Zulme hizmet eden tarih
Cemal Kafadar Metis Yayınları etiketi taşıyan, Rum ve Rumî kelimelerinin izini sürdüğü Kendine Ait Bir Roma - Diyar-ı Rum'da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine adlı kitabına sert bir cümle ile başlıyor: “Tarihyazcılığı özgürleştirmiyorsa zulme hizmet ediyordur.” Kitap, son paragrafından hemen önce Şeyh Bedrettin’den ulema-i zahir hakkında bir alıntı ile bitiyor: “Hedeflerinin bilgi edinmek olduğunu söylüyorlar, ama bütün bilgileri iktidar ve mevki edinmeye yarıyor.”
DUVAR - “Tarihyazıcılığı özgürleştirmiyorsa zulme hizmet ediyordur.”
Cemal Kafadar’ın “Kendine Ait Bir Roma” adlı kitabı böyle başlıyor. Özgürleştirme, zulüm ve hizmet lafları, bugün içinde yaşadığımız atmosferdeki kesif şiddeti hem yankılıyor hem de işaret ediyor: Öfke dolu günlerdeyiz, bir yeri, bir ismi, bir topluluğu, toplumu, bir kavramı, bir inancı, bir işi, bir olguyu, bir olayı öfke ya da öfke kadar şiddet dolu alkış gösterileri olmadan konuşmakta, tartışmakta güçlük çekilen günler...
Kimlik, coğrafya, egemenlik, aidiyet meseleleri, en güncel, en yakıcı ve en şedit iş ve eylemlerin alanı. “Biz”, “bize ait” ve “bizi biz yapan” şeyler var, deniliyor, bu “o” ve “onlar”dan, ötekilerden, berikilerden farklı ve kesin. Merkezi güç açısından durum aşırı net: Tek bayrak, tek millet, tek devlet, tek vatan. Yeni anasır-ı erba.
Vatan, bir yer. Millet o yerdeki biri-leri. Bayrak onun alameti. Devlet onun “bir”liğinin siyasal görünümü ve sağlayıcısı. Hayır, Erdoğancılığın söylemsel çekirdeğinde yer alan bu nevzuhur anasır-ı erbaanın ne analizine gideceğim, ne yorumuna. Fakat bunlardan ikisinin, “millet” ve “vatan” kısımlarının adlandırılmasının (bu söylemin parçası olduğu ideolojik kurguyu anlamaya ve anlatmaya da yarayabilecek) tarihine ilişkin bir çalışmadan söz edeceğim:
“Kendine Ait Bir Roma/Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine.”
Kitap, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, ne yazarın diğer kitaplarında ne de tarihsel çalışmalarda kolay rastlayabileceğimiz sert bir önermeyle başlıyor. Kitabın bitimine doğru bu sertliğin bir gereklilik haline gelmesinin nedenleri beliriyor: İsmet Özel’in (tabii ki şiddet yüklü) bir ifadesine atıfla, “Bu satır ya da farklı yeni-milliyetçi yazarların yazdıkları hakkında ne düşünürsek düşünelim, öfkelerinin nereden geldiğini ve daha da önemlisi, neden bu kadar verimli bir zemin bulduğunu düşünmek zorundayız.”
MİLLİYETÇİLİK VE KÜRESELCİLİK
Hayır, Cemal Kafadar milliyetçilerle tartışmıyor, milliyetçi argümanlar ya da söylemler hakkında bir çalışma da değil elimizdeki. Bir yandan “ulus temelli kavramlaştırmalar”la “küreselleşme” çağının manipülasyona açık söylemleri arasındaki gerilimde, ikisinin de ürkütücü yanlarına işaret ediyor; öte yandan, küreselleşmeciliğin milliyetçilik eleştirileriyle kendi arasına mesafe koyuyor. Halihazırda hem “Türkiye” içinde ve hem de dünyada-kürede süren tartışmalarda tüm tarafların, katılımcıların baş vurabileceği bir tarihçi metni çıkıyor karşımıza.
Milliyetçiliğin ya da milliyetçilik eleştirileriyle kendi harekâtlarını meşrulaştıran küreselciliğin “zulüm”lerine hizmet etmemek üzere, isim-cisim bağlantısına ilişkin hem özcülüğü hem de özcülük eleştirisini kendi hedeflerinin aracı haline getiren yeni emperyalizmin “zulüm”lerine karşı üretilecek söylemlerin başvuracağı bir “tarihçi çalışması” elimizdeki, en kaba ifadeyle.
Giriş cümlesindeki sertlik ve final paragrafından hemen önce Şeyh Bedrettin’den ulema-i zahir (dini-hukuki ilimlerin zahiri veçheleriyle ilgilenen alimler) hakkındaki alıntı, tarihçinin kitabın yazarı olarak kendi konumunun politiğini de gözettiğini ortaya koyuyor: “Hedeflerinin bilgi edinmek olduğunu söylüyorlar, ama bütün bilgileri iktidar ve mevki edinmeye yarıyor.”
KİMDİR BU RUM VE RUMÎ
Kitap, özellikle Rum ve Rumî adlandırmalarının izini sürüyor; doğal olarak Anadolu isminin de. Çelişkiler, sürprizler, tuhaflıklar içeren bir tarih. Bunu yaparken, “1071’de Malazgirt’ten giren… 1923’te cumhuriyete uzanan” anlatının, şimdi Erdoğan tarafından 2071’e uzatılan anlatının, Türk (devletlu) tarihyazıcılığının en büyük anlatısının aşındırılması çabasına da tanıklık ediyoruz.
Ulus-devlet ya da onun rüknü olan milliyetçilik eşliğinde hayli daraltılmış, tekleştirilmiş, kendisi bir zulme dönüşme eğilimi taşıyan aidiyet belirtmenin, öncesinde ne kadar renkli, komplekssiz ve çoklu olabileceğini bilgisiyle bitiriyoruz kitabı. Aceme-Araba karşı Rum ama Batıya karşı Türk, Rum hem Grek demek, hem de Türkün adı, Rumî hem Anadolulu, hem Trakyalı (ah, Rumeli), hem edebiyatta ve sanatta bir tarzın adı, hem bir karakter özelliği.
Hem etnik bir terim, hem sınıfsal: “Türk” kaba köylü iken “Rumi” ince şehirli. Hem iyi hem kötü değerler aynı terim üzerinde. 1200’lerden başlayarak 1800’lere kadar.
Bugünlerde bir zamanlar kendiliğinden alınan “Rum” adını kimse almak istemez üstüne “bu topraklar”da, “Rumî” lafı Mevlana hariç unutuldu gitti. “Rum tohumu” bir küfür, malumunuz. “Anadolu” ayrı bir tartışma konusu, Cumhuriyet’in sınırlarını (tüm farkları örtüleyecek şekilde) genişletip mutlak övgü sözüne çevirdiği “Anadolu”, bir cephe sözcüğü haline geldi.
Kürtlerden evladı-fatihan denilen Balkanlılara, Araplardan Rum ve Ermenilere karşı saflaştırılmış, yüceltilmiş ve hepsine saydırmaya yarayan, kendisini kendi tarihinden ayrıştıran bir kelime. Ekonomik ve siyasal yırtıcıların (Anadolu aslanları, kaplanları…) narsistik nutuklarının alameti farikası… Kitap, elbette böylesi güncel meselelere doğrudan girmiyor ve fakat manzarayı umumiye hakkında düşünmeyi sağlayacak malzemeyi işliyor ince ince.
Marangoza iyi marangoz demek için işini iyi yapması gerekir, tarihçiye de iyi tarihçi demek için işini iyi yapması gerektiği gibi; bir keresinde “marangozdan farkı yok tarihçinin” demişti zaten Cemal Kafadar.
İyi marangozun ürettiği sandalye ve masa nasıl işe yarayacaksa, rahat ettirecekse, iyi tarihçinin ürettiği tarih metni de özgürleştirmeli, diyor özetle. Neden özgürleştirir? İşte devletin kendi ülkesi içinde, emperyal “Roma”nın dünya devletleri-toplumları içinde yapıp ettiklerine eşlik eden, zulme eşlik eden söylemlerden: Milliyetçi ve özcü anlayışların zulmü ile, milliyetçiliğe ve özcülüğe zulmü kaldırmak için değil, kendi zulüm alanını genişletmek, kendi emperyal heveslerine ulaşmak için saldıran, özsüzleştirmeyi, milletsizleştirmeyi demokrasi şekeriyle yalatmaya çalışan emperyal aklın zulmünden…