İsmail Güzelsoy: Yazı büyüdür!
İsmail Güzelsoy ile Çıt Yok ve Sincap üzerine konuştuk. Güzelsoy, "Ne anlatırsak anlatalım, öncelikle eğlenceli olmak zorundayız. Bu ülkede yaşayan insanların yüzde kırk dokuzu henüz hiç kitap okumadı. Burada en az okur kadar yazarı ve ilgili bütün kurumları da sorgulamak gerekir bence. Herkes dönüp ne yazdığına ve yaptığına bakmalı. Yanıltıcı afişlerle, reklamlarla kandırılan okur bir anda hüsrana uğruyor ve okuma iştahını kaybediyor" dedi.
İsmail Güzelsoy ile Türkçe edebiyat hakkında konuştuk. Güzelsoy, Doğan Kitap etiketiyle tekrar baskı yapan kitapları Çıt Yok ve Sincap üzerinden edebiyata, dile ve geçmişe bakışını anlattı. 'Unutmak' duygusunun, dünyayı kavrayışında çok önemli bir etkisi olduğunu söyleyen Güzelsoy, "Yazdıklarım demlenip içime sindikten sonra yayımlamaya başladım. Yazdığımın bir dünyaya etki edeceğinden emin olmadıkça asla yayımlamadım" dedi.
Yazıyla olan ilişkiniz nasıl başladı?
Ben Iğdır'da doğdum. 9 yaşıma kadar orada yaşadım. Iğdır benim için büyülü bir dünyaydı, sisli bir cennetti. Aslında cennet çocukluğumuzdur. Yaşadığım yer ve dönem göz önüne alındığında benim için bu çok daha böyleydi galiba. Marquez'i ilk okuduğumda, "Aaa Iğdır'ı anlatmış" demiştim. Biz motorlu araçların olmadığı bir dönemi yaşadık. Yaşadığım hayatı, tozlu sokakları, büyülü ışığı, Ağrı Dağı’nın görkemli siluetini, arkadaşlarımı çok seviyordum. Bir öğretmenimiz vardı, sürekli yanımızdan geçerken başımızdan öperdi. Öyle güzel bir çocukluk yaşadım bir dönemdi. Sonrasında bir anda kopup İstanbul'a geldik.
'HAMKEN KOPARILMIŞ BİR MEYVE GİBİ OLDUM'
Hamken koparılan bir meyve gibi olmuş, kederli bir yalnızlığa gömülmüştüm. Yünler ve pamuklar içinde uyurken bir anda beton ve çelik yatakta uyandım. Bir anda renkler soldu, ışık kasvetli bir hâl aldı. Tanımadığım bir coğrafya, bilmediğim insanlar, gürültü, kaos, motor sesi... Bir türlü uyum sağlayamadım işte. Her şeyi bir anda kaybetme duygusundan nasıl ürktüğümü tarif edemem. Hafızamda gedikler oluşmaya başladı. Hiç unutmam: Evimize temizlik işleri için gelen bir teyze vardı. Onun kızıyla arkadaştık.
O kızın adını unuttuğumu fark ettiğim an yıkım gibiydi. 'Unutmak' duygusuyla ilk kez o an tanıştım ve panikledim.
'Unutmak' duygusuyla yazmaya başlıyorsunuz...
Bir anda tüm Iğdır geçmişimi yazmaya karar verdim yoksa her şey uçup gidecekti. İsimleri, anları, olayları saklamak zorundaydım… Hafızamdaki gedikleri telafi edebilecek tek şey yazıydı ve yazı çok güçlü bir büyüydü. O ara keşfettiğim o büyü sonradan bütün hayatımı ele geçirecekti. Yazının gücünü anlayabilmek için ondan yoksunluk haline tanık olabiliyordum. Annem okuma yazma bilmezdi. Dönemin Gırgır dergisine bakar, bir karikatür seçer, merakla “Burada ne yazıyor?” diye sorardı. Birkaç gün sonra birden yine aynı balonu gösterip, yine okumamı isterdi.
'ANNEMİN GÖZÜYLE BAKIYORDUM DÜNYA'YA'
Şaşkınlıkla bir bana bir dergiye bakışını hiç unutmam. Nasıl oluyor da aradan geçen zaman içinde o yazı ya da benim onu okuyuş ilkem değişmemişti! Herhangi bir zaman aynı karikatüre bakıp aynı balonları aynı kelimelerle okuyabilmek müthiş bir şeydi. Annemin gözüyle bakıyordum artık yazıya. Düşünsene, Shakespeare'in yıllar önce yazdıklarını bugün hâlâ okuyor olabilmek nasıl harika bir duygu.
Gelecekteki hafızama notlar alma alışkanlığını böyle edindim işte. O günlerden bugünlere bakınca, tüm gelişmelere rağmen, yazı her zaman en bileği bükülmez kaydetme olanağı olarak duruyor önümde! Hiçbir medya onun etki gücünü azaltamıyor işte. Ses tonuyla kirlenmemiş ve buna rağmen üslup oluşturabilmenin sonsuz olanaklarına sahip olan bir medya. Özetle söylemek gerekirse hafızayı zapt edebilme arzusu beni edebiyata sürükleyen ilk dürtü olmuştu.
'HAFIZAYI KAYDEDİYORUZ'
Bir süre sonra ben bir hafıza kaydederken, Kafka'nın da başka bir hafıza kaydettiğini fark edecektim. Fakat ilk gördüğüm Kafka benden çok daha iyi olduğuydu. Farkı anlamak için daha yakından, daha dikkatle bakmaya başlıyorsun tabii. Neden o daha keyifli? Neden benim hafıza kayıtlarım öyle yavan? Bu aşamadan sonra sadece saklamak ve korumak değil, bunun aynı zamanda estetik bir şekilde yapılabilmesinin de mümkün (ve zorunlu) olduğunu anlıyorsun. Bu keşif hafiften edebiyatın kapısını aralıyor işte.
Derinlerimizde bir yerde, kaybetme hezeyanı yaşayan o çocuk her zaman daha iyisini yapmak isteyecektir. Uzun bir keşif yolculuğu işte. Poe, Kafka ve Borges edebiyatın lunaparklarıdır. Bu yazarlarda aradığınız her lezzet vardır. Bunlar edebiyatın peygamberleridir ve sonsuza kadar parıldayacak yıldızlardır. Hafızanın yavan bir rutinle kayda geçmesiyle yetinmeyip onu bir estetik yolculuğa dönüştüren şey bu pırıltıları takip etmekle mümkün olabiliyor.
İlk kitanızı nasıl kaleme aldınız?
Kitab-ı Mukadder farklı dönemlerde yazdığım bir kitaptı. Bir distektik tanıdıktan sonra onu zamanla işleye işleye bir sahafa dönüştürdüm ve kitabın sayfalarında gezinip duran bir figür oldu zamanla. O ilk kitap tanımlanması zor bir türün örneği oldu. Ne öykü ne roman denebilecek, birbirine göndermeler yapan on öyküden oluşan bir kitaptı Kitab-ı Mukadder (ya da Seni Seziyorum). Odağında bir tek kahramanın olmadığı, birbirine göndermeler yapan o öykülerin en büyük esin kaynağım Brughel’in emsalsiz güzellikteki tablolalarıydı. Oturup saatlerce o resimleri seyrediyordum. Orada hayran olduğum merkezsiz bir dünya anlatılıyordu.
Bunu yazıya taşıyabilir miyim diye düşünmüştüm hep. İlk kitabım da o çabanın bir sonucuydu. Bir şekilde, hikâyeleri bir şemsiyenin altında toplamak istedim. Bir tema oluşturdum. Onun altında kahramansız bir dünya oluşturmayı denedim bir bakıma. Bilardo toplarının birbirine çarpması gibi kinetik akış şeması üzerine oturmuş, kahramanlardan çok temalar üzerine kurulu kitapların da ilk esin kaynağı Brughel tabloları oldu.
1991 yılından beri yazıyorsunuz. Son 17 yıldır da yayımlıyorsunuz. Anlatımın demlenmesi hakkında ne söylemek istersiniz?
Yazdıklarım demlenip içime sindikten sonra yayımlamaya başladım. Yazdığımın bir dünyaya etki edeceğinden emin olmadıkça asla yayımlamadım. Bir insanın dünyaya bakışında bir şeyi değiştireceğine inandıktan sonra yayınevine veriyorum. İyi edebiyatın temel ölçütlerinin başında bu olmalı bence. Bir şeyleri değiştirebilmeli. Okuduklarımız hayata böyle akabilir ancak. Bizde oluşan dönüşümler bir aşamada hayata katılmaya başlamaz mı zaten? Anlattığımız öyküler bizi farklı hissetmeye, düşünmeye zorlamalı. İyi bir kurgu eserinde ana kahramanın romanın sonunda dönüşmesi beklenir ya, aslında okur da, yazar da dönüşür, bunu hiç konuşmayız ama öyle olmalı. Bir kitabı okuduktan sonrası ve öncesi arasındaki fark kitabın kalitesine dair iyi bir ipucu olabilir bence.
Dil ile olan ilişkiniz nasıl?
Azeri Türkçesi dünyada anadiline en uzak olan lehçe. Bu yüzden anadilime çok çalıştım. İlk İstanbul'a gelişimde Azeri Türkçesiyle konuştuğum için hocamdan dayak yemiştim. Hırs yaptım ve dile çok fazla zaman ve emek vermeye başladım. Dilin aslında özgül bir gezegen olduğunu anlayınca da bu çabalarım bir şenliğe, şölene dönüştü. Dil lezzetli bir şölen sofrasıdır bir yanıyla. Böylece zaman içinde Batı dillerinin yanı sıra biraz Farsça da öğrendim. Türkçenin arkeolojisini yapacaksanız bu şart. Dili yazarların çerçevesinden inceleme alışkanlığını hiçbir zaman terk etmedim. Her iyi yazarın kendi özgül dili var ve hepsi ayrı tadan meyveler gibi… Orhan Kemal'e Sait Faik'e vs. bakınca dilin ne kadar diri ve şehvetli olduğunu görüyoruz.
Etimolojik olarak buna çok uygun bir dil Türkçe...
Çok güzel bir dil... Türkçenin Farsça'dan beslenen güçlü bir yanı var ve bu dile büyük bir esneklik özelliği katıyor. Bunun yanında tarihsel olarak bir sonraki aşamada Fransızca'nın büyük bir etkisi var ki bir kavramsallaştırma şansı veriyor bize. Evet, roman söz sanatı değil bir kurgu sanatıdır. Hatta modern romanda dil mümkün mertebe saydam olmalıdır filan ama okur, kurguya yürürken ara birim olarak dili kullanır. Okur yazılana dil üzerinden ulaşır. Lirik bölümlerde dil ile yakından ilişki kurup, hatta onunla biraz oynayıp metne heyecan ve enerji katmamız şahane olur.
Metnin lirik bölümlerinde metnin yükseldiğini hissediyorum.
Bazı özel durumlarda, uzun pasajları bile o lirik çıkışları yaratabilmek için yazdığım oluyor doğrusu. Yüksek sesle söylemek istediğim bütün sözleri bu bölümlere saklıyorum. Değmez adlı romanımda tecavüz sahnesini anlattığım bölümlerde, bu ülkede kadınlara yapılan haksızlıklara yönelik kişisel bir isyan, reddiye var örneğin. Kahramana kendi sesimi katmaktan kaçınmadım. Belki teknik olarak sınırları zorladım ama pişman değilim. Bazen çok hesaplı ya da denetimli olamayabiliyoruz tabii ki ama benim romanlarıma aşina olanlar bu kısa, lirik bölümleri biraz doğaçlama olarak görmesi gerektiğini biliyor.
Kurguda nasıl bir yol izliyorsunuz?
Ne anlatırsak anlatalım, öncelikle eğlenceli olmak zorundayız. Bu ülkede yaşayan insanların yüzde kırk dokuzu henüz hiç kitap okumadı. Burada en az okur kadar yazarı ve ilgili bütün kurumları da sorgulamak gerekir bence. Herkes dönüp ne yazdığına ve yaptığına bakmalı. Yanıltıcı afişlerle, reklamlarla kandırılan okur bir anda hüsrana uğruyor ve okuma iştahını kaybediyor.
Şahsen sözümün insanların hayatına bir katkısı olabilir mi diye düşünüyorum. Hikâyemin oluşumunda önce buna hizmet edecek bir fikir olmalı. Bu fikrin üzerine işliyorum aşama aşama hikâyemi. Her aşamada da bu sözümle okurun hayatında bir şeyleri değiştirebilecek miyim diye dönüp bakıyorum. Kurgu bitinceye kadar da kendime fısıldayıp durduğum şey bu.
Sadece eğlencelik bir şeyler yazmak değil amacım ama yavanlığa, sıkıcılığa düşmekten de çok korkarım İki uç da edebiyatın büyük tuzaklarının oluşturuyor. Bu dediğim aşamada romanın içeriğine göre yaklaşık 3-4 ay malzeme biriktiriyorum. Kurguyu değiştirebilecek malzemeler varsa onları yazmadan önce yapabildiğim kadar ince ince işliyorum tabii ki.
'YAZARKEN EĞLENMİYORSAM YAZMAYI BIRAKIYORUM'
Bazen çok uzun taslaklar yazarak, çizimlerle, hatta fotoğraflar inceleyerek üslup ve ayrıntılar için ön hazırlık yapıyorum. Çünkü yazma aşamasına geldiğimde, nereye gideceğimi çok iyi bilmem gerekiyor. Kurgu söz konusu olunca kervan pek yolda düzülmüyor. Araya girecek hoşluklara hayır demem ama akış şemam bellidir. Yazar olarak yazdıklarıma hakim olmak istiyorum.
Bir şeye çok yürekten inanıyorum artık: Yazarken keyif alırsanız okuyan da keyif alıyor. Bununla ilgili hiçbir kuşkum yok. Eğer yazarken eğlenmiyorsam hemen yazmayı bırakıp birkaç hafta başka işlerle uğraşıyorum. Çizim yapıyorum, malzemeleri elden geçiriyorum filan.
Hemingway, "Her yeni romana başlarken roman sanatını yeniden öğreniyorum" gibi bir şey söyler. Çok doğru bir söz... Her romanıma sıfırdan başlıyorum. Bu amatör coşkuyu ve korkuyu çok seviyorum.
İyi bir hikâye anlatmak seni iyi bir yazar yapmıyor. Hikâyeni nasıl anlattığın daha önemli olabiliyor bazen.
15 yıldır Türkiye'de bir değişim var. Felaket dönemleri sizi nasıl etkiledi?
Felaket dönemleri acı olsa da edebiyat için bir yönüyle iyidir. Zihnin mayalanması, hesaplaşma, yeni anlatım imkanları arama şansı verir bunlar bize. Başka alanlarda sakınılmış sözü edebiyatta yeniden dile getirme şansı verir... Örneklemek gerekirse Orhan Pamuk, Mehmet Eroğlu ve Latife Tekin darbe sonrası koşullarında olgunlaştı.
Şu anda ürün veren yazarlardan Kaan Murat Yanık, Nermin Yıldırım, Başar Başarır gibi yazarların bir ortak özelliği çok benzer bence. Bunlar sıkıntılı zamanların yazarları ve bu sıkıntılı koşulları bir yılgınlık aracı olarak değil bir çift kanat olarak kullanmayı seçmişler.
İçinde bulunduğumuz dünyanın bütün değerlerini didik didik ederken aynı zamanda roman sanatı adına da müthiş bir sıçrayaşın işaretlerini veriyorlar. Zaten her şey yolundaysa kurabileceğin cümle keskin bir viraj yaratmaz ki. Her koşulda söylenebilecek olan bir şeyi edebiyata taşırsan en fazla en fazla süslü bir anlatım elde edersiniz.
Oysa saydığım bu insanlarda başka bir şey var: Çıplak bir dilde kuramayacakları cümleleri romanlara nakşediyorlar. Baskı rejimleri metaforik anlatımlarla baş edemez ve farkında olmadan bunu teşvik ederler. Ve de romanın tahrip gücü zannedildiğinden daha fazladır!
Sincap ve Çıt Yok uzun zaman sonra tekrar basıldı. Yıllar sonra metinlerle karşılaştığınızda ne hissettiniz?
Sürekli kendini besleyecek kaynakları arayan biri yazdığı yerde duramaz. Hep arar... Bu arayışın ana duraklarını oluşturan romanlarımdır Çıt Yok ve Sincap. Yani her biri bir döngüyü temsil ediyor yazı maceramda. Sincap, çok kahramanlı, çok merkezli dünyayı tanımlama işini en belirgin şekilde yaptığıma inandığım kitabımdı. Kitapta tüm karakterlerime eşit mesafede durup kafamdakini gerçekleştirebildiğim ilk roman buydu. Çok zor bir projeydi, dönüp bakınca bayağı kendime meydan okuduğumu görüyorum.
Bir dönüm noktasını okura hatırlatma açısından da Sincap yeniden yayımlamak için iyi bir seçimdi. Biz okuru oyunun içine dahil edemiyorsak, düz bir hikâye anlatmaktan öteye gidemeyiz. Çıt Yok bu anlamda, okurun da oyunun içine büyük ölçüde katıldığı bir roman olmuştu. Edebiyatla bir yüzleşme yaşadım Çıt Yok ile… Benim ne yazdığım ve okurun ne okuduğu üzerine ilk kez bu romanı yazarken kafa patlattığımı söylemem şart. Sonraki romanlarımda belirginleşene ana çizgilerin ilk ortaya çıkışı Çıt Yok ile oldu, diyebilirim. Okur-roman-yazar ilişkisinin hassas dengesini onunla birlikte düşünmeye başlamıştım.
'EDEBİYAT EGODAN KURTULUŞ SAVAŞIDIR'
Kişisel bir tercihti diyebiliriz. Edebiyat egonun evcilleştirilmesi serüvenidir bir yandan da. Kendi egonuzda zehirlenirseniz sözünüz sönük olmaya mahkumdur, kendinize alt yazı yazar durursunuz. Bu anlamda edebiyat müthiş eğiticidir. Sözünüzün gücünü sınarken bir yanınızın her zaman ürkek oluşu kaçınılmaz hale gelir. İyi bir yazar hiçbir zaman iyi bir yazar gibi hissetmez aslında. İçinde derin bir korkuyla yaşar… Yoksa yaratamaz, yalnızca üretir.
İktidar ve edebiyat ilişkisine bakışınız nedir?
Biz insanoğulları birbirimize zannettiğimizden daha fazla benziyoruz aslında. Biz ayrışmayı, ayrıştırılmayı, ötekileşmeyi ve ötekileştirmeyi çok seviyoruz. Kendimizi değerli hissetme yollarımızdan biri de iktidara ortak olma sanrısı… Ve tabii ki iktidar düşmanlaştırmayı çok iyi becerir. “Ötekilerle arana mesafe koyarsan gelirsin” diyor. Bu bir baskı tarzı değil, öz-baskılama, yani kaynağında kurutma yoludur. Türkiye'de bir baskı rejimi olduğunu düşünmüyorum mesela. Baskılanacak bir fikir ortaya çıkmıyor bile. Büyük harflerle yazılabilecek iktidarın işini kendi kendimize yapıyoruz zaten. Oysa dediğim gibi, çok benziyoruz. Bizi birbirimizden ayıran temel nokta kendimizi ifade ediş biçimimiz. Ve galiba her şey bunun için!
Sadece konuşmaktan söz etmiyorum. Sevişmekten, kavga etmeye, yemek yemeye kadar uzanan her türlü eylemlilik hallerinin ana amacı kendini ifade edebilme çırpınışı... İşte sorun tam da burada. Çağın en büyük sıkıntısı kendini ifade etme aygıtlarının büyük bir hızla iktidarın mutlak tekeline geçişi. İnsanların bu döngüden çıkıp kendilerini doğru ifade edebilmesi de edebiyat ve sanatın zengin olanakları içinde belirginleşebilir. Yani güzellik zulmü yenecektir.
Türkçe edebiyatın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Yüz yıl sonra edebiyatın bambaşka dertleri olacak. Derin bir sarhoşluk ve derin bir uykuyla yaşıyoruz. Buradan çıktıktan sonra, yani bizim tarihimiz başlayınca edebiyat artık bambaşka bir şeyi anlatacak. Yüz yıl sonra bir karınca üzerinden büyük romanlar yazılabilecek mesela. Renklerin kahraman olduğu eserler olabilecek. Türkçe edebiyat bu geleceğin ana arterlerinden biri olacak bence. Çünkü Türkiye düşünüş iklimi çok zengin, çok bileşenli ve dinamik olageldi her zaman. Dil bile öyle. Türkçenin çok zengin bir ifade aralığı var. Türkçe roman anlatım olanağı olarak iddia edildiğinden daha ferah bir dil ufku sunuyor bence.
Çağdaşlarınızdan kimleri okuyorsunuz?
Yazma eylemi ne büyük bir ipotek. Herkesi kardeşim, kız kardeşim sayıp, yazma macerası boyunca neler yaşadığını çok içimde hissediyorum. Zamanım yettiğince tüm yazarları okumaya çalışıyorum. Yazma dönemlerimden çıkınca 2- 3 ay tüm yazılanları kesintisiz taramaya ve izlemeye çalışıyorum. Edebiyatı dert edinen insanların yazdıkları çok iyi ve değerli.
Üzerinde çalıştığınız bir projeniz var mıdır?
Değmez ve Gölge'nin ardından, Fennî Sihirler adını verdiğim serinin 3'üncü kitabını sonbaharda yayımlayacağım. Sonrasında da daha önce yazdığım bir romanı tekrar ele alacağım.