Dinçer Demirkent: Konsey mi burjuva cumhuriyeti mi?

Dinçer Demirkent'in yeni kitabı 'Bir Devlet İki Cumhuriyet', Ayrıntı Yayınları'ndan çıktı. Demirkent, "1921 Anayasası özerklik maddeleri yüzünden görülmek istenmiyor" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Her geçen gün yeni bir KHK ile üniversitelerden akademisyenler, okullardan öğretmenler atılmakla kalmıyor, bilim dünyası da gitgide çölleştiriliyor. 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında iktidar OHAL kararı aldıktan sonra, KHK ile ülkeyi yönetmeye başlamış ve bunun avantajını da kendi hanesine eklemişti. Bunlardan biri de 686 sayılı KHK ile Ankara Üniversitesi SBF Anayasa Kürsüsü’nden ihraç edilen Araştırma Görevlisi Dinçer Demirkent olmuştu. Demirkent ile Ayrıntı Yayınları’dan çıkan Bir Devlet İki Cumhuriyet kitabı hakkında, hem Cumhuriyet’in kuruluş dönemini hem de güncel siyaseti konuştuk.

Dinçer Demirkent Dinçer Demirkent

HALK ‘BİR’ DEĞİL ‘ÇOK’LUKTUR!

Kitabınızın ismini neden Bir Devlet İki Cumhuriyet koydunuz?

Türkiye’de 1920 ile 1924 arasında iki farklı cumhuriyet kuruluyor. Uluslararası tanınmayı dışarıda bırakırsak, devleti tanımlayan üç unsurun, sınırların, nüfusun ve egemenliğin biçimlenişi bakımından iki karşıt cumhuriyetin kuruluşu kitabın konusu. 1921 ve 1924 Anayasaları'nda ve bu iki anayasayı yapan meclislerde devletin bu üç unsuruna ilişkin farklı kurucu kararlar söz konusu. Cumhuriyetin Türkiye’deki iki karşıt kuruluşu bugüne varana kadar temel siyasal uzlaşmazlık ve mücadele hatlarının da asli dinamiğini meydana getiriyor. 1961 ve 1982 Anayasaları'na ilişkin kararlar da bu mücadele ekseninde 1924’teki cumhuriyetin ikinci kuruluşunun konsolidasyonu bağlamında oluşuyor.

Kitabınızın ilk bölümünde kuramsal bir çerçeve ile konuya başlıyorsunuz. Bu çerçeveye niçin ihtiyaç duydunuz?

Kitabın temel meselesi kuruluş sorunu. Yani ‘bir devleti kuran şey nedir’, ‘kuruluşun öznesi kimdir’, ‘bir devlet nasıl kurulur sorularına cevap bulmak istedim. Bu sorun aslında yaklaşık 200-250 yıllık bir tarihi olan anayasa disipliniyle, Eski Yunan’dan da başlatırsak, 2500 yıllık olan siyaset felsefesinin bir tür belirsizlik alanında konumlanıyor. Kurucu iktidar sorununa anayasa hukukçularının verdiği cevap açıkçası bir anayasacı olarak beni tatmin etmiyor.

Onların verdiği cevap basitçe şu: Kurucu iktidar ikiye ayrılır. Bunlardan birisi asli kurucu iktidardır ve bu iktidar bir anayasayı kendisini sınırlayan başka herhangi bir norma tabii olmadan yazan kurucu iktidardır. Diğeri ise, tali kurucu iktidardır. Bir anayasayı o anayasadaki normlara göre değiştirme yetkisine sahip kurucu iktidar organıdır. Anayasa hukuku literatürümüzde, ‘asli kurucu iktidar bir anayasa, bir kurulu düzen ortaya çıktıktan sonra uykuya dalar’diye ifade eder.

Özellikle Türkiye’de anayasa hukukçularının neredeyse hiç tartışmadığı bir meseledir bu. Bir tür totolojiye dönüşen bu tartışmayı derinleştirmek adına daha çok siyaset felsefesinin araçlarından yararlanmaya çalıştım. İlk büyük anayasacılık hareketleri ve bunların anayasalarında demokratik kurucu iktidar sorununu ilk defa gündeme getiriliyor.

Ki bunlar, Amerikan (1787) ve Fransız (1791 ve 1793) Anayasaları'dır. Asıl olarak kurucu iktidar sorununun çerçevesini belirlemiş ve demokratik kurucu iktidarı tartışmaya açmış, halk egemenliğini gündeme getirmiş, halkı bir figür olarak siyasetin sahnesine sokmuş anayasalar bunlar. Halkın bir siyasal özne olarak siyaset sahnesine dahil olması, siyasal düşünce bakımından da devrimsel önemde yeni sorunsallar ortaya çıkarıyor.

Mesela?

En temelde, bir monarşiden bir cumhuriyete geçiş sorununu nasıl anlamlandırabiliriz. Türkiye’de yapılan temel analiz şu: Egemenlik 'monark'tan alınıp halka ya da ulusa geçmesi olarak söylenmektedir. Burada kalan bir analiz bize yeni hiçbir şey söylemez.

Bu kadar basit mi geçildi?

Elbette bu kadar basit değildi. Fakat geçiş sorununun anlamı ve karakteri üzerinde durulmadı. Geçişin karakteri üzerinde durmazsanız halkı da soyut bir bütün olarak, yani bir soyut ‘birlik’ olarak düşünürsünüz. Sorun burada zaten. Halk 'bir' değil. Halk çok, kalabalık, çatışmalı ve çok başlı.

Buradan yola çıkarsak kurucu iktidar sorununu nasıl tanımlayabiliriz?

Anayasa hukukçularının boş bıraktığı mesele vardı. İçinde eyledikleri hukuksal ideoloji bakımından bunu boş bırakmak zorundaydılar da. Çünkü Anayasa Hukuku Disiplini Kurulu iktidar zemininde hareket eder. Fakat bir anayasa mahkemesi gibi, bazen cumhuriyetin bekçisi olarak görülen kurumlar -bazen bu cumhurbaşkanı da olabilir- anayasanın çekirdeğinin korunmasına ya da bu çekirdeğin korunması için geriye kalan maddelerin askıya alınmasına karar verdiğinde anayasa hukukçusu ne diyecektir?

Halbuki anayasadaki bütün maddelerin değeri eşit değil midir? Açıkçası egemenlik sorusuyla karşılaştığında hukukçu ne yapar? Mevcut hukuki ideoloji bu sorunu görmezden gelerek siyasetin alanına terk etmeye eğilimlidir. Örneğin anayasadaki ilk üç madde değiştirilemez. Nedir bu değiştirilemezlik? Cumhuriyetin kuruluşunu, anayasa hukuku disiplininin içsel tartışmalarından uzaklaşarak ele almamın nedenlerinden biri budur. Aslında değiştirilemez olarak tarif edilen içerik, bir cumhuriyetin kuruluşuna, Schmitt’in deyimiyle bir siyasal birliğin tipine ve biçimine dair verilen karardır.

Siyasal birliğin tipi ve biçimini biraz somutlaştırabilir misiniz?

Siyasal birliğin biçimi cumhuriyet ya da monarşi olabilir. Bir cumhuriyeti içeriklendiriyorsak, bir konsey cumhuriyeti mi, bir burjuva cumhuriyeti mi sorusunun cevabı da tipidir. Örneğin 1982 Anayasası’nın birinci maddesinde Türkiye Devleti’nin biçimi cumhuriyettir. İkinci maddede laik demokratik sosyal bir hukuk devletidir. Üçüncü maddeye baktığımızda üniter bir devlettir, dili Türkçedir vs. 1982 anayasasının içeriği 1924’deki belirlenene tabiidir. Yani tekçidir. Bu anayasaya karar veren ikinci meclis cumhuriyetin içeriğini de, yani tipini de tekçi, üniter bir şekilde belirlemiştir. Halka ilişkin kararı Türklük üzerinedir.

Halkın diğer unsurlarını, gayrimüslimleri ve Kürtleri açıkça dışarıda bırakmıştır. Sınıf çatışmalarına tamamen kapalıdır. Dolayısıyla kurucu iktidar tartışmasını anayasa hukukçularından farklı daha derin ve kurucu iktidarın demokratik teorisi bakımından yapmanın birkaç ayırıcı özelliği var. Birincisi uykuya dalan bir iktidardan değil, aslında sürekli bekçiliği yapılan bir karardan bahsediyoruz.

İkincisi demokratik kurucu iktidar teorisinin içinde bir darbenin kurduğu iktidarla, bir halkın özneleştiği kuruluş arasında ayrım yapma olanağınız olur. Üçüncüsü ise, formu ve tipi değişmiyorsa 1961 ve 1982 anayasalarında olduğu gibi, gerçekten yeni bir anayasadan söz edebilir miyiz? Yani anayasa ile siyasal birliğin tipi ve formuna verilen kararın anayasal yasası (anayasanın geri kalanı) o çekirdeğin dışında kalan kısmı arasında bir ayrım yapılması gerektiğinde ne söyleyeceğimize dair de kurucu iktidar üzerine düşünmek ve anayasa hukukunun ötesinde siyaset felsefesinin içinde düşünmek gerekiyor.

Kurucu iktidar kavramından yola çıkarak halk egemenliğini nasıl tanımlarsınız?

Halk egemenliği kavramı, çatışmaları, benzemezlikleri, uzlaşmazlıkları olan bir ‘çok’luğun egemenliğinden bahsediyoruz. Siyasetin büyük düşünürü, Machiavelli’nin çok başlı canavarını örnek olarak verebiliriz. Korkutucu bir şey yani. Halk egemenliğinin en uç noktasında böyle bir halktan bahsediyoruz. Halk egemenliğinde belli oranda çatışmaların, sınıf çatışması, etnik uzlaşmazlıklar, kültürel uzlaşmazlıklar gibi uzlaşmazlıkların çatışma zemininde, çatışmayı sürdürür bir temelde tarif edildiği bir cumhuri anlayıştan söz ediyoruz.

Egemenliğin 'bir'den 'çok'a geçtiği bir zemin. Kitabın ana derdi 1921 anayasası ile 1924 anayasasındaki karşıtlığın ne olduğunu kavramaktı. Fakat bunun üzerine düşündükçe ve çalıştıkça fark ettim ki, bu karşılık 100 yıllık cumhuriyet tarihinin ana dinamiğini oluşturuyor. Doğrudan doğruya 100 yıllık cumhuriyet tarihinin köklerini bulmaya yardımcı oluyor.

50 MİLYON OLARAK ‘TEK’LEŞMİŞ BİR ULUS

Ulus egemenliğini halk egemenliğinin karşısına koyuyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Evet Ulus egemenliği, halk egemenliğinin karşıtıdır. Analitik bir araç olmanın ötesinde böyledir bu. Ulus aslında halkın bir forma sokulmuş tekleştirilmiş, temsil aracılığıyla homojenize edilmiş, temsile devrolmayanların da dışlandığı bir içeriği karşılıyor. Bugün Erdoğan’ın millet tam budur işte. Son 50 milyon sözü tam da bunu kanıtladı belki de.

Kitabın kavramsal girişinden sonra tarihsel anlatısına gelelim. 1921 anayasasından önce nasıl bir ülke vardı?

Önce bir özeleştiri yapmak istiyorum. Daha doğrusu kitabın biçimsel sınırları bakımından bir eksiklikten bahsetmek istiyorum. Bu kitapta 1915 incelenmedi. Kitabın tarihsel sınırları 1918’den başlıyor. Anadolu halkının küçümsenmeyecek bir nüfusunu oluşturan Ermeniler 1915’de yok edildiler. Ve bu yok edilmede Anadolu’daki Müslüman halkların bir işbirliği var. Kitapta bu bir bilgi olarak var olsa da incelenmiyor. 1918’e gelindiğinde Osmanlı Devleti yenilerek egemenlik aygıtlarını kullanamaz hala gelmiş İstanbul’da sembolik olarak güç kullanabilen iktidarını koruyabiliyor. Özellikle Mondros Antlaşması’ndan sonra Anadolu’da birçok kongre yapılmaya başlanıyor. Ve bu kongreleri yapanlar dernekler olarak örgütlenmiş Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri.

‘KONGRELERDE EN BÜYÜK TARTIŞMA MANDA YERİNE YEMİNDİR’

İttihat ve Terakki Partisi ile ilgisi var mu bu derneklerin?

. Bir Devlet İki Cumhuriyet, Dinçer Demirkent, 256 syf, Ayrıntı Yayınları, 2017.

Elbette var. Çünkü toplumun en örgütlü kesimi hala İttihat ve Terakki Partisi. Enteresan olan şey, neredeyse bütün cemiyetler İttihatçılık yapılmayacağına dair taahhütte bulunuyor. Mondros antlaşması imzalandıktan beş gün sonra Kars’ta geçici bir hükümet kuruluyor. Ve bu geçici hükümet bir anayasa yapıyor. Neredeyse 1921 Anayasası'na benzer kavramları, yani Türkiye ve vatandaş kavramını bu anayasada görüyoruz.

Aslında Osmanlı aydını Osmanlı Devleti’ni var olduğu haliyle kurtarma fikrinden vazgeçmiş durumda. Her ne kadar padişah ve Hilafeti kurtarmak olarak belirtilse de. Belki de bilinçaltı böyle. Bana kalırsa Mustafa Kemal’in milli sırrı sadece onun kafasında değil. Edirne’deki büyük kongrede örneğin cumhuriyet tartışmaları yapılıyor, demokrasi kavramı kullanılıyor müzakerelerde. Artık Osmanlı aydını yeni bir devlet kurma fikrini benimsiyor.

1917’de Ekim Devrimi yaşanmış, Bülent Tanör’ün deyimiyle, "Kongre iktidarlarından henüz bir yıl önce." Bugün muhafazakar politikacı kategorisinde düşündüğümüz insanlar doğu halklarının kurtuluşunu bu devrimde görüyor. Örneğin, Ali Şükrü Bey, ‘Bolşevik fikirler doğrudur fakat bunu taklit etmek yanlıştır’ diyor. 1920’de Meclis açıldığında Bolşevizm'i öğretmek için meclisin verdiği bütçe ile Bolşevizm'e dair kitaplar çeviriliyor. Yani Lenin ve özellikle kendi kaderini tayin hakkı fikri etkili oluyor. Lenin öncesinde Wilson’ın halkların demokratik gelişme hakkı kavramı özellikle kongrelerin örgütlenmesinde ilk etkili olan şey.

Kongreler Lenin ve Wilson’ın etkisiyle ademimerkeziyetçi çizgideler. Kamuoyunda İttihatçılık'a karşı büyük bir tepki var, ama içeriği biraz tuhaf. Sivas Kongresi toplandığında en büyük tartışmalardan bir tanesinin resmi tarihçiler tarafından gündeme getirilen manda statüsü olarak söylenir. Fakat en büyük tartışma yemin meselesidir.

Çünkü yemin metninde İttihatçı politikanın izlenmeyeceği ve onları lanetlemeye dair bir ifade vardır. Kongreyi toplayanların birçoğu ise daha önce başka ve ağır bir yemin etmişlerdir: İttihatçı yemini. Bu kongreler doğrudan doğruya kendi bölgelerini yönetmeye başlıyorlar. Adem-i merkeziyetçiliği savunuyorlar. 1921 anayasa görüşmelerinde birinci meclis içinde bir kişi bile merkeziyetçiliği savunmaz. Mustafa Kemal de dahildir.

Yapılan bu kongrelere kimler katılıyordu? Gayrimüslimlerin katılımı oluyor muydu?

Bütün müslümanlar doğal üye olarak kabul ediliyordu. Tüzüklerinde gayrimüslimlere eşit hakların verileceği ifade edilmesine rağmen kongrelerde gayrimüslimler yer almıyorlardı. Bu kongreler zaten gayrimüslimlerin egemenlik haklarını elde etmesine karşı kuruluyor. Başlangıçta Wilsoncu ilkeler bağlamında raporlar hazırlıyorlar, bunları Paris Konferansı'na sunmak için çalışmalar yapıyorlar. Daha sonra daha Leninci kendi kaderini tayin hakkına yöneliyorlar.

1921 ANAYASASININ EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİNDE BİRİ ADEM-İ MERKEZİYETÇİLİKTİR

Adem-i merkeziyetçilik hususu baz alındığında 1921 anayasası üzerine neden bir tartışma görmüyoruz?

Çok fazla çalışılmadı üzerine. Özbudun’un bir kitabı var, birkaç tez yazılmış. Fakat özerklik sorunu, demokratik çatışma zeminleri, kuruculuk üzerine derinlemesine bir tartışma yok. Çünkü cumhuriyetin ikinci kuruluşu 1921’in karşına kuruluyor. 1921 anayasasını hazırlayan komisyon anayasa taslağını savunurken Türk ve Kürt köylüleri için bunun gerekli olduğunu söylüyor. Türkiye’nin ezilen sınıfları için bu anayasanın gerekliği olduğunu, bugüne kadar yapılan bütün reformaların ezilenlere değil egemenlere yaradığını gayet radikal bir şekilde dile getiriyorlar. Anayasanın ilk maddesi halkın doğrudan doğruya kendini yönetmesine dayanır. Yani demokratik self-determinasyona, bugün bildiğimiz özerkliğe.

Bu ilk madde ademimerkeziyetçilik açısından mı değerlendirilmeli?

Elbette. Zaten bu anayasanın ilkesini ete kemiğe büründüren de anayasanın 10'uncu maddesinden sonra başlayan özerklik ilkeleridir. Anayasanın yarısı özerklik üzerine kuruludur. İlk yarısı da bu özerkliğin ilkesel olarak benimsenmesi üzerinedir.

Kitabınızda ‘tam özerklik’ ilkesinden de bahsediyorsunuz. Fakat uygulanmıyor. Neden?

Tunalı Hilmi Bey ve diğer vekiller tam özerklik bağımsızlıktır diyerek karşı çıkıyorlar. Bağımsızlık formunu değil, özerk ve geniş yetkilileriyle merkezden bağımsız ve kendi kendini idare edebilen bir tür şuraların birliği söz konusu oluyor. Hatta Tunalı Hilmi’nin önerisi Sovyet modelidir. 1921 anayasanın modeli aslında bir yönüyle Fransa’daki 1793 Anayasasına benzer. Radikal burjuvazinin anayasasıdır ve Rousseau'cudur.

Adem-i merkeziyetçilik bakımından Kürtlerin 1921 öncesi ve anayasasına katılımı hakkında ne söylenebilir?

1920 Meclisine gelen Kürt vekilleri Lord Curzon İsmet İnönü’ye ‘sizin atadığınız vekiller’ diye aşağılar. O vekiller de Curzon’a mektup yazıp cevap verirler. Fakat kimdir bu insanlar diye düşününce, bir kısmının ikinci meclise hiç giremediğini görüyorsunuz. Bunlardan birinin, Hasan Hayri Bey’in bu anayasa taslağının özerlik hükümlerine geçilmeden hemen önce yaptığı bir konuşma var. Diyor ki mealen ‘biz bu ülkeyi birlikte kurtaracağız ve kuracağız, ama sizden isteğim ya bu anayasayı bir an önce kabul edin ya da vilayetlere ilişkin özerklik hükümlerini karara bağlayın. Eğer bunu yaparsanız 25000 kişilik bir kuvvet Dersim’de bu devleti kurtarmak için beklemektedir’.

1921 anayasası bu bağlamda Türklerle Kürtlerin uzlaşma anlaşmasının bir ifadesidir. Mustafa Kemal de, federasyonun olmayacağını, 1921 anayasasında var olan özerklik maddesiyle çoğunluk olarak yaşanılan bölgelerde kendi kendini yöneteceğini söylemektedir. Bu ifade Kürtlerin siyasal birliğe nasıl dahil olacağını göstermiş olur. Amasya protokollerinde de açıkça Kürt-Türk siyasal birliğinden özerk olarak bahsedilmektedir. 1918’den 1920’ye kadarki dönemde ne olduğuna ilişkin fikir vermesi bakımından, 1922’de Mustafa Kemal imzalı bir talimatnamede, El Cezire Komutanlığına Kürtlerin özerk yönetimlerini kurmasını talimatını vermektedir.

Misak-ı Milli’nin ilk halini önümüze koyan Erzurum ve Sivas Kongreleri'dir. Erzurum Kongresi açıkça Türkler ve Kürtleri bir araya getirmek üzere yapılmış bir kongredir. Sivas da böyledir. Erzurum’un hazırlık metinleri de böyledir. Ermenilerin tekrar Anadolu’ya gelmelerini engellemek için bir tür Müslüman birliği olarak organize edilmiştir bu iki önemli kongre. Ama demokratik sonuçlar yaratmıştır.

1921 ANAYASASI O GÜNKÜ ŞARTLARA GÖRE DEMOKRATİKTİ

Demokratik derken?

Etnik farklılıkların, sınıf çatışmasının tanınması, kendi kaderini belirleme hakkı gibi kavramlarla yürüyen 1921 Anayasa görüşmelerinde iş şu noktaya gelir. Ermenilerin meclise girip giremeyeceği tartışılır. Mesleki temsil meselesi anayasanın en çok tartışılan hususlarından biridir. Temel korku da gayrimüslimlerin meslek sahibi oldukları için Müslümanlara göre çoğunluk sağlama ihtimalidir. Komisyon sözcüsü ‘Ermeni Devleti ile savaş halinde değilken Ermenilere olan düşmanlığınız nedir?

Ülkü birliği içinde oldukları sürece elbetteki bu meclise gireceklerdir’ der. Mesleki temsil bu korku yüzünden anayasaya girmez. Ermenilerin haricinde, kadınların eşitliği sorununun tartışıldığı bir meclisi görebiliyoruz. Örneğin, Tunalı Hilmi Bey, sürekli bu ülkenin %50’sinin kadın olduğunu söylüyor. Ezen ve ezilen sınıfların çatışmasını gündemine alan bir meclisten bahsediyoruz. Çoğulcu ve farklılıkların çatışmasına zemin hazırlayan ve bu çatışmaları kurumsallaştıran bir demokrasi anlayışını kastediyorum demokratik sonuçlarıyla.

Kürtçe'nin o dönemki durumu neydi?

Vilayetler özerkliği milli eğitimi de kapsıyor. Vilayet tarafından verilecek kararlar ulusal meclisin çizeceği yörüngeyle uyumlu olarak kabul edilmekte. Asıl yetki vilayet şurasında. Buna yönelik okulların kurulmasına da başlanıyor. İkincisi, Kürdistan bölgesinden bir vekil Kürtçe olarak meclise gelen kişilerin altından karışım olmasını istediğini söyler. Klasik Platon'cu yönetici sınıfını kastediyor yani. Bunun karşılığını çok öğretici bir biçimde verir meclis üyelerine: beyefendi altını çıkaran onlardır!

1921 Anayasası sonrasında ne kadar uygulanabildi?

1921 Anayasası uygulanamıyor tam anlamıyla. Anayasa tarihçilerinin genel görüşü anayasanın bir savaş anayasası olduğu ve bir siyasal birlik kurmak üzere şekillenmiş bir anayasa olmadığı yönünde. Bu anayasanın tarihe gömülmek istemesinin bir sonucudur. Sonuçta bu anayasa 1924’teki anayasadan beri sürekli üstüne basılan, gömülmek istenen bir anayasadır. Çünkü Türkiye’nin temel çatışmalarının zeminini oluşturmaktadır.

1921’DEN SONRA ‘TEK’Çİ, KAYNAMIŞ VE İMTİYAZSIZ SINIFLAR SÖYLEMİ ORTAYA ÇIKTI

1921’den 19224’e geçiş nasıl oldu peki?

Önceki halkçılık programları laik, cumhuriyetçi, ademimerkeziyetçi, ezen ve ezilen sınıfların varlığına inanıyorlar, ezilenden yanalar ve gerçekte müslüman köylüsünün yönetimde olması gerektiğini söylüyorlar. 922’den başlayarak cumhuriyetin ilk ideolojisi olarak halkçılık biçim değiştiriyor. 1922’nin sonuna doğru Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kurulacağı zamanda bunun tam tersine açıklamalar bizzat Mustafa Kemal’den gelmeye başlıyor. İşçiyle işverenin bir arada hareket etmesi gerektiğine, Türk denilmeye ve etnik farklılıklar ortadan kaldırılmaya başlanıyor. ‘İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz’ sloganının kökü de 1922’dir.

Aslında Birinci Kuruluş Halkçılığından da vazgeçildiğinin ilanıdır. 1923 yılında artık kökleşir. Ben İkinci Cumhuriyetin kuruluşunun, yani tekçi cumhuriyetin sadece etnik tekçilik, sınıfları yok sayma, dinsel farklıkları yok sayma olmadığını, aynı zamanda kadınların da yok sayıldığını düşünüyorum. CHF kurulmadan önce, kadınların oy hakkı olmadığı için İçişleri Bakanlığı’na yapılan Kadınlar Halk Fırkası’nın kuruluş dilekçesi tabii ki reddediliyor.

1920’lerin ortasına ve sonuna doğru Türk kadının Türk erkeği ile eşit değil, kadının aydınlama yolunda Türk erkeğinin yanında olmasına doğru evriliyor. Birçok kesim 1921’in kararını veren Birinci Meclise İslamcı yakıştırmasını yapar. İslamcı dedikleri kuruluşun kendisi 1924’ten daha laik olduğunu söylemekten çekinmiyorum. 1924 Anayasası uygulamaları ve söylemleriyle din konusunda da tekçi bir anlayışa sahiptir.

Mustafa Kemal’in 1924 anayasasındaki rolü bakımından ona pragmatik bir siyasetçi diyebilir miyiz?

Ben Mustafa Kemal’in bir liberal olduğunu düşünüyorum. Okuduğu ve etkilendiği eserler, yaşam biçimi, demeçlerindeki ton, kendi siyasal pratiği vs. Buradaki temel kırılmanın Lozan’da yaşandığını düşünüyorum. 1923’deki kabul edilen cumhuriyet kanununda yer alan tekçi ifadeler ve Lozan görüşmelerinde Musul’un Misak-i Millli sınırlarına dahil olmayacağı görülünce Kürtlerle sorun çözülmez bir noktaya geliyor. Fakat 1923’te kendi el yazısı ile yazdığı anayasa taslağında özerklik hala gündemindeyken, bundan hangi kararla vazgeçildiği ve neyin neden olduğuna dair kesin bir belirleme yapabilmiş değilim.

‘1923’DE ULUS-DEVLET KURULMAK ZORUNDAYDI GÖRÜŞÜNE KATILMIYORUM’

Ulus-devlet kurmak zorundaydı diye bir yaklaşım devamlı ifade ediliyor ama...

Bu teleolojik yaklaşımdan kaçınılması gerektiğini düşünüyorum. Ciddi eserler veren neredeyse bütün anayasa tarihçilerinin düştüğü bir yanlış bu. ‘Türkiye bir ulus-devlet kurmak zorundaydı, bir tür homojenleştirmeyi yapması gerekiyordu’ derler. Şu ilginçtir ki, yine Lozan’da mübadele kabul edilir. Ve 1923’de kabul edilen mübadele 1928’de Carl Schmitt’in anayasa kitabına konu olur. Schmitt der ki, ‘Türkler inanılmaz iyi bir iş yaptılar’. Çünkü Schmitt demokratik özdeşlik ve temsil sorununu homojenleştirmeye kaydırmıştır. Demokratik kuruculuk ve devlet meselesini böyle çözmüştür. Fakat bunun tek seçenek ve böyle bir zorunluluk olmadığını gösterdiği için 1921 anayasası hep dışlandı.

Cumhuriyetin kurucu anayasası neredeyse hiç çalışılmadı. Bu yüzden ademimerkeziyetçi, halkların kaderini kendini tayin hakkına dayanan bir cumhuriyet mümkün değildi fikrine sabitleyecek bir teleolojik yaklaşımın doğru olmadığını düşünüyorum. Ki olgusal olarak da öyle değil. Bu arzular cumhuriyetin hiçbir döneminde yerinden edilememiş. Arzuların önüne çekilecek setler de. 1961 anayasasını yapan kurucu meclis de Kürt sorununu tartışır.

O dönem Kürt bölgesinden gelen bir milletvekili şöyle bir şey der: ‘ben %80’nin Kürtçe konuştuğu bölgeden geliyorum. Ve onlar Türk milliyetçiliğine bağlıdırlar. O yüzden anayasaya Türk Milliyetçiliği ifadesi girmelidir’ der. Tarık Zafer Tunaya ise burada çok enteresan bir şekilde karşılık verir: ‘bir anayasa bir nesil, kuşak için yapılmaz. Nesiller için yapılır. Orada güneyde komşuları olan, aynı dili konuşan yaşayan halk eğer buraya biz milliyetçilik yazarsak self-determinasyon isteyebilir’ der. Bu da ulusal birliğin Türklük bağlamında kurulmasına yönelik bir adımdır. Özerklik ve yoksulluğun tanınma arzusu cumhuriyet tarafından hep devrede olmuştur. Aslında bu kitabın başlığındaki dinamik kavrayış dediğim şey de budur.

1924 anayasasının 1961 ve 1982 Anayasaları ile bir bağlantısı var mı?

1924 kuruluşunun en açık olduğu şey 1982’deki tutanaklar ve aynı dönemdeki mahkeme kararlarıdır. Türkiye tektir , millet birdir, vatan bütündür olarak neredeyse tüm kararlarda geçer. Bu ikinci kuruluşun 1924’den 1982’ye kadar dışlanmış toplum kesimlerce zorlanmasına verdiği tepkilerdir. 1961 de, 1982 de kurumsal bir tepkidir. Dolayısıyla 1961 ve 1982, 1921 ve 1924 anlamındaki kurucu yani devlet kuran meclislerin aksine, 1924’ü konsolide eden, bazen açarak (1961) bazen de kapatarak (1982) buna karşılık vermiştir. Bu da dinamikliği yaratır.

'BUGÜNKÜ İKTİDAR KİŞİSELLEŞTİ'

Bugüne geldiğimizde 2017 Referandumu'nu ve siyasi süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? 1924 ve 1982 anayasası ile herhangi bir bağı, yakınlığı var mı? Şu anki iktidar kurucu bir pozisyonda gibi görünüyor ve sırtını ‘milli irade’ denen kitleye dayıyor. Bu bize ne gibi açılımlar sunuyor?

Cumhuriyetin temelindeki tartışmanın ve bugüne kadar sürekliliği olan gerilimin, politik olarak tanınma ve kendini eşitleme arzusuyla, bunun önünün kapatılmasının çatışması içindeyiz. Ve kurucu olan onu kapatan değildir. Kurucu olan kurumları yeniden yaratma iddiasındaki iradedir. O yüzden kurucu olan ‘milli irade’ çarpıtması değil. Aksine Gezi Parkı’nda ortaya çıkan, sokaktaki varlığıyla, temsil edilmezliğiyle kendiliğinden ortaya çıkan iradedir.

Dolayısıyla ben bugün Türkiye’nin neredeyse bütün kurumsal yapılarının çöktüğünü, bütün meseleleri yavaşlatan, devlet aklına tabi kılan kurumların artık kişiselleştiğini, artık tek bir kişinin egemenliği altına girdiğini düşünüyorum. Bu yüzden devletin insanlara öngörülebilirlik, güvenlik, barış, huzur, adalet sağlayan mekanizmaların ortadan kalktığını düşünüyorum. Gitgide bir tür doğa durumuna doğru ilerliyoruz. Mecazi anlamada herkesin herkesi öldürebildiği bir duruma gelindiğini görmekteyiz.

Teorik olarak, devletin ona devlet olma vasfını kazandıran özelliklerini yok eden bir kişiselleştirmeyle karşı karşıyayız. Bugün dünyanın hiçbir yerinde Sedat Peker (belli ki cezasızlığını bilerek yaptığı) gibi birinin iki haftada bir çıkıp ‘hepinizi öldüreceğim’ diye tehditler savurduğu bir devlet düzeni olamaz. Faşist devletlerde bu tür paramiliter bir örgütlenme olabilir. Demokratik düzenlerde bu mümkün değil tabii ki.

Bundan sonraki mesele kurucu iktidarı, siyasal birlik olarak halkı, devlet içindeki yönetimsel sınırları, yani yerelde insanların kendi kendini yönetme kapasitelerini yeniden düşünmek ve egemenliği artık kişiselleşmiş, neredeyse bir tür şirket olarak örgütlenmiş bir grubun egemenliğini üstlendiği bir iktidar yerine, yeni bir kurucu irade, yeni bir siyasal birliğin tipine ve formuna karar verilecek ilkeler belirlemek zorundayız.

YENİ BİR İNŞA İÇİN SOKAK SOKAK, MAHALLE MAHALLE ÇALIŞILMALI

Herkes durumu analiz ediyor. Fakat bunu nasıl yapacağız? Örneğin CHP’nin Adalet Yürüyüşü’nü başlatması gibi mi olacak? Bu ilkeler nasıl belirlenir?

Bu gibi deneyimler var. Bunun da iki yolu var. Birisi uzlaşmacı bir yaklaşım olabilir. 2011’de Anayasa Uzlaşma Kurulu kurulmuştu. Bu fiilen 1982 anayasasının bütün değerini ortadan kaldırmıştı. Bence Türkiye’deki anayasasızlaşma süreci bununla başladı. Fakat olabilirdi. Gerçek anlamda öyle bir niyet olsaydı toplumsal uzlaşma sağlanabilir ve demokratik, barışçıl koşullarda hem bireysel hem de grupsal müzakereyle yeni ve açık bir anayasa yapmak, çatışmaları ve farklılıkları kuşatan bir anayasa yapmak mümkün olabilirdi.

Ama 2013 ve 2014’de hızlanan bir süreçle AKP artık kendi milletinden bahsetmeye başladı. Demokratik müzakere araçlarını neredeyse ortadan kaldırdı. Bırakın sokak protestolarını, toplantılarını vs., parlementoda söz söyleme yetkisini ortadan kaldırdı. Bu dediğim oranda çatışmalarını gösteren, çözüm önerilerini üreten siyasal lider Selahattin Demirtaş bugün cezaevinde. Keza CHP milletvekili de. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bugün cezaevine atılmakla tehdit ediliyor. Müzakereyle yol almanın koşullarından geçmiş durumdayız.

Toplumun belirli bir kesiminin bir tarafında kendisinin liderleri ve yöneticileri olarak benimsediği ve bir kesiminin de hiçbir mekanizmayla benimsemediği ve devletin ya da devlet olarak örgütlenmiş partinin bütün kurumlardan dışladığı insanlardan bahsediyoruz. KHK’larla yüz binin üzerindeki kişi devlet kurumlarında çalışmaktan, mesleklerinden men edildi. Kamuoyunun oluşturulması için özgürce çalışabilecek medya ortamını ortadan kaldıran bir propoganda makinesi, bir tekleştirilmiş taban, bu tabanın sözcülüğünü yapan mafya liderleri vs. ile karşı karşıyayız.

Bu koşullarda yapılacak temel şey olabildiği kadar farklılıkları bir arada düşünebilecek bir potansiyeli gösterebilmek. Mecliste ve sokakta yapılamadığına göre, hanelerden başlayarak sokaklara çıkmak gerekiyor. Nasıl Fransa’da Cumhuriyet Sarayı fethedildiyse, nasıl cumhuriyet Osmanlı sarayını fethettiyse benzer bir şekilde cumhuriyet formunu bir içeriğe kavuşturarak, demokratik çatışmaların zemini halinde düşünmeli, sokak sokak, mahalle mahalle örgütleyecek kadrolar kurumak gerekiyor. Mevcut durumdaki siyasal rejimle demokratik uzlaşmaların aranması mümkün görünmüyor. Bunu yaratan demokratik uzlaşma arayan kesimler değil. Bunu yaratan iktidardaki parti örgütlenmesidir.

CHP TEK BAŞINA SORUMLULUĞU ÜSTLENEMEZ!

Bu görüşünüzden yola çıkarak CHP bu görevi üstlenebilir mi, yoksa daha kapsamlı bir birlikteliğe mi ihtiyaç var?

CHP’nin parti olarak üstlenebileceğini sanmıyorum. Daha kapsamlı partileri, demokratik kitle örgütlerini, üniversitelerin dışında kalmış veya kalmamış mensuplarını, hala varlığını sürdürmeye çalışan sendikaları içine alabilecek geniş bir kitlesellikten bahsediyorum. Gezi’de var olan farklılık ve çatışmaların gösterdiği gibi, yurttaşlık ve özgürlük hakkının yeniden canlandırılması, arzularının siyasallaştırılması ve gerçek anlamda temsil ilişkisinin yeniden düşünülerek yapılaması gerekmekte. Bunu yukarıdan aşağıya CHP yapamaz. Ancakl unsurlarından biri olabilir. Nasıl Gezi’de CHP veya herhangi bir siyasi parti o kalabalığı ve çokluğu kuşatamadıysa yine kuşatamaz. Ancak öyle bir çokluk kapsayabilir.

Peki Adalet Yürüyüşü bu çokluğu sağlayabilir mi?

Adalet Yürüyüşü’nü çok önemsedim. Sağlayıp sağlamayacağını bilmiyorum. İki ihtimal var: Ya bir toplumsal uzlaşmaya evrilecek bir süreçten bahsedeceğiz ya da toplumsal yeni bir uzlaşama inşa edilecek, yeni gerçek temsil ilişkilerini tepeden aşağıya değil de aşağıdan tepeye kuran bir ya da birkaç toplumsal hareketin bu arzuları politikleştirip bütün ülke halkının zihinsel, politik, ekonomik konumunu değiştirebilecek yönde güçlü bir siyasal akıl yaratması gerekiyor.

Bu değişim talebinizden hareketle Türkiye’nin yeniden bir anayasa yapımı sürecine girmesi mi gerekiyor?

Şu an Türkiye’nin acil ihtiyacıdır bu. Bir tür ilk hedef olarak yeni anayasal ilkelerin belirlenmesi gerekiyor. Tek parti ve kişiye götüren düzenin güçlü bir alternatifi olabilecek anayasal ilkelerin insanlar önüne konulması gerekmektedir.