Özlem Özdemir: Cumhuriyet'e borcumu ödeme gayretindeyim
Özlem Özdemir'le yeni kitabı hakkında konuştuk. 'Objektif koşullar ancak her anlamda özgür bir ortamda sağlanabilir' dedi.
DUVAR - Cumhuriyet Işığında Söyleşiler, Özlem Özdemir’in yeni kitabı… Özdemir, bu kitapta sanattan gazeteciliğe, yazarlıktan modacılığa farklı disiplinlerden gelen 23 insanla röportaj yapıyor. 'Çocukluğundan bu yana yazan ve gazeteci olma hayali kuran biriydim.' diyerek kendini tarif eden Özdemir, bu kitap ile amacını 'Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana değişenleri ortaya koyabilmekti.' diyerek tarif ediyor.
Farklı mesleklerden, farklı sanat dallarından, farklı disiplinlerden gelen pek çok sanatçı ve yazarı tek bir kitapta toplama fikri nasıl ortaya çıktı? İsimleri belirlerken önceliğiniz neydi?
Gazetecilik yapmamın özünde idealistlik ve gerçeği aramak yatıyor. Ancak ülkedeki şartlar ve medyanın durumu sebebiyle bir yıldır gazetecilik yapamayanlardan biriyim. Sanatçıların fikirlerini halka aktarabilmenin önemine inandığım için, gazetecilik yapamıyorsam kitap ile insanlara ulaşabilirim dedim. Ayrıca kitap çok daha kalıcı… Soner Yalçın da bu konuda beni yüreklendirince, Kırmızı Kedi Kitap’ın sahibi Haluk Hepkon da yayımlamayı kabul edince kitap ortaya çıktı. Çünkü Türkiye çok önemli bir dönüşüm süreci geçiriyor… Ve her şey çok çabuk unutuluyor. Bu nedenle kayda geçmek hayati önem taşıyor.
Bu kitabın en büyük amacı; 20 yıl sonra bir genç bu dönemi anlamak istediğinde, sanatçılarımızın ağzından hem onların yaşadıklarını hem ülkenin değişimini öğrenebileceği bir kaynak kitap olma arzusudur. İsimleri belirlerken birkaç kriteri göz önünde bulundurdum: Öncelikle kitapta yer alan her isim, kendi alanında başarılı, çoğu yurt dışında ülkesini başarıyla temsil etmiş, farklı biçimlerde bedel ödemiş ama her şeye rağmen üretmeye devam etmiş kişiler. Ve en önemlisi hepsi, ne olursa olsun fikirlerinden vazgeçmemiş insanlar… Ve en önemli kriter de Cumhuriyet ortak paydası!
Bu kitap Cumhuriyet’e inanan isimleri buluşturuyor. Ama kitap sadece siyasi bir kitap sanılmasın. Aynı zamanda edebiyat, tiyatro, resim, moda alanlarında da değerli bilgiler veriyor. Ülkemizin yetiştirdiği 23 kişinin daha önce hiçbir yerde okumadığınız yaşam öykülerini de okurla buluşturuyor. Kişi portreleri ve ülke portresi birbirini tamamlıyor.
'…gerçeği aramak, aktarmak ve aydınlanma için üreten insanların sesini duyurmayı…' amaçladığınızı söylüyorsunuz. Bana göre sanatçının ve gazetecinin ortak özelliği hakikate ulaşmaktır. Günümüz koşullarında her iki mesleği de düşündüğümüzde hakikate ulaşmak için ödenen bedeller nelerdir?
Gazeteci ve sanatçının ortak özelliğinin hakikate ulaşmak olduğuna katılıyorum. Ülkemizde özellikle son yıllarda hakikat ile ilgili bazen akıl sınırlarını zorlayan durumlar yaşanıyor. Ödenen bedeller de sıkıntılar büyüdükçe çoğalıyor. Gazeteciler açısından ödenen bedeller artık yaşamak ve özgürlük kadar hayati noktalara ulaşmış durumda. Gerçeği yazan her gazeteci ya tutuklanıyor ya da hakkında mutlaka dava açılıyor. Daha ne olsun? Bırakın gerçeği, gerçek anlamda gazetecilik yapmak neredeyse imkânsız hale geldi. Her an kapınıza polis dayanabilir, haksızca aylar, yıllarca hapiste kalabilirsiniz. Cumhuriyet gazetesi çalışanları buna son örneklerden, aylardır hapisteler…
Sanatçıların durumu da bu açıdan parlak sayılmaz. Fikrini ifade eden hemen hedef hale getiriliyor. Mesleğini yapmasına müsaade edilmiyor. Örneğin devlet desteği verilmiyor, işten ya da kadrodan çıkarılıyor. Belki hapse girmiyorlar henüz ama çalışamaz hale getiriliyorlar. Dünyaca ünlü Fazıl Say, gururumuz olması gerekirken yargılandı, eserleri repertuvardan çıkarıldı, konserlerine sponsor bulamıyor vs. ya da 'Gezi Direnişi' yıl dönümündeyiz, o süreçte ön planda olan sanatçıların başlarına gelenleri hatırlayalım yeter… Her açıdan bir kuşatılmışlık ve bir korku çemberinde hapsolma hali… Ama bütün bu bedellere rağmen boyun eğmeyen onurlu gazeteci ve sanatçılarımız var. Bu kitapta yer alanlar da onlardan bazıları…
Yaptığınız çalışma ile ülkenin geçirdiği son 60 yıllık kültürel ve sanatsal üretim sürecine de –röportaj yaptığınız sanatçılar/yazarlar aracılığı ile- ışık tutuyorsunuz. Dünün ve bugünün karşıtlığı ve paralelliği nezdinde sanatsal ve kültürel üretimin iktidar ve üretici bağlamında objektif koşulları nelerdir sizce? İktidar, üreticiden ne bekliyor, karşılığında ne buluyor?
60 yılla kasıt sanırım kitapta yer alan kişilerin tanık olduklarıdır. Doğru ama aslında 94 yıl dersek daha doğru olabilir çünkü benim amacım Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana değişenleri ortaya koyabilmekti. İktidar, sahibi değişse de anlam olarak hiç değişmiyor. Ne yazık ki, iktidar sahipleri hiçbir zaman onlara karşı olabilecek ne görüş ne üretimden hoşlanıyor. İktidarın doğasında olan bir şey bu... Ancak kitapta da cevaplarını aradığımız değişimin ortaya koyduğu en önemli sonuç, Cumhuriyet tarihinden günümüze hiçbir iktidarın kültür ve sanat üretimlerine ve üreticilerine karşı bu kadar acımasız ve sevgisiz olduğu görülmeyişi diyebilirim. Sanat ve sanatçı hiç bu kadar değersizleştirilmemiş.
Baskı, sansür her zaman yaşanmış ama sanatçılar hiç bu kadar tehdit olarak algılanmamış. Objektif koşullar ancak her anlamda özgür bir ortamda sağlanabilir. İfade ve icra özgürlüğünün olmadığı bir yerde, objektiflikten bahsetmemiz mümkün değil. İktidar hiçbir anlamda kendisine yönelik eleştirel bir üretim istemiyor. Buna ideoloji de girdiği zaman, iktidar kendi dünya görüşü ya da hayal ettiği toplum fikrine karşı çıkan, eleştiren hiçbir üretimi artık kabul etmediği gibi, bu suç kabul etme noktasına geldi. İktidarın karşılığında bulduğuna gelince ise, buna daha olumlu bir yanıt vermek istesem de istediği şekilde bir üretim değilse de aslında üretimsizlik süreci yaşadığımızı söyleyebilirim.
Özgür düşünce olmadan özgür sanat olamayacağı için, korkunun da etkisiyle sanatsal anlamda toplumu etkileyecek nitelikte işlerin yeterince üretebildiğini düşünmüyorum. Anlaşılır bulmakla birlikte böylesi karanlık dönemlerde korkuya rağmen üretmeye devam etmek gerektiğini düşünüyorum. Bir toplumu çökmekten ancak üretmek ve mücadeleye devam etmek kurtarır…
Kitapta röportaj yaptığınız isimler, basında ve sosyal medyada sık sık politik görüşlerini açıklayan sanatçılar/yazarlar… Ancak kitabın geneline baktığınızda -Mert Fırat hariç- kırk yaş üstü isimler… O da bildiğim kadarıyla zaten devrimci bir gelenekten geliyor. Sizce gençler politik görüşünü açıklamaktan neden korkuyor?
Kitaptaki isimlerin yaşlarının ileri olmasının en önemli sebebi, ülkenin geçirdiği dönüşüm sürecini analiz edebilecek kadar yılları ve tecrübeleri olmuş olması. En genç isim Mert Fırat sahiden ama onun özellikle olmasını istedim. Hem dediğiniz gibi bir dünya görüşü ve politik duruşu olması hem de onunla yapılan tüm söyleşilerden farklı bir söyleşi yapmamız sebebiyle bu kitapta olmalıydı. Mert Fırat ile bu kitapta aslında en büyük sorunumuz olan erkek egemen sistemi tartıştık birlikte, bu açıdan okunsun isterim.
Gençlere gelince, ben korktuklarını düşünmüyorum. Korksalardı bu ülkede Gezi Direnişi olmazdı! Sadece onlar bizden farklı bir düşünce biçimine ve dünya algısına sahipler. Karşı çıkışlarını bizim alışık olduğumuz gibi cümlelerle, sloganlarla yapmıyorlar. Her şeyin farkındalar, zekiler ama araçları farklı. Yeni bir çağa girdik, Dijital Çağ ve bu her şeyin bizim bildiğimizden bambaşka olması demek. Onların algıları ve iletişim yolları bizden farklı. Bir şeylerin değişmesini istediklerinde ya da bir durumdan rahatsız olduklarında bunu kendi yöntemlerince söylemesini yine bileceklerdir. Gezi’yi bu sebeple yeteri kadar anlayamadık bence…
Kitabın ortaya çıkışını ve genel olarak felsefesini düşündüğümüzde, Cumhuriyet’in kazanımları üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz. Röportajlarda sorduğunuz sorular, genel olarak Cumhuriyet’in sanatçıya/yazara açtığı alanın ve günümüzdeki siyasal iktidarın bu alanı daralttığı üzerine… Aynı mantık ilişkisi üzerine ben size sormak isterim: Yıllardır gazetecilik yapan bir insan olarak, 2002 öncesini düşündüğünüzde, basının durumunu nasıl tarif edersiniz?
Doğru. Yarama tuz bastınız… Basının durumuna dair çok şey söyleyebilirim ama bu röportaj yetmez. Bir kere 2002’den öncesi şu an bana hayal gibi geliyor. Her şeyden önce medyada bu kadar tek seslilik olmadığını söyleyebilirim. Kesinlikle yazma, soru sorma, konuşulacak kişiye karar verme konularında özgürdük. Örneğin, ben kültür sanat alanında uzmanlaşmış bir gazeteciydim, bu alana yeterli önem hiçbir zaman verilmese de bu kadar umursamazlık yoktu. Şimdi sanat sayfası olan kaç yayın var, varsa da hangi nitelikte? Politik ya da ideolojik baskı bu derece değildi. Kimse soru sorma ya da yanıt verme anlamında endişe duymazdı. Şimdi sansürden önce otosansür var. Bağımsız olduğunu söyleyen yayınlar bile artık ne kadar bağımsızlar? Politik baskı değilse de medyanın kendi içinde de ideolojik baskılar hakim.
Toplumdaki ayrışma medyanın kendi içine de sinince, özgür basını sürekli iktidar odaklı değerlendirmek eksik kalıyor. Yayınlar da kendi görüşlerine göre gazetecilik yapar oldular, orada bile ayrıştık. Medyanın çuvaldızı kendisine de batırması lazım! Ya da sosyal medyanın hakimiyetinin artmasıyla her an yanlış anlaşılmalar sebebiyle hakarete maruz kalabilir, sosyal linçe uğrayabilir ya da işsiz kalabilirsiniz.
Politik görüşünüz sebebiyle işsiz kalmak diye bir şey 2002’den önce nadir görülen bir şeyken şimdi ana sebep haline döndü. Medyaya dördüncü kuvvet denmesi boşuna değil, ne yazık ki günümüzde medya halkın haber alma kaynağı değil halkın iktidarın istediği şekilde yönlendirilme aracı olarak kullanılıyor. Bana göre ülkede artık bir medyadan bahsetmek zor. Gözümüzün önünde mesleğimiz öldü, ben ülkede yeni bir başlangıç yapılmadan bağımsız gazeteciliğin yapılabileceğine artık inanmıyorum…
Kitapta pek çok modacıya da söz hakkı verdiğiniz görülüyor. Kıyafet mefhumunun varoluşunu düşündüğümüzde, iktidarın (genel olarak) gördüğü/görmek istediği toplum kavramının da genel bir tablosu ortaya çıkıyor. Kadın bir gazeteci/yazar olarak son on beş senede kıyafet mefhumunun gerçek hayatta gözünüze çarpan ya da direkt olarak hayatınıza etkisi ne oldu?
Bu da bir kadın olarak en büyük sıkıntılarımdan biri! Kostüm bir toplumun kültürel yaşamının da bir göstergesidir. Bugünün iktidarının istediği toplum anlayışında her şeyden önce kadına biçilen rolde çok ciddi sorunlar var. Kadın anne, kutsal gibi kavramların içine hapsederek kimliği elinden alınmak isteniyor.
Onların yaşam biçimine göre kadının uyması gereken kurallar ile birlikte giymesi ve giymemesi gerekenler var. Bir kere bunu niye erkekler ve iktidar belirliyor? Bize niye kimse sormuyor? Ben bir kadın olarak bunu asla kabul etmiyorum! Kadının kıyafeti üzerinden etiketlendirilmesinden zaten oldum olası midem bulanıyor.
Ahlak adı altında başı açık ya da dekolte giyinen kadınların erkekleri tahrik eden olarak suçlanması kadar büyük haksızlık olabilir mi? Biz kimseyi tahrik etmiyoruz! Erkekler kendi nefislerine hakim olmayı öğrenecekler! Ne yazık ki, iktidar tarafından ısrarla yapılan kadın tarifiyle toplumun belli bir kesiminde o tarife uymayan kadınlara yönelik mahalle baskısında artış görülüyor.
Geçtiğimiz aylarda metrobüste şort giydiği için dayak yiyen kadını unuttuk mu? Suçluyu salıvermekte sakınca görülmediğini de? Buna benzer artık sayamadığımız kadar suç işleniyor ülkemde ve yargı sürekli bu suçları teşvik edecek nitelikte kararlar alarak bizi tehlikeye atmaya devam ediyor. Birçok arkadaşım şehrin belirli bölgelerinde giydiklerine dikkat etmek zorunda hissediyor. Şehrin değişen demografik yapısıyla da istediğimiz gibi giyindiğimiz için dayak yemesek de psikolojik baskı hisseder hale geldik.
Üç yıldır Taksim’de şort giyemiyorum, ötesi var mı? Bir şey olmasa bile olabilme endişesi taşıyoruz. Oysa devletin bizi koruması gerekiyor, öyle değil mi? Sokaklar biz kadınlar için güvensiz bir hale geldi ve sanki bu teşvik ediliyor. Burası hâlâ anayasasında yazan laik bir ülke ise herkesin istediği gibi giyinme özgürlüğü olabilmeli. Biz kadınlar ne giyinme ne yaşama özgürlüğümüzden vazgeçmeyeceğiz! İşte en çok da kadınların var olması için Cumhuriyet en çok kadınlar için hayati! Bu kitap benim Cumhuriyet’e borcumu ödeme gayretimin bir sonucudur…
Kitapta röportaj yaptığınız pek çok kişiye güne ve güncele dair de görüşlerini soruyorsunuz. Günü okumak, güne dair fikir sahibi olmak, tespit yapmak ve çıkış noktalarını göstermek sanatçının/yazarın sorumlu olduğu bir alan diyebilir miyiz?
Sorumluluğu dersem haddimi aşabilirim, demiyorum. Ama eğer gerçek sanatçıdan bahsediyorsak zaten kendi içinde bu sorumluğu taşıyor olmalı diye düşünürüm. Sonuçta sanat neden var? Bir sanatçı ne için üretir? Ama bunu sadece yaptığı işle de yapabilir. Herkes illa demeçler vermek zorunda değil. Ancak ülkenin geldiği kritik noktaya bakınca da bunun herhangi bir dönemden farkı ortada. Sanatçılar bugün konuşmayacaksa, onları var eden halka yol açmayacaksa ne zaman bunu yapacaklar? Zaten sonra eserlerini sergileyebilecekleri bir halk da ülke de kalmayacak…
Bu aralar uğraştığınız yeni bir şey var mı?
Yıldırım Mayruk’un biyografisi üzerinde çalışıyorum. Ayrıca her ay Bayan Yanı dergisinde öncü kadınların portrelerini yazıyorum. Bu kitabın yolcuğu ve ülkenin geçirdiği dönüşüm uzun vadede düşündüklerimi hayata geçirme kararı aldırdı. Önümüzdeki yıla üzerinde çalıştığım bir ya da iki kitap projem var ama şimdilik sürpriz olsun.