Özlem Alkan K.: Yazmak benim için ham bir eylem

Özlem Alkan K.'nın kaleme aldığı Ağır Bir Şeyin Fazla Gürültü Çıkarmadan Devrilişi okurla buluştu. Alkan K., "Yazmak benim için çok hassas, ham bir eylem, yazdıklarımı kibrimi besleyen bir araç haline getirmek istemiyordum. Romanı yazmayı da ancak beş yılda, bir gün basılacağını hiç aklıma getirmemeye çalışarak bitirebildim. Şimdi hayatım boyunca direndiğim noktadayım" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Tuğba Gür

DUVAR - Özlem Alkan K.'nın kaleme aldığı Ağır Bir Şeyin Fazla Gürültü Çıkarmadan Devrilişi Doğan Kitap etiketiyle çıktı. Alkan K. ile kitabın yazım sürecini ve yeni çalışmalarını konuştuk. Alkan K. romanıyla ilgili "Yazmak benim için çok hassas, ham bir eylem, yazdıklarımı kibrimi besleyen bir araç haline getirmek istemiyordum. Romanı yazmayı da ancak beş yılda, bir gün basılacağını hiç aklıma getirmemeye çalışarak bitirebildim. Şimdi hayatım boyunca direndiğim noktadayım" dedi.

özlem111

Yazar olmaya nasıl karar verdiniz? “Yazar olmalıyım” dediğiniz bir an var mı?

Öyle bir karar vermedim. Konuşmaya ya da yürümeye karar vermediğimiz gibi ben de bir şekilde hep yazıyordum, çünkü hayatla başa çıkmanın başka bir yolunu bilmiyordum. Yazıyordum ama yazıyor olmamın, yazdıklarımı başkalarının okuması gerektiği anlamına geldiğini düşünmüyordum. Okulda arkadaşım şiirlerimi toplayıp saklıyordu. Sonra dergici oldum, dergilerde yazdım. Denize şişe içinde mektup bırakmak gibi, ekşisözlük'te yazdım.

Sonra yine, kime ulaşacağını bilmemenin, yazmanın sınırlarını istediğim gibi zorlayabilmenin hürriyetiyle 2006 yılında loriginedumonde.com adresindeki blogumda yazmaya başladım ve beş yıldan fazla orada bir mahlas altında sevdiğim fotoğraflarla yazılarımı birleştirdim. Loriginedumonde.com'daki yazılarımı bir şekilde kalıcı hale getirmem için ısrarlar geldiği anda kapattım blogu. Yazmak benim için çok hassas, ham bir eylem, yazdıklarımı kibrimi besleyen bir araç haline getirmek istemiyordum. Romanı yazmayı da ancak beş yılda, bir gün basılacağını hiç aklıma getirmemeye çalışarak bitirebildim. Şimdi hayatım boyunca direndiğim noktadayım. “Okur” denen kimliği belirsiz varlık beni ürkütüyor.

Başka herhangi bir roman değil de bu romanı yazmaya sizi iten, o kararı verdiren neydi?

Evliliğe, bağlanmaya neden ihtiyacımız var? Evliliğin bir mekanizma olarak işlemesini sağlayan, ya da bozulmasına, artık ne yaparsak yapalım yürütemememize neden olan nedir? Bunlar kafamı kurcalıyordu. Denklemdeki değişkenlerden birini -romanda Hikmet- sabitlersek, diğer değişkenlerde ve eşitliğin öbür tarafında neler oluyor görmek istedim. Açılan boşluk geride kalan eşin yaklaşımıyla, oyalanmalarla, başka insanlarla, ya da zamanla kapanabiliyor mu?

özlem22 Özlem Alkan K., Ağır Bir Şeyin Fazla Gürültü Çıkarmadan Devrilişi, Doğan Kitap, 2017.

Yazarken de ilk roman tuzaklarına düşmemek, dikkati yazarlık gösterilerine değil meselenin özüne çekebilmek için kurguyu basit, dili temiz tutmaya dikkat ettim. Daha derine inmek isteyen olursa onlar için araya ince katmanlar, romanda sadece ima edilen, ancak bahsedilmeyene dikkat edildiğinde görülebilecek ipuçları koydum. Karakterlerin önüne geçmemek, yazar olarak fark edilmeyecek derecede geri planda kalmak benim için önemliydi.

Yazdığınızın yazmak istediğiniz şey olduğunu nasıl anlıyorsunuz?

Bu hakikaten tuhaf bir durum ama “Ağır Bir Şeyin Fazla Gürültü Çıkarmadan Devrilişi”ni yazarken, daha doğrusu romanın bir yerini yazmaya aylarca direndiğim sırada fark ettim ki bu roman ancak bir şekilde yazılabilirdi. Başlayacağı ve biteceği yer, neyin ne zaman, nasıl olacağı, hangi sözcüklerle anlatılması gerektiği sanki baştan belliydi de bana düşen kayda geçmesine aracılık etmekti.

Yazar olarak karakterlerimin önünü kapatmamayı becerebilirsem, kendimi geriye alabilir, hatta yok edebilirsem roman bana tüm açıklığıyla o zaman gözükecekti. Arabaya binip kontağı çalıştırdığınızda arabanın hareket edip etmemesi gibi, sıfırla bir gibi, işleyen ve işlemeyen roman arasında öyle mutlak bir fark olduğunu, bunu netlikle görebilmek için kuru gürültüyü azaltmanın yeterli olduğunu düşünüyorum. Üstelik bunu pek çok başka alana, belki ilişkilere, hatta hayatın kendisine de uyarlayabiliriz.

Romandaki karakterlerden Hikmet'in çıktığı kısa iş seyahati bir anda ucu açık bir yokluğa dönüşüyor. Haber vermeyen, dönmeyen eş Hikmet değil, de Mine olsaydı nasıl bir roman çıkardı ortaya?

Bambaşka bir roman çıkardı. Gitme ve kalma saikleri cinsiyete göre büyük farklılık gösterebiliyor. Böyle durumlar karşısında verilen tepkiler de öyle. Ne kadarı öğrenilmiş, ne kadarı içten gelen davranışlar bilmiyorum ama romanda duruma Hikmet ve Mine'nin yaklaşımlarındaki büyük farktan da bunu görebiliyoruz. Bunda cinsiyet kadar, hayattaki ve ilişkideki güç dengelerinin de etkisi var. Erkeklerin eli insanlık tarihinden gelen avantajları dolayısıyla daha kuvvetli, kadınlar belki bu yüzden hesap kitap yaparak koz elde etmeye, ilişkide hakimiyeti kaybetmemeye çalışıyorlar.

Evli bir kadının bir iş seyahatine çıkıp da da dönmediğini düşünebiliyor musunuz? Hayalinizde evde merak içinde karısını bekleyen, beklerken ne yapacağını şaşıran bir erkek figürü canlandırabiliyor musunuz? Bu tuhaf eşitsizlik bize cinsiyetler arası yaklaşım farkından çok dünyanın düzeniyle ilgili bilgi veriyor. Dolayısıyla giden Hikmet değil, Mine olsa belki daha ilginç bir roman çıkardı ortaya ama benim asıl derdim zaten kadın olmanın edilgenliği, sabitliğiydi. Hikayenin ilginçliğinden çok, hakikate yakından bakabilmesi üzerinde duruyorum.

Mine geldiği çevreden, aileden, okuldan, yaşamdan değil de farklı bir yerden gelseydi Hikmet'in yokluğuna tepkisi aynı olur muydu? Ne değişirdi? Böyle bir durumda sizin yaklaşımınız ne olurdu?

Büyük bir değişiklik olacağını sanmıyorum. Tepkilerin sosyoekonomik konumdan ya da rasyonel sebeplerden çok toplumsal roller ve duygusal ihtiyaçlar doğrultusunda belirlendiğini düşünüyorum. Evde şiddete maruz kalan bir kadın eğitimli, maddi olarak eşine hiç muhtaç olmadığı halde ayrılamayabiliyor, kimi de gidecek hiçbir yeri olmadığı, hatta geçerli bir sebebi bile olmadığı halde orada bir an daha duramayacağını anlayıp çekip gidebiliyor. Mine tutumunu tayin ederken kendi kafasındaki Mine imajına uygun davranmaya çalışıyor, erkeğin yörüngesindeki değil, serinkanlı kadın olmak istiyor, bu yüzden pek çok durumda ve etki karşısında kendisini zapt ediyor.

Belki geride bırakılan kadın olmayı kendisine yakıştıramıyor. Bir de erkek dünyasında kadın olarak var olabilmenin yolunu sanki ilişkide onlar gibi düşünmeye, davranmaya çalışmakta bulmuş, erkeklerin yaptığı gibi ilişkisini pastanın kendisi değil de bir dilimi gibi görmek istiyor, ama ne kadar başarılı oluyor, kendimizden başkası olmayı ne ölçüde becerebiliriz, mesele bu.

Mine'nin yerinde ben olsam galiba bu roman da olmazdı, çünkü ben çok tahammülsüz ve fevri biriyim. Korkarım çok daha sert ve manyakça tepkiler verirdim. Zaten Hikmet gibi biri benimle evlenmezdi, ben de onunla evlenemezdim, imkanı yok.

Peki romanın ikinci yarısında olanlar sizin başınıza gelseydi yine tepkiniz farklı olur muydu?

Bu durumlarda uzaktan konuşmak hakikaten zor ama ben Mine'den başka türlü davranmak, susmamak, isyan etmek isterdim ve Mine'nin de farklı tepki vermesi için uğraştım. Ama olmadı. Mine çoğu kadının yaptığını yaptı, belki bir kurban olarak tanımlanmak istemedi, böyle yaparak unutabileceğini düşündü. Bu kulağa çok tuhaf geliyor biliyorum, ama karakterlerin her zaman yazarlarının istediği gibi davranmadığını, hatta genelde öyle davranmadıklarını ben de romanı yazarken gördüm.

Mine neden yakınlığı yabancılarda arıyor?

Bu soruyu Mine'ye 2012'nin Temmuz ayında sorsak “Yoo, nerden çıkardınız? Bir şey aradığım yok.” derdi muhtemelen. Ama yakınlığı yabancılarda aramasını belki Mine'nin Gümüşlük tatilinde bahsettiği ve kendisine sebep olandan başka bir şeyle dolabileceği şüpheli boşluğa bağlayabiliriz. Mine, Hikmet'le ilişkisini tasvir ederken “Kendimizi birbirimiz için değişmek zorunda hissetmeden, böyle yavaşça, güzelce yerleşmiştik bir bütünün bize göre şekillenmekte olan boşluklarına…” diyor.

Bu ideal bir ilişki gibi, ama bu Mine'nin evliliğini paketleme biçimi mi, ya da iki insan birbirini sağlama aldığında süregelebilecek bir durum mu bilmiyoruz. Hikayenin farklı yerlerinde, başka formlarda ortaya çıkan bu boşluk neyle, nasıl dolar, ya da Duygu'yla, Emin'le, dizilerle, seksle, yeni heyecanlarla doldurulabilir mi? Bunlar benim de kendime sorduğum sorulardı.

İnsanlarda feci bir manevracılık, ikame eğilimi var. Telefonda bir fotoğraftan tek parmak hamlesiyle bir başka fotoğrafa geçmek gibi, o olmadı mı hop diğerine geçiliveriyor. Her şey bir diğerinin ikamesi haline gelince özden iyice uzaklaşıyoruz, kapanmamış hikayelerle dolu aynalar odasında sadece suretlerden ibaret, seyreltilmiş hayatlar yaşıyoruz. Mine, öncelikle kocasına ne kadar yakın bunu düşünmek lazım. Emin'le ne kadar hakiki bir samimiyet kurabildi? Karakterler yakınlaşma anlarında hangi tepkileri veriyor? Kendi kurduğumuz ilişkilerde bu yedeklemeler bizi neden, ne kadar koruyabiliyor?

Sizi etkileyen kadın yazarlar kimlerdir?

“Kadın yazar” tabiri hassas konu, “yazar” dediğimiz kişinin kafadan erkek olduğunu varsaydığı için beni irkiltiyor. Öte yandan bundan bir süre önce şimdiye kadar okuduğum ve sevdiğim yazarların tamamına yakınının erkek olduğunu fark ettim. Araştırmalar da gösteriyor ki yazarlık da pek çok başka alan gibi ezici derecede erkek egemenliğinde. Üstelik okuyanlar çoğunlukla kadın olduğu halde. Yazar olarak kendi dilimi de kadın dili olarak tanımlayamıyorum çünkü yıllar boyu okuduğum kitaplardaki dil, edebi yaklaşım içime işlemiş.

Velhasıl, son dönemde “kadın yazar” okumak için özel bir gayret sarf ettim ve bunun sonucunda çok tatminkar okuma deneyimlerim oldu. Elizabeth Strout ve son romanı “Benim Adım Lucy Barton” buna bir örnek. Edebiyatta beyaz alan bırakmanın, anlatılanla bahsedilmeyen arasında bırakılan boşluğun önemini bir defa daha gördüm. Kısacık, dupduru bir kitap ama okurken bazı yerlerinde zangır zangır titredim. Bu kadar viseral bir tepkiyi bir erkek yazar bana verdirebilir miydi bilmiyorum.