Geçmişin türküsünü söyleyen hüzünlü şair
Şiirleriyle Anadolu insanının sesi olmuş bir şair Cahit Külebi. "Köylü" dili ile yıllardır bizi bize anlatan bir isim.
DUVAR - Şiir anlayışı olarak benimsediği folklorculuğu, halkçılığıyla birlikte önemi taşranın, kırsalın ortamını dilini de koruyarak, merkezin diline taşımasında; kente karşı taşrayı, kırsalı göstermiş olmasındadır. Sıla özlemi, modern insanın yuva özleminden, yalnızlığı da kapsayan, sözcüğün geniş anlamıyla evsizlik duygusundan farklıdır. Cahit Külebi'nin yoksunluğu, “sıla özlemi” bu anlamda modernizm öncesi yaşayışla ilgili bir duyarlılığa işaret eder.
Kimi şairleri bize okul kitapları tanıtmıştır; ilkokul, ortaokul, lisede okutulan Türkçe ya da edebiyat kitapları. Bu isimler genellikle milli eğitimin okunmasında sakınca görmediği şairler olmuşlardır. Çünkü devlet hâlâ daha şiirden, edebiyattan, sanattan korkmaktadır. Bazı şairler ve şiirleriyle ilgili yasak hiçbir zaman kalkmaz. Cahit Külebi, geçmişte ders kitaplarında şiirlerine yer verilen az sayıda şairden biri olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı’nda ve Türk Dil Kurumu’nda uzun yıllar çalışması bunda etkili olmuş olabilir. 1917’de Tokat’ın Niksar ilçesinde doğan şair, 20 Haziran 1997’de Ankara’da yaşamını yitirmiştir.
Cahit Külebi, şiir yazmaya Sivas Lisesi’nde öğrenciyken başlar. Şiir tarihi açısından önemli sayılacak ilk şiiri Mayıs 1935’te Yücel dergisinde, “Sivas Erkek Lisesi Ahmet” imzasıyla yayımlanır. Yükseköğrenim için İstanbul’a geldikten sonra Sokak, Gençlik ve Varlık dergilerinde, değişik isimlerle şiir yayımlar. Bu dönemde bir süre takma isim kullanır. Mahmut Cahit, Cahit Erencan bu takma isimlerdendir. Daha sonra babasının aile adı olan Gullebi’yi Külebi olarak kullanmaya başlar ve sonradan bunu soyadı olarak kaydettirerek Cahit Külebi olur.
KİMSELERE BENZEMEYEN ŞAİR
Cahit Külebi’nin ilk kitabı “Adamın Biri” adıyla 1946’da yayımlanır. Bu kitap daha sonra yayımlanacak üç kitabıyla birlikte şiir anlayışını ve serüvenini içine alan çerçeveyi çizer. Şiirinin iskeletinde omurgayı oluşturan bir kitap da diyebiliriz “Adamın Biri” için. Cahit Külebi, 1940’lı yılların şiir ortamında kimselere benzemeden çıkan bir şair olarak değerlendirilir. Bu tezi dile getiren cümlenin önüne bir soru işareti ve bir ünlem gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kimseye benzemeyen şair de, şiir de yoktur…
Bu tür savların ne geçmişin birikiminde, deneyiminde bir karşılığı vardır ne de bugünün şiirini anlamakta açıklamakta bir katkısı. Etkilenmeksizin bir sanat yapıtının yaratımını mümkün olmamıştır. Bir şair için kimseden etkilenmemiştir demek yerine, sanırım geçmişle deneyimle ilişkisini irdelemek daha açıklayıcı olur, yapıtı ve yaratıcısını daha derinlikli anlama olanağı oluşur.
1940’lı yılların şiir ortamında bir yönünü Nâzım Hikmet’in belirlediği ve adı toplumculuk ya da toplumcu gerçekçilik olan çizgiyi takip eden şairler ve şiir anlayışı, bir yanda da Garip vardır. Bu iki büyük şiir anlayışının oluşturduğu dalga, o güne kadarki modern Türkçe şiir deneyimi içerisinde en yükseğe çıkanı olmuştur. Bununla birlikte “Hececiler”, “Meşaleciler”, “Memleketçiler” vb. gibi artık etkisi olmasa da varlığını sürdüren şiir anlayışına sahip şairler de bir başka tarafta yer almaktadırlar.
Son gruptakilerin büyük bölümü, daha çok romantizm akımından sonra gelen sembolist dönemin etkisinin kaybolduğu sürecin, “geç sembolist erken modernist” denilecek ara dönemin şiir tarzından ve büyük ölçüde Fransızca üzerinden etkiler alan “şiircilik” anlayışının temsilcileridir. Örneğin şiir anlayışı bakımından Yahya Kemal ve Necip Fazıl böyle bir şairlerdir.
Cahit Külebi’nin, hemen hemen şiir okuru olan herkesin bildiği, ama şiir okuru olmayanların da bir yerlerde bir biçimde temas etmiş olabileceği meşhur “Hikâye” şiirinin de içinde yer aldığı ilk kitabı “Adamın Biri”nin yayımlandığı ortam özetle böyledir. Bilenler için yineleme, unutanlar için hatırlatma olsun “Hikâye” şiirinden bir küçük bölüm paylaşalım:
“Benim doğduğum köylerdeİnsanlar gülmesini bilmezdi,
Ben bu yüzden böyle naçar kaldım
Gül biraz!”
Daha sonra yazacağı tüm şiirlerin yönünü göstermesi bakımından önemi büyük olan kitaptan, bir başka şiirin küçük bir betiğini daha paylaşmak isterim. Böyle söyleyince sanırım Cahit Külebi’nin şiirini bilen okurların aklına;
“Kamyonlar kavun taşır ve benBoyuna onu düşünürdüm.
Niksar’da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.”
dizelerinin de yer aldığı “İstanbul” başlıklı şiir gelmiştir. “İstanbul” başlıklı şiiri önemlidir. Ama en az onun kadar unutulmaz olan “Sıvas Yollarında” başlıklı şiiri de hatırlamaya değer: İşte o şiirden bir bölüm:
“Ne, yıldızları kaynaşır gökyüzünde,Ne, sevdayla dolar taşar gönüller.
Bir rüzgâr eser ki bıçak gibi
El ayak şişer.
Sıvas yollarında geceleri
Ağır ağır kağnılar gider.”
Kimseye benzemez gibi görünen şairin, aslında geçmişin birikiminden olduğu kadar güncel şiir ortamından da etkilendiğini göstermesi bakımından “Harp İçinde” başlığını taşıyan şiiri geliyor hatırıma. Garip dalgasının şairdeki etkisini yansıtması bakımından tipik olduğunu düşünüyorum. Şiirin ilk iki ve son iki dizesini okuyalım:
“Babalar evlerine mahcup döndü her akşamHarp içinde.
(...)
Savaşanlardansa
Ancak bir hatıra kaldı.”
Geçerken, şiirin hem tema hem de şiirsel değeri açısından güncelliğinden ve yeniliğinden çok da bir şey kaybetmemiş olduğunu belirtelim. İlk kitabı “Adamın Biri”nde yer alan şiirlerde şairin belirgin sorunu olarak sılaya özlem duygusunun öne çıktığını görürüz. Yani “Adamın Biri”nin şairi sahiden de kentte gelerek maruz kaldığı “adamın biri” olma haliyle konuşmaktadır. Sılasında değildir. Bulunduğu yerde büyük bir özlem içinde yaşamaktadır.
KARACAOĞLAN BACANAK, APOLLINAIRE KARDEŞ
Külebi’nin 1936-1946 yılları arasında yazdığı şiirlerini topladığı ilk kitabından sonra 1936-1949 yıllarında yazdığı şiirleri toplandığı ikinci kitabı “Rüzgâr”, 1949’da yayımlanır. İkinci kitabında geçmiş yaşantıyı düşünmeye, anıların arasında gezinmeye başlar. Kitaba adını veren ilk bölümden sonra “Kadınlar”, “Çocuklar”, “Dostlar”, “Yurdum” ve “Son” başlıklı bölümler gelir. Altı bölümden oluşan “Rüzgâr”, aynı zamanda şairin kendisi için sınırlarını özlemin çizdiği, havasını hüznün oluşturduğu bir “kosmos” yaratma isteğinin de dışavurumu gibidir. Ayrıca Karacaoğlan’a bacanak, Fransız şair G. Apollinaire’e ‘kardaş’ dediği şiirleri de bu kitabında yer alır. “Rüzgar” için bir köprü kitaptır da diyebiliriz. Bir öncesiyle sonrasını birbirine bağlayan bir kitap… Bu bir “öncesiyle sonrası” ifadesinin içeriğini iki kitapla sınırlı kalmadan, geniş bir çağrışımla birlikte düşünmek gerekir.
Külebi’nin şiirinde köprüyle birbirine bağlanan çok fazla taraf vardır. Kitaptaki şiirlerden birinin adı “Cebeci Köprüsü’dür. Bir sonraki kitap aslında o şiirin adındaki köprünün diğer ayağını oluşturan öteki tarafıdır. “Cebeci Köprüsü” adlı şiir, kentin en işlek yerinin fotoğrafını çeker adeta. O fotoğrafta köprüden gelip geçenler değil de üstünde oturanlar, nasibini kentte arayanlar görünür. Şiirin ilk dizeleri şöyledir:
“Cebeci köprüsünün üstüKarınca yuvasına benziyor.
Hamallar, körler, topallar
Oturmuş nasibini bekliyor.”
Bir sonraki kitabına da bir önceki kitabındaki şu dizelerin duygu ve düşünceleri yön verir adeta:
“15 ile 20 arasındaBir rüzgâr esiyor, ne rüzgâr bilmezsiniz!
Sonra her şey yavaş yavaş çoraklaşıyor
İnsanın kafasında.”
Şairin duygu, duyarlılık ve düşünce yönünden humor ve hümanizmaya dayandığının ve bundan sonra da şiir anlayışının oradan destek alacağını ilk iki kitap açığa çıkarmaya yeter. Kimi şairlerin ilk kitapları geleceği göstermesi bakımından önemlidir. Cahit Külebi’de de öyle olmuştur. Bu kitapların şiirlerinin şairi bize kırdan kente gelmiş, orda bir köprünün üstüne çıkmış ve geri dönüp, geldiği yere bakarken görünür. Şair bu bakışını aslında son şiirine kadar sürdürecektir.
Cahit Külebi’nin şiiri “oral” olduğu kadar “optik”tir de. Onun, şiirinin iskeletini üç kitapla kurduğunu söyleyebiliriz. Bu üç kitabın (Adamın Biri, Rüzgâr ve Otlar Yeşerirken) bir başka özelliği de altmışlı yıllardan önce yayımlanmış olmasıdır. Söz konusu üç kitapla şiirini tamamladığı, ondan sonra şiirini bu doğrultuda yinelediğini söyleyebiliriz. Ahmet Oktay da öyle düşünüyor.
Şiirini üç kitapta tamamladığını, bundan sonra şiirini Melih Cevdet ve Oktay Rifat gibi değiştirme yönüne gitmediğini, belki de bunu tercih ettiğini söylüyor, “Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı” adlı çalışmasında… Cahit Külebi için dönüp geri bakmak yaşanmışa, deneyime geri dönmek, onunla yüzleşmek, hesaplaşmak için de gereklidir. Yeri gelmişken onun şiirlerinde “geldiğin yeri unutma”, “oralarla bağını koparma” sözlerinde ifadesini bulan anlayışın yüceltildiğini, bu yaklaşıma ahlaki bir değer atfedildiğini de söyleyelim.
Cahit Külebi’nin üçüncü kitabı 1950 yılında yazdığı tek bir şiirden oluşan bir oratoryo librettosudur. “Atatürk Kurtuluş Savaşı”nda adıyla yayımlanır. “Atatürk Oratoryosu” adıyla, Nevit Kodallı tarafından soprano, tenor, bariton, koro ve büyük orkestra için bestelenir. Şiirsel değeri düşük bir kitaptır.
Cahit Külebi’nin dördüncü kitabı aslında bir dönüp geriye, yaşanmışa bakma, deneyimle yüzleşme, hatta hesaplaşma kitabı olur. Bu kitap Külebi’nin şiirinin kuruluşu açısından yukarıda sözünü ettiğimiz anlamıyla aslında üçüncü kitaptır. Onun şiirinin iskeletindeki önemli ve büyük parçalardan birini oluşturur. Kitaptaki “Tokat’a Doğru” adlı şiir özellikle şairin geriye dönük bakışını, bu yöndeki duygu ve düşüncesini yansıtması bakımından önemlidir. Şiirin ilk dörtlüğünü paylaşıyorum:
“Çamlıbel’den Tokat’a doğruTozlu yolların aktığı ırmak!
Ben seni çoktan unuttum,
Sen de unuttun mu, dön geri bak.”
Bir sonraki kitabı “Süt” adıyla 1965’te yayımlanır. Bir önceki kitapla arasında on yıllık bir süre vardır. “Süt”, daha önce sözünü ettiğimiz gibi Külebi’nin başlangıçtaki şiir anlayışını sürdürdüğünü ve bundan sonra da sürdüreceğini; yönünü, dilini, biçimini, biçemini değiştirmek gibi bir niyetinin olmadığına da işaret eder. Şiirdeki güncel gelişmelerle fazlaca ilgilenmediği söylenebilir. “Süt”teki şiirler Ahmet Kutsi Tecer’in meşhur “Orda Bir Köy Var Uzakta” adlı şiirde dile getirdiği “o köyler”e “oralar”dan biri olarak gitmiş, “oralar”ı görmüş birinin duygularını, duyarlılığını, düşünce ve gözlemlerini aktarır…
Cahit Külebi’nin “o köyler”den birinden gelmiş bir şair olarak konuşması “Süt”teki şiirlerde de devam eder. Farklı olarak şairin gezgin bir hali olduğunu görürüz. Şiirlerde bu durumunu bu gezginlik halini yansıtır aynı zamanda. “Varsağı” başlıklı şiirinde daha açık görürüz bunu. Şiirin son dörtlüğü şöyle:
"Dolaşıp durursun kerem gibiÇetindir, çetin senin işin.
Böyle kaybolduydu bir zaman
Karacaoğlan adlı kardaşın.”
Kitapta, Behçet Necatigil’in “Gizli Sevda” başlıklı şiiriyle aynı adı taşıyan şiiri de dikkat çeker. Söz konusu şiir dil, imge ve tema yönünden Necatigil’in şiiriyle benzerlik göstermez. Ama yine de iki şair arasındaki etkileşimi akla getirir. Etkileşimin şiirlerine aynı adı verecek kadar yoğun olduğunu düşünebiliriz. Nitekim Necatigil’le Külebi’nin şiirlerinin etkileşim içinde olduğunu düşünmemizin tek göstergesi bu değildir. Bundan çok daha fazlası olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yüzeysel bir etkileşim değildir bu. İki şairin dil, biçim, biçem yönünden birbirlerinden etkilendiği söylenebilir.
Bunun yanı sıra asıl etkileşim aynı şiirsel kökten çıkışlarıyla, aynı kaynaklara ilgi göstermeleriyle gerçekleşir. Necatigil bir kentlidir. Külebi ise kente sonradan gelmiştir. Dilinde ise geldiği yerler vardır… Buna karşın şiiri söyleme biçim ve biçemleri benzerlik gösterir. Benzerlik elbette birebir değildir. “Gizli Sevda” şiirinden bir bölüm okuyalım:
“Alıp başımı delicesineKoşmak isterim nere olursa olsun.
Tutarsın devler gibi yolumu,
Ne yana koşsam durdurursun.”
Şairin bir sonraki, yani altıncı kitabı “Türk Mavisi” adıyla 1973’te yayımlanır. “Türk Mavisi” için şairin ütopyasını dile getirdiği bir kitap diyebiliriz. Kitaba adını veren “Türk Mavisi” başlıklı şiir şairin sosyal ütopyasını bütün açıklığıyla dile getirdiği bir şiir olarak dikkat çeker. İşte şiirin en çarpıcı bölümünü oluşturan dizeler:
“Elbette kentlere ineceklerBuraların çocukları da.
Gecekondular kuracaklar.
Türkü çağıracaklar hoyratlığa.”
Bu şiirdeki ses, ondan çok sonra yayımlanan bir başka şiirde de karşımıza çıkar. Turgut Uyar’ın “Kayayı Delen İncir” adlı 1982’de yayımlanan kitabında yer alan bir şiirde görürüz benzer sesi. Uyar’ın “Kırlardan Geliyorlar” başlıklı şiirinin giriş bölümünü oluşturan betiği aktarıyorum:
“Kırlardan geliyorlar ellerinde sümbülteber
elbette kırlardan kırlardan gelecekler
başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri
söyleyin nasıl dayanılır dükkânlara depolara
bu katran kokusu başka türlü nasıl geçer”
Şiir şiirden, şair şairden etkilenir diyeceğim, bunun da başka türlü olmasının mümkün olmadığını ekleyeceğim ve geçeceğim…
MEMLEKET 'YANGIN'I
Cahit Külebi’nin güncele yaklaştığı, siyasal olmasa da sosyal sorunlara karşı duyarlılığını daha açık bir dille yansıttığı ilk kitabı “Yangın” olur. Külebi”nin bu kitabı 1980’de yayımlanır. “Yangın”da şairin toplumsal sorunlarla daha açıktan ve yakın bir mesafeden ilgilendiğini gösteren şiirler yer alır. Bunlardan biri de Beyazıt Meydanı’nda Menderes hükümetine karşı gösteri yapan öğrencilerden Turan Emeksiz’in 28 Nisan 1960’ta polis tarafından öldürülmesiyle ilgili olan “28 Nisan” başlığını taşıyan şiirdir. Şiirin şu iki dörtlüğünü birlikte okuyalım:
“Gökyüzü öyle mavi,Minareler öyle inceydi, öyle aktı.
Anne gibiydi ilkyaz güneşi
Neredeyse insanları okşayacaktı.
(…)
Öyleydi ama ne güneş okşar;
Ne rüzgâr uçururdu saçları.
Siren sesleri deliceydi, umutsuzdu,
Umutsuzdu kent, umutsuzdu çocuklar.”
Aynı olayla ilgili Enver Gökçe’nin de bir şiiri vardır. Gökçe de Turan Emeksiz’in öldürülmesi üzerine, “28 / Nisandı / Yavri / Hey / Ham / Elmayı / Kopardılar/ Dalından” diye yazmıştır.
Külebi’nin son kitabı 1991 yılında yayımlanan “Güz Türküleri” olur… Kitapta “Şiir Yöntemim” başlığıyla yayımlanan şiir, şairin poetikasını özetler niteliktedir.
“İlk ustam oldu benim halkBelleğimde akıp giden ırmak…
Köylü diliyle türkü çağırdım
Onlarla gülüp ağlayarak.”
Aslında başka söze gerek yok. Cahit Külebi tam da budur. Türkçe şiir içinde başka birçok özelliğine de dikkat çekilebilir belki. Ama bence, onun şiir anlayışı olarak benimsediği folklorculuğu, halkçılığıyla birlikte önemi taşranın, kırsalın ortamını dilini de koruyarak, merkezin diline taşımasında; kente karşı taşrayı, kırsalı göstermiş olmasındadır. Sıla özlemi, modern insanın yuva özleminden, yalnızlığı da kapsayan, sözcüğün geniş anlamıyla evsizlik duygusundan farklıdır.
Cahit Külebi'nin yoksunluğu, “sıla özlemi” bu anlamda modernizm öncesi yaşayışla ilgili bir duyarlılığa işaret eder. “Gurbet sıla” ikilemine denk gelir. Oysa modern insan sılasını, yurdunu ebediyen yitirmiştir. Özlemini duyacağı bir yurt yoktur. O kaybın acısı, daha yeni kayıpların acısı içerisinde hatırlanmaz duruma gelmiştir. Modern insan sürekli kayıp halindedir. Modern insanın hatırasında, bir zamanlar köyden kente doğru yer değiştirmesinden duyduğu acı, modern yaşantının ortamında çoktan buharlaşmıştır.
ORHAN VELİ: "KÜLEBİ'NİN ŞİİRLERİNİ OKUMAKLA DOYAMIYORUM."
Bu yanıyla Cahit külebi’nin şiirinin duygu duyarlılık düşünce açısından geriye dönük bir bakışı ifade ettiğini söyleyebiliriz.
O, Orhan Veli'nin “Külebi’nin şiirlerini okumakla doyamıyorum” dediği, Behçet Necatigil’in “Aydın bir saz şairi içtenliği, bir Karacaoğlan rahatlığı” bulduğu bir şairdir. Cemal Süreya, “Türkiye coğrafyasının şiirini yazıyor” dediği Külebi’yi bir de dizelerle anlatır:
“aralıksız kar toplar kepeneği,kıravatındaki bir mevsimin kiri;
anadolu böyle ilkel kaldıkça
eskimeyecektir külebi'nin şiiri.”
Turgut Uyar için o “Benzeri olmayan bir örnek niteliğini taşır”. Uyar bu benzersizliği, “Türk şiirinde politika yapmadan halkçı şiir yapmak” olarak tanımlar. Uyar’a göre Külebi, “Siyasal hiçbir slogan, hiçbir ima yapma hevesine kapılmadan, bütün ezilmişliğini de, keyfini de duyurur Anadolu insanının”.
Ahmet Oktay da “çağdaşlarının bu yaklaşımları zaten sürekli kılmıştır Külebi’nin şiirlerini. Külebi’nin sesini hep duyabiliriz” diyerek dile getirdiği görüşünü, onun “sana gençliğimi gönderdim” dizesiyle destekler. Gerçekten de “köylü diliyle” geçmişin türküsünü söylemiş bir şair olarak onun sesini hep duyuyoruz. Saygıyla selamlıyor ve anıyoruz…