Wallace Stevens: Şiir bir devdir sürekli değişir
'Bir Karakuşa Bakmanın On Üç Yolu', Gökçenur Ç.’nin Yitik Ülke Yayınları etiketiyle yayınlanan Wallace Stevens çevirileri, 20. yüzyılın en önemli şairlerinden birini Türkçeye kazandırmakla kalmamış, bu şairin poetikasını bütün gerilimleri, canlılığı ve ivediliğiyle başka bir dilde hayata geçirmeyi başarmıştır.
Meli Levi [email protected]
DUVAR - Anlayamadığımız zamanlar olur, “baştan almak” isteriz. Sıfırdan. “İşin özünü” anlamaya çalışırız. En temelinde yatanı. Ya da bazen detaylardan yorulmuşuzdur. Aşağı inmeyi değil yukarı çıkmayı isteriz. Zihin açıklığını basitte, küçükte değil devasa olanda, evrenselde aramak isteriz. Bu açıdan veya şu açıdan bakmayı bırakıp kapsamlı bir hakikat arayışına girişiriz.
Duygularımızı özümsemek için bazen anlara yönleriz, küçük hareketlere, biricik sahnelere. Bazense huzursuzluktan bütün bir ülkeye, evrene. Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri şiirinde insanın “yaşadığı yere” benzediğini söyler, “evlerine, sokaklarına, köşe başlarına” veya “öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına, minibüslerine, gecekondularına.” Öte yandan genişler, “gülmek / Bir halk gülüyorsa gülmektir,” der, “Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.”
Bir yanda aklın yalınlaşma arzusu, bir yanda ise büyüme arzusu.
DÜNYANIN PARÇALARI
Wallace Stevens, şiirlerinde bu iki arzunun insan algısında yarattığı eğilimleri, çelişkileri ve yanılsamaları inceler. İnsan sadeleşmeyi arzularken ve düşüncesini çarpanlarına ayırırken belki de yepyeni çözümsüzlüklere zemin hazırlıyordur. Belki de birbirine eklemlenen detaylar kovaladıkları bütüne eş değerdir.
Şeylerin Yalın Algısı şiirinde, örneğin, “Ama hayal gücünün sona ermesi bile / Hayal edilmesi gereken bir şey” der Stevens. Bir düşüncenin detaylarını rendeleyip en yalın haline ulaşmak hayal gücünden yararlanmadan mümkün olabilir mi? Şair “Bu boş soğuk, bu nedensiz keder için / Bir sıfat seçmek bile zordur,” derken, algısı sıfatlar tarafından çoktan koşullanmıştır bile: “boş soğuk” ve “nedensiz keder.”
Bu algısal süreçleri böylesine felsefi bir ciddiyetle inceleyen şiirleri ayakta tutan bir şeyler olmalı. Stevens’ın eserlerine şiirsellik, lirik bir devingenlik katan nedir? Bütün sorgulamalar ve ayrıştırmalar… hepsi bir yana, insana güç veren, insanı ayakta tutan bir kurgu olmalıdır. Stevens şöyle diyor: “Nihai inanış bir kurguya inanmaktır, inandığımızın bir kurgudan ibaret olduğunu bilerek de olsa. Başka bir seçenek yoktur çünkü. En muhteşem gerçek onun bir kurgu olduğunu bilmek ve yine de ona isteyerek inanmaktır.”
Bu kanıyı Stevens’ın sık sık başvurduğu ifadelere de görebiliriz. Şiirlerinde “bir parçası dev bir sorunun” veya “devasa güneşin parçası” gibi tezatlı söylemlerle karşılaşırız. İnsan zihninin yaşadığı parçasal ve bütünsel eğilimleri bir sözcük öbeğinde harmanlayabilmesi olağanüstü bir başarıdır. 1936’da yayınlanan kitabının adı Dünyanın Parçaları: Dünya gibi genişçe bir kurgu ile parçaları bir arada. Ne biri önce, ne de biri sonra geliyor. Bir şiirinin adı ise Yüce Bir Kurguya Yönelik Notlar: Kurgunun her iki tarafındaki sözcüklere bakınız. Bir tarafta “en yüce” gibi bir külliyet iddiası diğer tarafta ise “notlar” gibi alçak gönüllü bir geçicilik.
KAVRANAMAYANI KAVRANILIR KIVAMA GETİRMEK
Kanımca, Stevens, 20. yüzyıl şiirinin en önemli isimlerinden. Geçtiğimiz haftalarda şair Gökçenur Ç.’nin Türkçe’ye çevirileri okuyucularla buluştu. Stevens gibi bir şairi çevirmenin kendine has zorlukları var elbette. Okuyucuların diline engebeli ve kasıntı kelimeler dolayıp onları bir Falım sakızı gibi çiğneten bir şiirden bahsediyoruz. Bazen kelimelerin ne anlama geldiklerini anlamasak bile gerektirdikleri uğraş sayesinde zengin bir anlam taşıdıklarını temin eden bir şiir.
Bu yüzden de hüzünlü bir şiir. Hüzünlü, çünkü kavrayamayacağımızı bildiğimiz şeyleri sürekli olarak dil aracılığıyla kavranılır kıvama getirmeyi hedefleyen bir şiir. Şiirlerin hem bu tırtıklı dilini, hem felsefi derinliklerini hem de bütünlük arzusunu koruyabilmek imkansıza yakın bir uğraş. Bunların hepsini açıklayacağım ama öncesinde şapkamı çıkarmalıyım: Gökçenur Ç., 20. yüzyılın en önemli şairlerinden birini Türkçeye kazandırmakla kalmamış, bu şairin poetikasını bütün gerilimleri, canlılığı ve ivediliğiyle başka bir dilde hayata geçirmeyi başarmıştır.
1923 yılında yayınlanan ilk kitabı Harmonium’daki Pazar Sabahı şiiri, sıradan bir güne uyanan bir kadının kararsızlıklarını anlatır:
"Sabahlığın rahatlığı, geç kahvaltı rehavetiKahve ve portakal güneşli masada
Ve yemyeşil özgürlüğü kuşun
Kilimin karmakarışık renklerinin üstünde
Kutlu sessizliği kadim kurbanın."
İnsanın kafasında nasıl da canlanıyor sıradanlığın özkütlesi. Hem spesifik objelerin ağırlığı hem de zihnin iliştirdiği sıfatlar sayesinde genişleyen hacimleri. Rehavet. Durgunluk değil, miskinlik değil, rehavet. Sözlük anlamı bile kararsızlık dolu bir kelime: “vücutta görülen gevşeklik, ağırlık, tembellik.” Kavraması zor. Rehavet nesnelere mi ait yoksa nesnelerin bir mizansene kavuşunca kazandığı devinimlere mi? Sıfatlar nesnelere tam yapışmıyor.
Yeşil nereden geliyor? Kuşun kendisinden mi yoksa temsil ettiği özgürlükten mi? Kuş gerçekten var mı yoksa kilimin üzerindeki bir desen mi? Şiirin ilk dizelerine bir belirsizlik, yerine oturmamışlık hakim. Buna rağmen sıfatlar görkemli ve kararlı. Yemyeşil. Karmakarışık. Kutlu. Kadim. “K” harfinin kulakları kemiren tekrarı. Duyumsamaların nereden geldiği belli olmasa bile duyumsamaların var olduğu kuşkusuz. Bu durum zihinde apansız bir esneme hissi yaratıyor. Buradan her yere gidebiliriz. Sanki yeni bir keşfin eşiğindeyiz.
"Küçük bir düş kuruyor kadın, simsiyah istilasını hissediyorO eski felaketin,
Telaşsız karanlığın ışıltılı sulara yayılışı gibi."
Zihninizin incecik ipliklerle bir yerlere doğru çekildiğini hissediyor musunuz? Sıfat bolluğu normalde can sıkıcıdır, maddesel dünyaya bir direniş gibidir. Fakat Stevens şiirlerinde kullanılan sıfatlar aklımızın gizli köşelerine yerleşmiş çağrışımlara yepyeni bir canlılık kazandırmayı başarıyor. “Telaşsız karanlığın ışıltılı sulara yayılışı.” Bu dizeyi okurken şekillenen düşüncelerin hareketini, titreşimini hissetmemek mümkün mü? Sekiz bölümden oluşan şiirde, ölüm korkusuna kapılan bir kadın, dinin sunduğu açıklamaları tatmin edici bulmayınca mitoloji, paganlık gibi çeşitli alternatifleri kurcalıyor. Stevens’ın amacı bu sayede bir inanç sistemini diğeriyle karşılaştırmak değil. Çeşitli inanç sistemlerine yönelen aklın yörüngesini belirlemek. Yani insan düşüncesinin bir olasılığa kancasını fırlatırken isabet etmeyi arzuladığı şeyleri anlamak. İnancın kendisini değil o inanca kendini adamaya çalışan bir aklın kararsızlıklarını, git-gellerini ve titreşimlerini anlamak.
“Ölüm güzelliğin annesidir, sadece o / Gerçek kılabilir düşlerimizi,” diyor Stevens şiirin ilerleyen bölümlerinde. Bir şeylere yönelirken belki de içten içte onları kaybedeceğimizi farkında olduğumuz için güzelliklerini hissedebiliyoruz. Benzetmeler için de böyle. Aklımızı çelen benzetmeleri kovalamak istiyoruz. Bir noktada solacaklarını bilsek bile anlık beliren tepelerin doruk noktalarına ulaşmak istiyoruz. Bu tepeleri engebelerle doldurmayı da seviyoruz: “Hani şey gibi, nasıl derler, hani…” Ölümü erteliyoruz, ama erteledikçe başından beri bizi motive eden şeyin ölüm olduğunu da sanki teyit ediyoruz.
'BAKIŞ AÇISI VE İSTEK AYNI ŞEYDİR'
Bir Karakuşa Bakmanın On Üç Yolu şiirinde benzer düşünceleri şöyle dillendiriyor şair:
"Bilemiyorum neyi seçmeliçekim eklerinin inceliği ya da
üstü kapalı sözlerin güzelliği
karakuş fısıldıyor:
ya da sadece ardlarından geleni."
Şu soruyu soruyor Stevens: çekim ekleri ile sürekli ilişkiler kurarak bir fikri kurcalayan zihnin çabası mı tercih edilmeli yoksa ima yoluyla anlatılan şeyler mi? Bir karakuşun fısıldaması mı gönlümüzü titreten yoksa “ardından gelen” duygulanımlar mı? Belki de arada bir fark yoktur. Belki de her iki durumda da zihnin anlayamadığı bir şey karşısında kendini anlama uğraşında gözetleme arzusudur önemli olan.
Fakat yukarıdaki dizelerde de görülebileceği gibi zihnin yarattığı kategoriler, zihnin yine kendini tatmin etmek için belirlediği hayali hedeflerdir. Şairin belirlediği kategoriler arasında bir ayrım yapmak kolay değildir. Nitekim, karakuşun fısıldaması üstü kapalı bir söz olarak algılanabileceği gibi, “ardlarından geleni” anlatmak için de çekim ekleri kullanılmıştır. İkilemde kaldığını zanneden zihin için önemli olan ikilemin doğruluğundan çok bu zannın yarattığı gerilimlerin gücüdür. “Düşgücüdür tek gerçeklik bu düşlenmiş dünyada.”
Stevens, hayatının büyük bir bölümünü Connecticut eyaletinin Hartford şehrinde bir sigorta şirketinde çalışarak geçirmişti. Şiirlerini okuyanlar için bu durum daha göze batar bir hale gelecektir çünkü gündelik hayatın tekdüzeliği ve yavanlığı şiirlerinde sık sık işlediği konulardan.
Stevens, tekdüzelik ve tekrarın içinde hayatın genişlediği, genişleyebildiği anları tüm derinliğiyle inceler ve bu incelemeleri çeşitli felsefi açılımlara sürükler. Sıkılganlığı ve tekerrürü felsefi bir zemine çevirir. Aynı zamanda aklının diğer kutbunda zaman zaman ziyaret ettiği Key West adası vardır. Bu ada da şairin zihninde egzotiğin, tazelenmenin, sıcağın ve uzaklığın imgelerini çağrıştırır. Fakat bu kategoriler her ne kadar birbirinden ayrı gözükseler de birbirleri tarafından beslenirler. “Lahitteki Puhu Kuşu” şiirinde de söylediği gibi:
“Akıl, uyumak için kendi kendine şarkı söyleyen bir çocukturKendi yarattığı varlıklar arasında,
Yaşar ve ölür insanlarla birlikte.”
Sürekli ayrıştırmaya ve isimlendirmeye yeltenen yetişkin aklı, kategoriler yaratarak aslında bu kategorilerin içinde kaybolmak ister. Bu kategorilerin var olmadığına kendini ikna etmek için kendini böyle uğraşlarla meşgul etmeye mecburdur. Yerinde duramaması belki de uyumak için başka seçeneği olmamasındandır. Çocukluğunda sahip olduğu, kategorilere ayırmayan bir algıya yeniden sahip olabilmek için şarkılar söyler, hışırtılara, fısıltılara, vızıltılara ve titreşimlere yönelir. Çünkü hiçliğe en yakın olan, hiçliğin habercisi olan yine bu arada kalmış seslerdir.
BOŞLUĞUN TESELLİSİ ADSIZ ŞEYLERDİR
Bir de Stevens’ın son şiirlerinden olan Dağın Yerine Geçen Şiir'e dönmek istiyorum. İlk beyit şöyle:
“Oradaydı işte, sözcük sözcük,Dağın yerine geçen şiir.”
Bu dizeleri okurken “sözcüklerin” neyi nitelediğini anlamak güç. Sanki “orada” ile işaret edilen yerin halihazırda bir dili var da şair “sözcük sözcük” bu dili şiirindeki dile çevirmeye, uyarlamaya çalışıyor. Dairesel bir okuma sürecine giriş yaptığımızı fark ediyoruz. Aynı bir dağı tırmanır gibi. Bu dağı yaratma ve tırmanma eylemi iç içe geçmiş durumda. Şiir boyunca doğru manzarayı yakalamak için verilen uğraş anlatılıyor. Taşların yeri değiştiriliyor. Ne için?
“Doğru bakış açısı için,Açıklanamaz bir tamamlanmayı tamamlayacağı yer.”
Başka bir deyişle: Bir kurgu olduğunu bilsek bile ona inanabileceğimiz, tutunmak isteyebileceğimiz bir gerçeği keşfedebilmek için. Şair her ne kadar bu durumun gerekliliğini teslim etse bile, bu farkındalığın beraberinde getirdiği hüznü tarif etmeyi ihmal etmiyor. Şiirin sonunda “önünde uzanan keskin manzara”ya bakan, “denizi seyreden” bir kişinin hüzünlü duruşunu tarif ediyor: “Ve kabul edecek bu ıssızlığın tek evi olduğunu.”
Görüldüğü gibi, Stevens’ın büyük, dev, yüce olanı canlı tutma arzusu, bunun gerekliliğine inanışı beraberinde koşulsuz bir doyum ya da övünme getirmiyor. Aslına bakılırsa, birçok şiirinde ardında hüzünlü bir çökelti bırakıyor. Ama hüzün değil midir ki insanı hep okyanus büyüklüğünde yaratma ihtiyaçlarına doğru sürükleyen? Direnmek hüzün olmadan düşünülebilir mi? Ya da aşk? En büyük aşk hikayelerinin çarkı yine hüzün değil midir?
Gökçenur Ç.’nin çevirileri hakikaten övgüyü hak ediyor. Bunun altından ancak bir şair kalkabilirdi dedirtiyor. Bütün şiir severlerin kütüphanelerinde bulundurmak isteyeceği bir kitap. İyi okumalar dilerim.