Kerem Eksen: Şiir bize dilin ne kadar büyülü olduğunu gösteriyor
Kerem Eksen’in ikinci kitabı 'Uyku Krallığı', Everest Yayınları etiketiyle yayımlandı. Eksen: "Fikret’in şairlik arzusunun temelinde elbette bir beğenilme arzusu da yatıyor" dedi.
DUVAR - Önceki eseri 'Buradayız'da yazarlığın çetrefilli yollarını kat eden Selim’in hikâyesini okuduğumuz Eksen, bu kez şiiri ve tarihi dert edinen bir karakterle, Fikret’le tanıştırıyor bizi. Hasta yatağında zihninde uzun bir yolculuğa çıkan Fikret kendi tarihini yaprak yaprak ortaya dökerken karanlık noktalarını da keşfediyor. Eksen’in bir karakterden ziyade bir ‘halet-i ruhiye’ olarak değerlendirdiği Fikret karakteri, okur tarafında birçok kişisel sorgulamanın kapısını aralayabilecek bir anahtar hüviyetinde.
Aynı zamanda Fikret’in takıntılı bir şekilde bağlandığı şiirinin de olan 'Uyku Krallığı', edebiyat ve dille kurduğumuz ilişkilere dair de ipuçları bırakıyor.
Eksen’le 'Uyku Krallığı'nı ve Fikret’in nekahatini konuştuk.
'Uyku Krallığı', Fikret karakterinin hastalık halindeyken yaptığı zihni bir yolculuğun dökümü. Fikret’in gözünden okuduğumuz bu metin onun tüm kayıplarını, kişisel defolarını, zaaflarını, hatalarını açıkça ortaya döküyor. İnsanlar gerçekten kendilerine bu kadar dürüst davranabiliyorlar mı?
Uyku Krallığı, bir itirafnameden ziyade, bir hatırlama sürecinin ve bir halet-i ruhiyenin anlatısı benim için. Hastalık başta olmak üzere birtakım dışsal faktörlerin etkisiyle Fikret'in hafızasında gömülü kalmış birtakım odalar açılıyor ve o da oralarda gönlünce dolaşmaya başlıyor. Bir mutluluk anını, bir arkadaşının ses tonunu, bir yerlerde kulağına çalınan bir müziğin yarattığı hissi vb. hatırlıyor. Kendi defolarının, hatalarının vb. yol açtığı birçok durum da bu hatırlanan şeyler arasında elbet, ancak benim için esas olan karakterin kendisiyle yüzleşmesi, hesaplaşması ya da çatışmasından ziyade, bir şeyleri hatırlayıp ortaya dökmesi.
Sorunuzun son kısmına gelirsek, insanlar kendilerine pek de dürüst davranmıyorlar çoğunlukla. Tam anlamıyla bir dürüstlük; kendi koşullarımıza, durumumuza, kısacası olduğumuz kişiye dair bir dürüstlük erişilmesi imkânsız bir durum. Böyle bir dürüstlüğe erişilseydi de bu son tahlilde katlanılmaz bir durum olurdu herhalde. Neticede kendi deneyim alanımızı kurarken bol miktar yanılsamadan faydalanıyoruz ve birtakım şeylere ancak bu sayede katlanabiliyoruz.
Fikret hayatın büyüklüğüyle mücadele etmeye uğraşan, çok koşan ama çabuk yorulan bir adam izlenimi yaratıyor. Siz de onun böyle bir karakter olmasını mı istemiştiniz? Fikret nasıl böyle bir adama dönüştü?
Bu soruyu biraz dolambaçlı bir yoldan, Fikret karakterinin benim için nasıl bir konuma sahip olduğundan bahsederek cevaplamaya çalışayım. Bu roman üzerine çalışırken asıl derdim belli özelliklere sahip karmaşık bir karakter yaratmak ve onu deşmekten ziyade, bir halet-i ruhiyeyi aktarmaktı. Halet-i ruhiye derken, şu veya bu ruha ya da (günümüzdeki yaygın deyişle) şu veya bu kişinin psikolojisine ait bir halden bahsetmiyorum.
Daha ziyade bir karakteri (buradaki örnekte Fikret’i) kat eden, onu etkisi altına alan, kısmen onda somutlaşan, ancak kesinlikle onun sınırlarını aşan kapsamlı bir halet-i ruhiyeyi kastediyorum. Ben bu romanda Fikret’ten çok bu halet-i ruhiye üzerine, onun çeşitli veçheleri üzerine çalıştım. Dolayısıyla Fikret’in şöyle ya da böyle bir karakter olmasından ziyade, belli bir ruh halini üzerinde taşıyabilmesi önemliydi benim için. Bunu başarabildim mi bilmiyorum, bu artık okurun takdiri. Fakat karakter hakkında bunun ötesinde bir yorum yapmak bana zor geliyor.
'BU ÜLKE HEP YANGIN YERİ GİBİYDİ'
Fikret gençlik yıllarındaki şairlik girişiminden bahsederken kırık bir üslup kullanıyor. Şiir, birçok yazar için yazın hayatının ilk rotası olarak bilinir. Siz de bir ilk liman olarak şiire sığınmış mıydınız?
Evet, şiir birçok insanın ilk göz ağrısı. Benim de ilk karalamalarım şiir ve şarkı sözü gibi şeylerdi. Neden böyle olduğu üzerine çok şey söylenebilir. Sanırım insan başlarda -yani ilk gençliğinde- duygularını en yoğun halleriyle ve en hızlı şekilde dile getirivereceği, biraz sihirli bir mecra olarak başvuruyor şiire. Tabii zaman içinde şiirin böyle sihirli bir oyuncak olmadığı, bir keşif, yaratıcılık ve işçilik faaliyeti olduğu az çok ortaya çıkıyor. O zaman yeni bir aşamaya geçiliyor: Ya şiir tamamen terk ediliyor, ya yeni bir bilinçle baştan ele alınıyor ya da şiirle bir tür yakınlığı olan başka mecralara, başka sanatlara doğru yol alınıyor.
Birçok edebiyatçı için şiirin ilk göz ağrısı olmasının bunun ötesinde bir açıklaması daha olabilir aslında: Şiir dilin kendine has imkânlarının araştırıldığı, dil yoluyla gündelik hayatın ötesinde etkilerin keşfedildiği bir alan. Dolayısıyla muhtemel dilsel yaratıcılık girişimlerinin mümkün olduğunca saf bir biçimi şiir. Dilin böylesi bir biçimiyle karşılaşmak edebiyatla kurulacak ilişkide belirleyici ve kışkırtıcı olabiliyor, bende öyle oldu en azından. Şiir bazen bize dilin ne kadar büyülü bir şey olabileceğini hissettiriyor.
Bir söyleşinizde Fikret’in yazma aşkını bir nevi dünyayı anlamlandırma çabası olarak değerlendirdiğinizi söylüyorsunuz. Peki, beğenilme tutkusu bu çabanın neresinde? Mesela şiirini Mesut’un evinde unutmuş taklidi yapması, o şiirin bir şekilde ilgi çekmesi için bunca çaba sarf etmesi, bir anlamlandırma çabasının ötesinde telaşlar gibi geliyor.
Tabii, katılıyorum. “Dünyayı anlamlandırma” işin en saf ve muhterem veçhesi, ben de o söyleşide böyle saf ve muhterem şeylerden bahsetmek istemişim herhalde. Yoksa Fikret’in şairlik arzusunun temelinde elbette bir beğenilme arzusu da yatıyor. Üstelik de genç bir şair adayından söz ediyoruz, böyle bir arzudan bahsetmemek zor.
Uyku Krallığı uzak topraklarda açılış yapıp zihni dönüşlerle eski günlere giden ve sokak hareketlerini anımsayan bir eser. Türkiye’den göçlerin arttığı, özgürlüklerin her geçen gün daraltıldığı, herkesin bir çıkış yolu aradığı bugünlerin havasıyla mı bu serpiştirmelerde bulundunuz?
İçine sürüklendiğimiz bu bunaltıcı ortam 'Uyku Krallığı’nın bir yerlerine sirayet etmiştir muhakkak. Romana içerik açısından doğrudan etki etmemiş olabilir, ancak yukarıda sözünü ettiğim o halet-i ruhiyenin şekillenmesinde rol oynadığı kesin. Bununla birlikte, ülke gündeminin bu roman üzerindeki etkisini şu son yılların olağandışı kötü gidişatıyla sınırlayamam.
Bu roman hep yaşayageldiğimiz netameli ve dertli ülkenin yansımalarını barındırıyor benim için. Sadece Kürt meselesini düşünmek bile yeter; gözümü dünyaya açtığım andan itibaren hep bir yangın yeri gibiydi bu ülke. Fikret’in son bölümde yaptığı gibi geriye gittiğimizde de hep başa başka yangınlar görüyoruz. Eğer bu romandan okura bir halet-i ruhiye geçiyorsa, bunu bu yangınlardan ayrı düşünmek mümkün değil benim için.