Pelin Buzluk öykülerinde mekân poetikası ve varoluş üzerine notlar
Buzluk öykülerindeki poetik nitelikler ve yazarın kullandığı yazınsal stratejiler farklı birkaç noktadan okunabilir. Yaşam ile edebiyatın bu içiçeliği, ikisi arasındaki simbiyotik ilişki Buzluk öykülerinde kuvvetli bir mekân poetikası aracılığıyla işleniyor.
DUVAR- Kimi öykü yazarlarında mekân, zaman-mekân birlikteliğinin iki ayağından bir tanesini kuran ve bu niteliği ile de öykünün hem atmosferine hem de bağlamına somut zemin sağlayan öykü iskeletinin kaçınılmaz bir parçası olmanın yanı sıra, bir sınıraşımı alanı, farklı algı boyutları ve çağrışımlar arası geçişlerin belli belirsiz ortaya çıktığı bir gri bölge olarak da ortaya çıkar. Mekâna böyle bir açıdan yaklaşan öykülerde içerisi/dışarısı, iç mekân/dış mekân, dünyevi/metafizik, içsel zaman/dışsal zaman, somut/engin, ruh/beden gibi insanın dünya ve dünyadaki deneyimi ile ilişkilenmesinde önemli yer tutan birçok ikiliğe meydan okuyan sapak ve patikalar ile karşılaşırız. Böyle bir öykü okura, kaçınılmaz olarak, yaşadığı dünyanın öğrenilmiş, bilindik algı dünyasını aşan, modern dünya inşasının dayattığı epistemenin dışında ya da periferinde kalan ifşa alanlarının ya da varlığı ‘başka türlü deneyimleme’ olasılıklarının kapısını açan bir okuma deneyimi sunar.
OKURA DENEYİM ALANI AÇAN BİR ÖYKÜ ANLAYIŞI
Pelin Buzluk hem ilk öykü kitabı Deli Bal’da hem de bu ilk kitabın ardından gelen Kanatları Ölü Açıklığında’da böyle bir mekân poetikasından faydalanmış, iç/dış, içerisi/dışarısı, algı sınırlarının içinde ve/veya ötesinde, içsel ve dışsal zaman gibi ikilikleri anlatı evreninin içinde sorunsallaştırarak ‘şimdi ve burada’ ya da ‘başka bir zamanda ve orada’, ama bir haliyle ‘bu dünyada’ olma deneyiminin hangi anlamlara gelebileceği kadar bu anlam alanlarının nasıl yeniden tanımlanabileceği üzerine düşünmemizi sağlayan; yani okura deneyim alanı açan bir öykü evreni kurmuştur.
Buzluk bu poetikayı kurarken ne içinden geçtiğimiz siyasal atmosferi, ne her türlü ötekileştirme pratiğini ne de tarihin bu gününde ve anında süregelen özne kurulum pratiklerinin insan olma deneyimi üzerinde kurduğu baskıyı görmezden gelir. Aksine her iki öykü kitabını meydana getiren öykü toplamı günlük yaşamın pratiklerinden yola çıkarak okuru farklı deneyim alanlarına fırlatır.
Ancak Buzluk’un anlatıcıları içinde bulundukları ya da içinden süzülüp geçtikleri mekânları deneyimlerken bu alanlara neredeyse hemen her vakit kendi içsel zaman ve deneyimleri üzerinde etkisi olan, onlara bir şekilde biçim veren ve bu niteliği ile de insanın bu dünyadaki oluşuna olumlu ya da olumsuz bir etkide bulunan bölgeler olarak bakar, mekânı iliklerinde hissederler.
İnsanın dünyadaki varlığı, bu varlığın konum alışları, diğer varlıklar ile kurduğu ya da kuramadığı ilişki, toplumsal kabul ya da dışlanmaların mekan ile ilişkisi toplumcu gerçekçi bir söylem pratiğinden güç almaktansa, mekân poetikasının işaret ettiği olası anlam ve duyumsamaların sınırlarında dolaşır ve okuru türlü soru ile başbaşa bırakır: Neredeyiz? Olduğumuz yer ile ne türde bir ilişki içindeyiz? Olduğumuz ya da olmadığımız/olamadığımız bu yerler bizleri hangi ölçüde tanımlıyor? Toplumsal kabul ile mekân/mekânsallık arasında ne nitelikte bir ilişki mevcut?
Böylelikle Buzluk öykülerinde kapılarla, duvarlarla, şehir, dağ, tepe ve sokaklarla karşılaşırız. Onun varoluşsal sorgulaması bizi çukurlara, mezarlara, yorgancı dükkanlarına götürür. Buzluk, tüm bu mekânların insanın dünya üzerindeki varlığı, bu varlığın toplumsal tanımı ile mekân arasındaki hiyerarşik ilişki üzerine düşünmeye çağırır. İçeri/dışarı dikotomisi çoğunlukla iki farklı çağrışımıyla modern insanın karşısına çıkar: Bunlardan birincisinde içeri/dışarı ikiliğinde içeri, hiyerarşinin üst terimidir; yani olumlanan, ayrıcalıklı olan terimdir. İçeri alınmak iyidir, onaydır, kabuldür. Bir eve kabul edilmek, bir topluluğa dahil edilmek içeriye alınmak, onaylanmak anlamına gelir.
İkinci bir okumada ise içeri, eski değerinden kaybetmiştir artık. İnsanın dışarıya, doğaya dönmesi, onunla bütünleşmesine yönelik bir çağrıdır da bu aynı zamanda. Dışarı aynı hiyerarşide üst terim konuma yerleşir. İnsandan dışarı ile, doğa ile uzlaşmasını talep eder. Bachelard da Mekânın Poetika’sında iç/dış ikiliğinin yabancılaştırma niteliğinden söz ederken şöyle demektedir; “Dışarı ile içerisinin oluşum mitinin nasıl bir öneme sahip olduğunu hissediyorsunuz: söz konusu iki terime dayanan yabancılaşmanın önemidir bu.
Bu iki terimin biçimsel karşıtlığında ortaya çıkan şey, daha ötede ikisi arasında bir yabancılaşmaya ve düşmanlığa dönüşür.” (256) Elbette ‘burada’ ya da ‘orada’ olmak ontolojik bir deneyim farklılığına işaret eder. Modern episteme içeri ve dışarı için farklı deneyim olasılık ve modelleri sunar. Varlığımı ve bu varlığın hakikatli deneyimini nerede arayacağım? İçerideki deneyim hakiki mi? Ya da, hakiki olan dışarıdaki deneyim midir? İç/dış ikiliği ile bölünmüş mekân algısı şimdi ve buradalığı nasıl deneyimler?
BUZLUK'UN ANLATICILARI KESİŞİM NOKTASINDA DURURLAR
Bu soruların hepsi Buzluk’un her iki kitabındaki öykülere de içkindir. İnsan kendi varlığını merkeze alarak deneyimlediği sürece içerisi belki de sadece içsel zamanın sunduklarından ibaret olacaktır ya da dışarının etkisi içeriye deşifre edilemez bir algı süreci olarak sirayet edecektir. Buzluk’un anlatıcıları mekân ile ontolojik soru ve sıkıntıların kesişim noktasında dururlar. “İbrahim Dağı” adlı öyküde yorgancı babasının ölümü ile birlikte ortadan kaybolan küçük İbrahim önce bulunur; bunun hemen ardından da bir komşu evine yarı sığıntı yarı misafir bir konumda alınır/kabul edilir.
Bu küçük oğlanın içsel zamanı öyle bilinmezler ile doludur ki kendisi de o vakitler küçük bir çocuk olan anlatıcı İbrahim’in zihnine, duyarlılıklarına bir türlü nüfuz edemez. Tek görevi, İbrahim her ortadan kaybolduğunda onu bulup getirmekten ibarettir. Gerçekten de İbrahim sık sık kaçıp gider, kaybolur.
Küçük oğlan sadece yakınlardaki bir tepede içine serilip yatmak için kazdığı bir çukurun içinde rahat etmekte, sık sık bu ancak bedeni kadar yer kaplayan çukura sığınmaktadır. Yaşamın bilindik iç/dış tanımlamalarının dışında kalan bir ‘içeri’ tanımlamıştır kendisine. Küçük oğlan tepenin dışarılığında içeridedir. Bir mezarı da andıran bu çukur, belki de küçük İbrahim’in bu dünyada kaplayıp kaplayacağı tek yerdir ve oğlan adını koyamadığı, ancak kendi varlığının önemsizliğine dair bu hakikati bir biçimde hissetmiş, kendince önlemini de almıştır. İbrahim, kendi yersizyurtsuzluğunu kendi tanımlar. Öykünün sonunda anlatıcı, okuru İbrahim Dağı’na, yani içerisine dönüşmüş dışarıya çağırır: “İbrahim Dağı’na gidelim. Birazdan hava kararır. Küçük bir yorgancı, geceyi eliyle dağıtır. O zaman buluruz İbrahim’i.” (21)
Aynı öyküde içeri/dışarı ikiliğine dair aynı ölçüde kuvvetli bir diğer izlekle daha karşılaşırız. Anlatıcı henüz öykünün başında Maraş’ı selamlar. “Esmerliğimiz bu topraklara aitti ve şimdi serbestti. Dilimiz eski sesleri kavrıyor, heyecanla unutuyordu bazı harfleri, atıyordu. Kendimizi ele vermemek için yıllardır iki yanımıza yapışık kollarımız zarlarını yırtıyor, acıyarak açılıyordu.” (13) Kimliğin, kimliğin dile yansıyan ifşasının gizlenmek zorunda kaldığı özne-kurucu bir şehir evreninden çıkıp eve ‘içerisi olarak bir diğer şehre’ gidişin özetidir bu cümleler.
Aynı zamanda yuvaya dönüşe de işaret eder. Artık şivenin, vurgunun, hiyerarşide alt terim olan dilsel farklılıkların ya da başka türlü bir bedensel varoluşun ve bu varoluşun edindiği kimi kültürel alışkanlıkların gizlenmesine gerek kalmamıştır. Maraş yolunda geride bırakılan şehirde dışarıda bırakılmamak adına tahammül edilen türlü asimilasyona göğüs germe ihtiyacı bütünüyle ortadan kalkmasa da azalmıştır.
Beden ve dil, Maraş’ta, bu şehre varışla varoluşu ve bu varoluşu deneyimleme biçimi ile görece kendiliğinden bir ilişki kurabilmiş; aynı biçimde kimi ketlerden kurtulmasıyla da bir ölçüde içerisi/dışarısı ikiliğinden kurtulabilmiştir. Artık ‘dışarıya’ ya da ‘kamusal alana’ çıktığında kendi varoluşunun biçimlenişini gizleme ve böylelikle de kendi varlığını koruma ve savunma içgüdüsüyle hareket etmek zorunda değildir.
HİKÂYENİN 'İÇ'İ VE 'DIŞ'I
Aynı kitapta işaret etmek istediğim bir diğer öykü “Kanatsız”da ise içeri/dışarı ikiliği bir ara mekân olarak balkon ve balkonların yasaklanmasıyla daha da belirgin bir izleğe dönüşür. Balkon hem içerisi hem de dışarısıdır. Politik baskı öncelikle içeriyi, yani evi bir hapishaneye dönüştürmüştür. Dışarı ise yasaklarıyla bir diğer hapishanedir. İçeride ya da dışarıda olmanın fark etmeyeceği noktadadır artık insan. Anlatıcı içinde bulundukları durumu şu kelimelerle aktarır; “Başkan tedirgin oluyor. Bu balkonların, terasların, taraçaların, tahtaboşların ve onların barındırdığı tüm bu renklerin hükümeti devirmesi işten bile değil. Diye geçiriyor içinden. Herhalde… Balkonsuzlara dışarıda hiç yer kalmadı. Eviçlerinden başka yerleri yok artık.” (24)
Bu noktadan hareketle Bachelard’ı yeniden anımsayacak olursak somut ile engin arasındaki asimetrinin dünya üzerinde bir deneyim edinmek açısından önemi üzerinde durmak faydalı olacaktır. İçeriyi ve dışarıyı aynı biçimde alımlayamayız. Dışarı engin olandır, deneyim açıklığının, ufku genişleten bilinmez ve belirsizliğin alanıdır. Dolayısıyla insana içerinin, eviçinin dayatılması aynı zamanda deneyimin engellenmesi anlamına da gelmektedir.
“Kanatsız” öyküsü bu ikiliği sergilemekle de kalmaz, anlatıcı evin “dışında” bir hayvan oluş ile, hayvan oluşun kedi haliyle yüzyüze kalır. O, dışarının, dışarıda olmanın uzmanıdır da aynı zamanda. Anlatıcının hayvan oluş ile bu karşılaşması bir yüzleşmeye gebedir: İnsan varoluşunu korunaklı kılmak için hangi tavizlerde bulunmuş, kendi varlığının olasılıklarını hangi ölçüde eksiltmiştir? Yüzlerce yıla yayılan bu soru elbette yanıtsız kalmaya devam edecektir. Yine de bir kez daha sorulmuş olması öneminden, değerinden bir şey yitirmez.
Kitabın üçüncü öyküsü “Kemikler”de kayıp çocuk teması karşımıza bir kez daha çıkar. Bu sefer anlatıcı bizi duvar diplerinde gezdirir. Duvar ile insanın kendi varoluşunu savunması arasındaki ilişki ile başbaşa kalırız. Aslında her bir insan bu dünyaya fırlatılmışlığı ile kayıp bir çocuktur bir açıdan. Yerliyutluluk kendini medeniyetin farklı biçimlerinde dayatıp duracak olsa da en ufak bir varoluşsal kriz, vaktinde sorulmamış ya da geçiştirilmiş bir soru ya da benlikle kurulan ilişkiye dair bir öteleme her ‘ölümlüye’ sürgün hissini yaşatacaktır.
“Herkes kendini kayıp bir çocuğun yerine koyar. Kâinatta bir yerde ama burada, onlarla olmayan. Nerede olduğunu bilmeyen. Toprağa basar mı, göğe öykünür mü, dağlara koşar mı, yoksa başını dayamış bir ağacın köküne toprak altında hep uyur mu bilinmeyen. Bir çocuğun.” (30)
Dünya üzerindeki varlığın mekânsallık ile ilişkisi Kanatları Ölü Açıklığı’ndaki diğer öykülerde de farklı izlekler aracılığıyla karşımıza çıkar. “Sekizli’ye Hediye”de Mary Meryem’in odasında yaşanan bir cinselliğin ölüp gitmiş bu kadının içsel gerçekliğini yansıtışına şahit olduğumuz kadar artık küle dönüşmüş bedeninin bir kutunun içinde yolculuk edişini okuruz. Pakistan’a gelen küller tuhaf bir biçimde havaalanında kaybolur. ‘Ölü’ varlık mekânsallık açısından çöptür bir bakıma; yine de Dünya denen mekânın bilinmezliğinde savrulup gidememiş, toprağa karışamamıştır bile. Bir anlamsızlık ağıtı ile karşı karşıya kalırız.
Benzer mekân ve varoluş sorgulamaları yalılarda, karla kaplanmış şehirlerde de devam eder gider. Buzluk’un ilk öykü kitabı Deli Bal’da bu bağlamda eşit derecede kuvvetli bir sorgulamaya iter okuru.
Daha ilk öykü “Sürek”de bir kan davasının dünya deneyimini ne türde bir hapishaneye dönüştürebileceği hakikati ile karşı karşıya kalırız. Anlatıcı, uzun zamandır ilk kez pazar yerine inmiş, bu evrenin sıradışılığı karşısında şaşkınlığa düşmüştür. Bir yandan da kendi bedeninden ‘ölesiye’ korkmaktadır çünkü bu beden aynı zamanda ona ölümü getirebilecek ve kurtulmasının da bütünüyle imkansız olduğu bir hapishanedir. Yüzü ve bu yüzün düşmanına her vakit tanıdık ve açık kalacak olması anlatıcının içeri/dışarı ve dünya deneyimine ait her türlü algısını alt üst eder.
“Puslu Bahçe”de orman karşımıza bir mezarlık olarak çıkar. Tanıdığımız, sevdiğimiz bir insanın yeryüzünden kayboluşu üzerine düşünmek zorunda kalırız. Ölüm kesinleşmemiştir. Beden ortada yoktur. Söz konusu olan adından ibaret bir babadır. Ancak Esme eninde sonunda babasının ölü bedeni ile karşılaşır. Varlığın bitişine tanıklık etmek de Buzluk öykülerinde sık sık beliren bir temadır. “2.9 Saniye” bir intihar anlatısıdır. İkilik, gerçekleşen bir intihar ile tasarlanmış bir intihar arasında kurulur. Varlık içeri olarak algılanan dünyadan kendini bilinmez bir dışarıya fırlatmış, yüksek katlı bir binadan atlayarak yaşama son vermiştir.
Buzluk öykülerindeki poetik nitelikler ve yazarın kullandığı yazınsal stratejiler farklı birkaç noktadan okunabilir. Ben bu kısa yazıda öykücünün mekân ile kurduğu ilişkiye, anlatı evreninde mekânın taşıdığı öneme bakmaya çalıştım. Mekânın insanın kendi varlığı ile ilişkilenmesindeki vazgeçilmez yeri okuma deneyimi aracılığıyla yeni ufuklara işaret eder. Kimi vakit edebiyatı günlük yaşam deneyimimizde karşımıza çıkabilecek ifşa ve deneyim alanlarına açar. Yaşam ile edebiyatın bu içiçeliği, ikisi arasındaki simbiyotik ilişki Buzluk öykülerinde kuvvetli bir mekân poetikası aracılığıyla işleniyor.