriz.
Edip Cansever’in yapıtları bize onun dramatik şiirle lirik şiir arasında gidip geldiğini, tarzlar arasında kesin olarak bir tercihte bulunmadığını, hatta aynı anda her iki tür şiiri birden çalıştığını düşündürüyor. Bir yıl sonra, yeniden dramatik teknik ve kurguyla yazılan şiirlerin oluşturduğu “Oteller Kenti” (1986) kitabı yayımlanır. “Oteller Kenti”, bireyin çıkmazını ya da çıkmazdaki insanı sorunsallaştıran bir kitap olarak tanımlanabilir. Edip Cansever’in dramatik şiir anlayışını her yapıtında olduğu gibi bu kitaptaki şiirlerinde de geliştirerek sürdürdüğünü belirtelim.
Şiir dili, imge örgüsü gibi hem biçem hem de biçimle ilgili, örneğin sinemanın anlatım tekniğinden yararlanmak gibi yenilikler yaptığını görürüz. Yeni olanı araştırmak, denemek ve yenilenmekten vazgeçmemek onun için sanki şair olmanın şartıdır. “Oteller Kenti”nin en çarpıcı yönü kimi bölümlerin tiyatro metni ve “sinopsis” gibi yazılmış olmasıdır. “Phoenix Oteli” başlıklı bölümden:
“METRDOTEL: Bakar mısınız, Bayan Sara, ne güzel çiçekler değilmi? (Eliyle masanın üstündeki cam kaseyi gösterir.) Hepsini
de bu sabah topladım. Erkenden. (Birden.) Çiçek sever
misiniz? Hani bazıları pek sevmez de.
BAYAN SARA: Onlar çiçek değil ki ...
METRDOTEL: Ya ne, Bayan Sara?
BAYAN SARA: Durum.”
Edip Cansever sadece bu kitabında değil, tüm yapıtlarında modern yaşantının temel varoluş kaygılarını oluşturan bireyin yalnızlığı, yabancılaşması, parçalanmışlığı, huzursuzluğu gibi temaları başlıca sorun haline getirmiştir. Ölümünden sonra “Gül Dönüyor Avucumda” (1987) adıyla yayımlanan kitapta yer alan şiirlerinde de bu tavrın sürdüğünü görürüz.
“Herkes kendini unutmuş gitmişO kadar kalabalık
O kadar tenha
Şurada, orada, daha yakında”
EDİP CANSEVER KALANDIR
Daha önce Edip Cansever’in şiirsel sorununu, “ölülerini gömen, yeniden doğan bir ‘kalan’ olmak” diye tanımlamıştım. Bununla birlikte onu niçin “kalanların şairi” olarak nitelediğimi açıklayabilirim artık.
Onu geride kalanların, geriye kalanların, bizde kalanların, bizden kalanların şairi olarak görüyorum. Temaları, işlediği motif ve izlekleri, aynı zamanda yapıtlarının gerilimini de yaratan büyük şiirsel sorununu, gidenlerden ya da gelenlerden sonrasına işaret eden “kalan” oluşturmaktadır diye düşünüyorum. Bu bir temastan kalan olduğu gibi mekânda kalanlar, zamanda kalanlar, dilde kalanlar, dilden kalanlar da olabilir. Bence öyledir de…
Hiç sözünü etmediği, ancak toplumsal hafızadaki yeri bakımından Cumhuriyet Türkiyesi'nde yaşanan en büyük trajedilerinden biri olan 6-7 Eylül 1955’te, başta Rumlar olmak üzere İstanbul’daki gayrimüslimlere yönelik linç ve yağma olaylarının onun şiirine bu “kalan” sorunsalı üzerinden yansıdığını söyleyebilirim. Çünkü özellikle dramatik şiirlerinde seçtiği kişiler ve onların anlatıldığı şiirler bize bu karakterlerin aslında “geriye kalanlar” olduğunu düşündürür. Bu tür yapıtlarında bir acıdan, bir mutsuzluktan, bir yaşantıdan geriye kalanlarla uğraşmıştır Cansever. Okurların dikkatini, yaşanan andan sonraya kalan duygu ve düşünceye çekmeyi amaçlamıştır.
Dergilerde kalan, kitaplarına girmemiş bir şiirini alıntılayacağım. Erken dönem şiirlerinden biri bu. Hem şairin kendi çevresinden hem de genel olarak sosyal yapıdan gidenleri anması, ama daha çok “kalan”a işaret etmesi bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. Şiirin başlığı “Eski Evler Eski İnsanlar”:
“Konuşmalar duyarsınız sokakta;Rum mahallelerinden, Yahudi evlerinden gelir.
Yağmurlu, kirli saçaklardan,
Uzun renksiz binaların arasından;
Soğuk rüzgârlar, kumru sesleri yayılır etrafa”
Şiir 1948 yılının ekim ayında Kaynak dergisinin 10. sayısında çıkmıştır. Edip Cansever işte bu “kayıplar”dan “kalan”, buna dayanabilmek için de “ölülerini gömerek yeniden doğmak”tan kaynaklanan duyguların, düşüncelerin, duyarlılıkların şairi olmuştur. Saygıyla anıyoruz…