Uzak kasabadan öyküler
Onur Akbudak’ın kitabı, Yitik Ülke Yayınları'ndan çıktı. Kitap, kararsızlıklarımızı irdeliyor.
Melih Levi [email protected]
DUVAR - Çocukluğun uyku merasimlerini düşünüyorum. Annenin veya babanın çocuğu yatırmasıyla bitmeyen, aksine yeni başlayan merasimleri. “Gitme.” “Uyuyana kadar yanımda dur.” Bir türlü uykunun tutmadığı geceleri, duvarlarda titreşen gölgelerin korkuları tetiklediği geceleri düşünüyorum. Hemen içeri gidip annenin elini tutmayı ve bir masal anlatması için zorla odaya sürüklemeleri. Korkmuş bir çocuk için bu belirsiz gölgelerin varlığı tartışmaya açık bir mevzu değildir. “Oğlum yok bir şey, hadi yat uyu artık” diyerek durum geçiştirilemez.
Biri odaya gelip kontrol etmeli ve çocuk uyuyana kadar yanında durmalıdır. Çocuk koridorda dönüp durur, odasına girer gibi yapar ama bir türlü gördüğü veya gördüğünü zannettiği gölgeyi aklından çıkaramaz. “Baban gelip baksın mı?” sözü bir bardak su gibi serpilir yüreğine. Babanın elini tutunca, odadaki gölge hemencecik başa çıkılır bir hal alır. “Hani bak, bir şey yok işte.” “Olsun, ben gördüm. Işığı kapatınca yine gelecek.” Çare yoktur, çocuk uyuyana kadar başında durmak, az biraz sohbet etmek, masal anlatmak gerecektir.
Büyüdükçe bağımsızlaşırız. Artık gecenin karanlığını kendi başımıza göğüsleyebilmeyi öğrenmişizdir. Fakat çocukluğun gecelerine ait bu telaş ve huzursuzluk hayatımızdan neredeyse hiçbir zaman eksik olmaz. Yatmadan önce bir hikaye dinleme ihtiyacımız belki de bir çocuğunkinden daha fazladır. Belki de “hani bak, bir şey yok işte” diyecek bir sese ihtiyacımız yetişkinken daha da şiddetlidir. Geçmiş, kimi zaman, gecenin o belirsiz, derin karanlığı gibi bir tünele dönüşür. Nasıl ki uyku vakti çocuk için bir merasime dönüşüyorsa, anılar diyarına gidip, geçmişteki bir sese, kokuya, duyguya tutunmak da bir çeşit merasime dönüşüverir.
Bazen istemsiz bazen de istemli bir eylem: bazen geçmiş hiç beklemediğimiz bir anda beliriverir bazen de isteyerek hüzünlenir, eski günlerden konuşuruz. Ne olursa olsun, hatıralar daima bize aittir, özneldir. Başkalarıyla paylaşılan ortak anılar bile her bireyin hafızasında özgün bir yer kaplar. Geçmişten bizi ziyaret eden bir tını, bir koku, bir sezgi. Bunları başkasına tarif edebilmek epeyce zordur.
Kendimize anlatabilmek, hikaye edebilmek de öyle. Bu yüzden değil midir günlük tutmamız? Artık “ışığı kapatınca yine gelecek” dediğimizde bize inanan pek fazla insan kalmamıştır etrafta. Fakat yazarak gördüğümüz gölgelerin gerçekten var olduğuna herkesten önce kendimizi inandırmaya çalışırız.
ANILARIN ZİHİNDEKİ İZDÜŞÜMLERİ
Geçmişte takılı kalmış yazarları okurken de sanki hep çocukluğun bu telaşlı titremelerini, sessiz çığlıklarını duyar gibi olurum. Günümüz İspanyol yazarlarından Javier Marias’ı okumayı en çok da bu sebepten seviyorum. Marias’ın romanlarında çocukken yaşanan telaşlar karakterlerin gelecekteki ihtiyaçları ve ilişkileri üzerinde belirleyici bir rol oynarlar.
Örneğin, All Souls adlı romanında, anlatıcı bir birliktelik yaşayacağı Claire’la ilk karşılaşmasını anlatır. Tabii ki bu ânı hatırlayıp yazıya dökmesi birçok zamansal yanılsamayı beraberinde getirir. O anda Claire’in gözlerinde geçmişi ile ilgili bütün detaylar beliriverir. Nerede büyüdüğü, küçükken önünde oturup dışarıyı izlediği cam, yürüdüğü sokaklar, yaşadığı şehirler… bütün hepsi aniden Clarie’in gözlerinde okunur hale gelmiştir.
Claire de sanki anlatıcı hakkında, daha tanışmasalar bile, benzer bir bilgi birikimine sahiptir: “Claire de bana böyle bakıyordu, sanki Madrid’deki çocukluğumla ilgili her şeyi biliyormuş ve kardeşlerimle oynadığım oyunlara, gece korkularıma ve bitmek bilmeyen okul çıkışı kavgalarına, hepsine ana dilimde şahit olmuş gibiydi.
Onun beni böyle görüyor olması da benim onu benzer bir şekilde görmemi sağlamıştı.” Yazar Claire ile ilk karşılaşmalarını anlattıkça, hatıraları zihninde ağırlık kazanır. Aşık olduğumuzda karşımızdakinin bize bakmaktan öteye geçip bizi görebileceğine inanırız. Hatıraların zihnimizdeki izdüşümlerinden dolayı telaşa düştüğümüzde, “Gelip bakmamı ister misin?” diyecek birine ihtiyacımız vardır. Bize hikayeler anlatacak, geçmişin şimdiki zaman üzerindeki baskısını birlikte yatıştırabileceğimiz birine.
Onur Akbudak’ın yeni öykü kitabı Kasabada Yeni Bir Şey Yok’u okurken bu konuları düşündüm. Öyküler terk ettiğimiz bir yere geri dönmek, yaşadığımız yeri bir türlü terk edememek, alışkanlıkları kıramamak, pişmanlığın döngüsüne hapsolmak gibi konuları işliyor. Özlerinde derin bir yalnızlık ve hüzün barındıran öyküler. Bir kaçma arzusu ile yanıp tutuşan, huzursuz öyküler. En önemli özellikleri ise arzuları hep duyusal detaylar üzerinden işlemeleri. Aniden geçmişe götüren, yahut geçmişi bize getiren bir koku veya bir tat. Akbudak, duyuların etkin hale geldiği bu anları tasvir etmeye epeyce önem veriyor.
Bunu yaparken de işte çocukken o varlıkları hakkında bir türlü ikna edemediğimiz gölgelerin var olduğunu anlatmaya çalışıyor. Küçükken bu gölgeler annenin anlattığı bir masal ile nasıl yavaşça dağılıyorsa, yetişkinken de aklımıza kanca gibi takılan anılar onları anlattıkça, detaylandırdıkça hafifleyip dayanılır hale geliyorlar. James Joyce’un Ulysses romanında söylediği gibi, “Kaçtığını düşünürken kendinle karşılaştın. Eve giden en kısa yol, en uzun olandır” (çeviri Nil Sakman ve Fuat Sevimay). Akbudak’ın öykülerinde de kasabadan kaçma, yeni yerlere gitme arzusu, ne gariptir ki, yeniden evde hissetmek için bir gereklilik haline geliyor. İnsan, kendiyle yabancılaşmadan kendini tanıyamıyor.
BOŞ KAFESİN SESSİZLİĞİ
Akbudak, kısa cümleleri ve yumuşak dokunuşları tercih eden bir kalem. Cümle yapısının veya söz dizimin inceliklerine ilaveten söyleyişin ve zamanlamanın büyüsüne güveniyor. Çünkü tasvir ettiği sahneler okuyucuda hemen karşılık bulabilecek ve geçmişe dair anlık bir arzu uyandırabilecek türden.
Örneğin Baharı Beklerken adlı öyküde hepimizin az çok tanışık olduğu bir çocukluk sahnesi betimleniyor: “Anneleri terleyen sırtlarını hemen anlar, ellerinde fanila, evlatlarının peşinde koştururlardı. Yakalanan çocuklar, kısa bir fanila değiştirme molasının ardından, çekiştirerek annelerinin ellerinden kurtulur, hop oturup hop zıplamaya devam ederlerdi.” Anlatıcı, duygularının bahar mevsiminde “alt üst” olduğunu söylüyor. Bahar gelince “uzaklara dalıp gidiyor” ve ister istemez “ölümü daha çok düşünmeye” mecbur oluyor.
Akbudak anılara pürüzsüz ve akışkan biçimler vererek okuyucuyu fark ettirmeden geçmişin kaçınılmaz egemenliğine mecbur ediyor. Anlatıcının dizginleyemediği çağrışımları okudukça okuyucunun da hafızası benzer cambazlıklara girişmeye başlıyor. Anıların getirisi elle tutulamayan, gözle görülemeyen bir “hiç” de olsa, düşünceleri belirli biçimlere sürüklüyorlar. Bir gölgeyi takip eder gibi sürükleniyor düşünceler: “Biliyordum. Boş kafesin sessizliğiydi tüm bu olanlar.”
Wallace Stevens, Adamı Taşıyan Şey şiirinin sonunda, “Bütün gece katlanmalıyız düşüncelerimize, / Soğukta kıpırtısız kalana dek ışıltılı açıklık,” diyor (çeviri: Gökçenur Ç.). Burada “ışıltılı açıklık” ne anlama geliyor? İlk akla gelen olasılıklardan biri elbette ki ışığın asıl kaynağı olan güneş. Bütün gece düşüncelerle başa çıktıktan sonra güneşin açması ve aklın devinimlerinin yavaşça bir durağanlığa erişmesi. Fakat şair neden “ışıltılı açıklık” diyor? Madem ki düşüncelerin devinimi en azından geçici bir süre için bile olsa bir nihayete ulaşmış, öyleyse neden yeniden bir benzetmeye başvuruyor?
Bir düşünceyi sabitlerken yepyeni bir hareket alanı beliriveriyor. İnsanın elde ettiğini zannettiği zihin açıklığı kendi içinde birçok üstü kapalılık ve çözümsüzlük getiriyor, ya da Stevens’ın kendi deyişiyle, “ikincil şeylerin fırtınasını” hazırlıyor. Fakat yine de bu anlık zihin açıklığını azımsamak doğru olmaz çünkü bize hareket alanı sunan ve verdiğimiz karaların “doğru” olduğunu hissettiren hep bu tür geçici açıklıklardır.
BEKLENTİ VE KAYIP DUYGULARI İÇ İÇE GEÇİYOR
Akbudak, insan algısının anımsamaları aracılığıyla kazandığı bu açıklıkları sürekli olarak sorguya çekiyor. Örneğin, Baharı Beklerken adlı öyküsünde Pazar günlerini şöyle tasvir ediyor: “Pazar günü diğer günlere kıyasla daha sessizdi. İnsanlar, bir hafta boyunca çalışmanın yorgunluğunu evlerinde dinlenerek geçiriyorlardı… Kasabayı bilmeyenler bu kokuya alıştıklarında, pazar günlerinin tüm dünyada çamaşır suyu ve zeytinyağı sabunu koktuğunu zannederlerdi.” Akbudak’ın bahsettiği bu tatlı yanılsamayı okuyunca içimde zarif bir kıpraşma hisseder gibi oluyorum. Bir mekana ait özelliklerin, orada uzun süreler geçirdikten sonra, sanki birtakım evrensel hakikatleri barındırdığına inanmak… atmosferin insan bilincinde yarattığı o muhteşem kaçınılmazlık duygusu.
Örneğin, yağmurdan sonra birdenbire canlanan o toprak kokusu. Kokuyu alır almaz ta ciğerlere kadar hissedilen esrarengiz huzur. Bu öyküde görülen, belirli bir mekan tarafından şekillenen rutinlerin, duyumsamaların zihinde tahrik ettiği algılayış biçimleri kitabın genelinde önemli bir rol üstleniyor. Çünkü bu algılayış biçimleri, geçmişi canlı tutarken aynı zamanda içinden çıkması hayli zor “kafesler” de yaratıyorlar. Yeni bir yere alışamamak ya da eski yerleri terk edememek belki de bu tür kafeslerin demirlerine tutunmaktan bir türlü vazgeçemememizden kaynaklanıyor.
Tarhana başlıklı öykü de geçmişle kurduğumuz ilişkilerin hem yapıcı hem de yıkıcı taraflarını inceliyor. “Annem çorbayı ısıtmıştı. Tarhana kokuyordu yalnızlığım, içtikçe çoğalıyordum.” Zamanında anlatıcının içini ısıtan ve haliyle eşi benzeri bulunmayan bir anne çorbasının kokusu, kayıpların ve yalnızlığın habercisi haline geliyor. “Bu dünyada yaşamak istemiyordum… Üstelik yetmezmiş gibi bir de bu kasabanın sokaklarına sıkışıp kalmıştım.” Dut Ağacı öyküsünde ise yazar, farkında olmadan, alışkanlık haline getirdiğimiz görme şekillerini inceliyor. Hani çocukken anlamsızca bağlandığımız nesneler olur, bir türlü elimizden bırakmak istemeyiz. Yanımızda taşıdıkça daha da değerlenip sanki kimliğimizin bir parçası haline gelirler. Dut Ağacı da öykünün anlatıcısı için böyle bir andaç.
Bu öyküde de Akbudak’ın, görülen nesneden çok alışılmış görme şekillerini kurcaladığını söyleyebiliriz. Örneğin: “Gökkuşağı çıkacaktı, kaçırmamalıydım. Renklerini ayırt etmeye çalıştıkça bu defa hangisinin gökyüzünden kaytardığını öğrenecektim.” Yazarın tarifinde, beklenti ve kayıp duygusu daha en baştan iç içe geçmiş durumda. Bu bakış açısını özü itibariyle hüzünlü yapan da bu iç içe geçmişlik durumu.
Yani çocukluğa dair her hatıranın veya çocukluktan miras kalan her algı biçiminin bir kayıp duygusundan bağımsız var olamaması. Daha gökkuşağı çıkmadan, anlatıcı, gökkuşağının hangi renginin görünmez kalacağını, havayla eşleşeceğini düşünmektedir. Hatıralara uzanışımız da benzer bir süreç değil midir? Hatırları tarif etmemiz aslında onları yeniden kaybetmeyi deneyimlemek istememizden başka ne olabilir.
Kitaptaki diğer öykülerde benzer konularla karşılaşıyoruz. Alışkanlıkların kurduğu kafesleri görüyoruz. Tostçu öyküsünde, örneğin, evinin önünde olmasına rağmen sırf adı “Alparslan” olduğu için o büfeden alışveriş yapmayan bir adam anlatılıyor. Kahvaltı öyküsünde ise “sığlığından bunaldığı” kasabayı terk etmeye kararlı olan bir bireyin bunu bir türlü başaramamasına tanık oluyoruz.
Fakat yaşadığı evden çıkmış olduğu için daimi bir misafir haline geliyor, bütün misafirlik reflekslerini yalayıp yutuyor: “Kalktı. Yatağını topladı. Bir evi olmadığından yaptı bunu. Misafir evlerde saygının bir göstergesi olarak bu temiz, tertipli, düzenli misafir gösterisi herkes tarafından çok iyi bilinir ve uygulanırdı.” Kasabayı terk edemese bile, misafir olmanın getirdiği daimi huzursuzluktan besleniyor. Kasabada Bir Şey Yok öyküsünde ise terk ettiği kasabayı ziyaret eden bir karakter ile karşılaşıyoruz. Okudukça, terk etmenin aslında mümkün olamayacağını düşünmeden edemedim.
Çoğu için yaşadığı yerden tatmin olmayıp yollara düşmenin sebebi bu olanaksızlıkla başa çıkmak olsa gerek. “En iyisi yolda olmak dedi. Ne dönmek ne durmak ne de varmak.” Evet, fakat yolda olmak da bir bakıma huzursuz olmak demek. Huzursuzluğa teslim olmak demek. James Joyce’un sözüne dönmekte fayda var. Belki de en uzun yolu seçmek, eve ulaşmanın en kısa yoludur!
Bu sorunsalı anlatan en güzel metinlerden biri de Yunan şairi Kavafis’in Şehir adlı şiiridir. Şöyle başlıyor: “Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin / bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet.” Kavafis bu arzunun bir yanılsamadan ibaret olduğunu biliyor. Biz bir yerden kaçtıkça, o yer bizi daha çok kovalıyor. “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. / Bu şehir arkandan gelecektir. / Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın…” (çeviri: Cevat Çapan).
Kimisi de çocukluktur der anayurdumuz için. Kitaptaki “A” adlı öyküde olduğu gibi, belki de en büyük sürgün annenin o sıkı sıkı tuttuğumuz elini bıraktığımız gün başlıyordur. Alfabeyi öğrenmek, kendi dilimize kavuşmak için okula gittiğimiz o ilk gün.