Ahmet Cemal'in ardından: Aydın çevirmen...
Ahmet Cemal, geçen yıl son görüşmemizde ölümünün yaklaştığından söz etmişti. Hem neşeyle hem de metanetle. Bir sigara daha yakıp ölümden korkmadığını söylemişti gönül rahatlığıyla...
Oğuz Tecimen [email protected]
Ahmet Cemal Tercüme Bürosu geleneğinden miras aydınlanmacı ve hümanist kültürle yetişmiş ikinci kuşak çevirmenlerin en önde gelenlerinden biriydi. En çok Eyüboğlu ve Ataç örneklerinden bildiğimiz üzere, bu kültürle yetişmiş çevirmenler aynı zamanda dönemin önemli aydınlarıydı. Ahmet Cemal de bu “aydın çevirmen” türünün son neferiydi belki de. Çeviri uğraşı, bugün birçok çevirmen için olduğu gibi bir meslekten ibaret değildi onun için. Günümüzde eskimiş ve bolca eleştirisi yapılmış şu muğlak “kültür” kavramına burun kıvırabiliriz ama Ahmet Cemal için çeviri en geniş anlamıyla bir “kültür” uğraşıydı; sürekli emek verilmesi, ekilip biçilmesi, elenip dönüştürülmesi, yenilenmesi gereken, hem bireysel hem kolektif bir yaratma ve üretme faaliyeti.
'GECE Mİ TEK GERÇEĞİMİZ...'
Yaptığı çevirilerle verdiği mücadele, Rilke’den çevirdiği, Türkçedeki belki de en güzel çeviri dizelerden birinde ifade buluyor herhalde: “Yoksa ışığımızla yalan mı söylemekteyiz? / Yoksa binlerce yıldan bu yana / gece mi tek gerçeğimiz…”
Ahmet Cemal’in yetiştiği aydınlanmacı anlayışa ters düşen sözler gibi görünüyor ilk bakışta, çünkü Rilke burada tam da kültüre, bilgiye, aydınlanmaya, bin yılların birikimine olan inancı eleştiriyor. Malte Laurids Brigge’de yinelediği üzere, “Mümkün müdür icatlara, ilerlemelere rağmen, kültüre, dine, felsefeye rağmen hayatın yüzeyinde kalınsın?” diye soruyor. Onca bilgiye rağmen aslında hep gecenin karanlığında olduğumuzu söylüyor. Batı’da “aydınlanma”yı ve aydınlığı kanıksamış, ışıktan gözleri kamaşarak körleşmiş, insanın gecesini unutmuş zihniyeti sorguluyor. (Tam da Ahmet Cemal’in Canetti’den çevirdiği Körleşme’deki Kien’ın ışıktan körleşme trajedisidir bu.)*
Gelgelelim Türkiye’nin karanlık kültür tarihine baktığımızda, aslında Ahmet Cemal’in Musil, Canetti, Broch, Brecht, Zweig, Nietzsche, Rilke, Celan gibi daha birçok yazardan hakkıyla Türkçeye kazandırdığı eserlerle, karanlıkta çaktığı kıvılcımlarla tam da bu ülkede “gece”nin kendisini, gece ile gündüz, aydınlık ile karanlık arasındaki farkı ve diyalektiği görme ve gösterme gayretinde olduğunu söyleyebiliriz.
Ahmet Cemal’in çevirileriyle üniversitenin ilk yıllarında, kendisiyle de iki yıl önce, 2014’ten beri yürüttüğü Ahmet Cemal Kültür Atölyesi’nde bir felsefe atölyesi yapmak üzere tanışmıştım. Geçen yıl son görüşmemizde ölümünün yaklaştığından söz etmişti. Hem neşeyle hem de metanetle. Bir sigara daha yakıp ölümden korkmadığını söylemişti gönül rahatlığıyla. Çeviriyle, yazmakla, ders vermekle dolu dolu üreterek yaşanmış bir hayatın zenginliğinden gelen bir “gönüllü ölüm” rahatlığıydı bu herhalde.
Okuduğum ilk çevirisi olan Nietzsche’nin İşte Böyle Dedi Zerdüşt’ünün “Gönüllü Ölüm Üzerine” bölümünden şu satırları şöyle Türkçeleştirmişti Ahmet Cemal: “‘Zamanında ölmesini bil!’ öğretisi henüz yabancı geliyor kulaklara. Elbette, doğru zamanda yaşamasını bilmeyen, nasıl doğru bir zamanda ölebilir? Ölmeyi herkes önemser: fakat ölüm, bir şenliğe dönüşebilmiş değil henüz. İnsanlar daha öğrenemediler en güzel şenliklerin nasıl kutsandığını. Yetkinliğe ulaşan, zafer kazanmışçasına ölür kendi ölümünü, çevresi umut besleyenlerle ve vaat edenlerle sarılı olarak.”
Onu bu kadar kısa süredir tanıyan birisi olarak anısına söz almakla muhtemelen haddimi aşıyorum. Hele de son zamanlarda hastanedeyken ziyaretine gitmediğim halde, şimdi o öldükten sonra ondan övgüyle söz etme cüretini gösterdiğim için kendimden utanıyorum. Ama ona olan mahcubiyetimi, özür ve teşekkür borcumu artık eşine az rastlanan “aydın çevirmen” karakterini naçizane anarak bir nebze ifade edebilmişimdir umarım.
* Bu çevirisinin hikâyesi de ilginç. Ahmet Cemal’in otuzlarında genç bir Almanca çevirmeni olduğu yıllarda (1970’ler) Oğuz Atay onun bir dergide Almancadan yaptığı bir çeviriyi okuyup onu yazıhanesine çağırıyor. Atay İngilizce çevirisinden okuduğu Canetti’nin Körleşme’sini “Bu kitap çok önemli, muhakkak Türkçeye çevrilmeli” diyerek Ahmet Cemal’in eline tutuşturuyor. Ahmet Cemal, Canetti ve Körleşme’yle Oğuz Atay sayesinde tanışıyor ve yıllarca uğraş verdiği bu çeviri 1981’de yayımlanıyor.