Cevat Turan: Katledilen canlar geri gelir mi?
Cevat Turan'ın Çorum Katliamı'nı anlattığı yeni kitabı 'Unutmalar Şehri', Puslu Yayıncılık etiketiyle çıktı. Turan, "Toplumsal hafızanın edebiyatla temellendirilmesi, gerçeği daha kalıcı kılar" dedi.
Nergis Fırtına [email protected]
DUVAR - 1980 yılında Çorum'da yaşanan ve 57 kişinin hayatını kaybettiği, 100'den fazla kişinin yaralandığı Alevi katliamının üzerinden tam 37 sene geçti. Kendisi de bizzat Çorumlu olan ve o döneme tanıklık eden yazar Cevat Turan ile, Çorum Katliamı'nı anlattığı kitabı 'Unutmalar Şehri' hakkında konuştuk. Turan, "Bu 37 yıl içinde kaç katliam yaşadık hiç saydınız mı? Tek tek ve topluca yaşanan katliamlar aklın, inancın ve düşüncenin çoraklaşmasını hedefliyor. Bu gün bunun çok farkındayız. İsteniyor ki toplum hep bir korku tünelinde yaşasın. Hangi köşeden neyin çıkacağını korkarak yaşasın" dedi.
Kitabınız birbirinden ayrık bölümlerden oluşuyor. Bu özel bir tercih miydi?
Birbirleriyle ilgisi yokmuş gibi duran ama sonuçta benzer noktalarda yolları kesişen hikâyelerin kurgusu bunu gerekli kılmakta. Bu süreçte görev alan veya sorumluluk üstlenen bütün tarafların anlatılabilmesi ve anlaşılabilmesi bakımından olaylara analitik bakmak gerekiyordu. O da anlatımda ve bölümlerin kurgusunda böyle bir ayrıklaşmayı gerekli kıldı. Bu nedenle biraz zorunlu, biraz da bilinçli bir tercihti.
Kitabınızın başında Çorum'un genel bir tarihçesinden bahsediyorsunuz. Hatta Peter karakterinin "Bu verimli Anadolu toprakları Türklere bırakılmayacak kadar çok değerli. Bu hatayı İran'da bir kez yaptık, aynı şeyi burada tekrarlamayacağız" sözü dikkat çekici. Sizce Çorum'un farklı etnik ve dini topluluklar açısından zengin olması, dış mihrakların burayı seçmesine bir neden miydi?
Sadece bu şehirde değil. Kahramanmaraş, Sivas, Malatya gibi sosyolojik olarak etnik kökenli insanlarımızın bir arada yaşadığı ve hassas dengeler üzerinde yürüyen şehirlerden bahsediyoruz. Bu şehirlerin seçilmesindeki süreç 1961 yıllarından itibaren başlar. Çünkü “Barış Gönüllüleri” adıyla Anadolu’ya gelen Amerikalı gençlerin Türk toplumunun anlaşılması bakımından yıllar içinde yaptığı araştırmalar bu iç savaş sürecinde iyi kullanıldı. Biz neye karşı duyarlı bir toplumduk? Çatışmaların ve gerginliklerin kıvılcımının nereden ateşlenmesi gerektiğini çok iyi biliyorlardı.
Romanda Peter adıyla anlatılan, gerçekteki adı Alexander Peck olan şahıs tartışmalı bir kimliktir. Bu şahıs hakkında bazı milletvekilleri Parlamento’da hükümete soru önergesi vererek, “Anadolu şehirlerinde bu şahsın neden dolaştığı” konusu gündeme getirilmiştir. Eğer darbe olmasa idi plan Amasya’ya geçmekti ki bu arada darbe gerçekleşti ve darbeden sonra da Türkiye’yi terk etti. Esas soru şu; neden Emperyalist güçler bu tür provokasyonlar da yerli işbirlikçileri kolay bulabiliyorlar. Dün de böyleydi ne yazık ki bu günde böyle. Bizim yurtsever ve özgürlükçü, bağımsız ulusal bilincimiz ne zaman gelişecek? Dışarıdan gelen ve gelecek olan muhtemel müdahale ve yönlendirmelere neden bu kadar açığız? Esas yanıtlanması gereken soru budur?
Karakterlerin tamamı kurgusal mı, yoksa bizzat tanıdığınız veya olaylar sırasında tanık olduğunuz kişiler mi?
Romanda kurgu ile gerçekçilik bir arada iç içe geçmiş durumda. Bizzat tanıdığım karakterler de var, uzaktan bildiklerimde. Bazılarının yakınları ile yaptığım görüşmelerden elde ettiğim bilgilerde mevcut. Bir o kadar da olayların gerçekçiliğini sürükleyecek kurgu kimliklerde var. Benim şansım olayların geçtiği mekânları, sokakları, caddeleri, camileri, meydanları çok iyi biliyor olmamda. Romanda eğer kurgu örgüsü olmasa bir belgesel anlatıya dönüşür. Bir yakın dönemi anlatırken olayların akışı ve tarihsel gerçekçilik ile kurgunun örtüşmesi lazım. Yoksa yaşanmış bir dönemi objektif olarak anlamak ve anlatmak olası olmazdı.
'KATLEDİLEN CANLAR GERİ GETİRİLİR Mi?'
Kitapta 'Kara Bebek' bilhassa çok tehlikeli bir karakter. Kara Bebek, provakasyonun ete kemiğe bürünmüş bir hali diyebilir miyiz?
Bir yerli işbirlikçi bu karakter. Böylesi karakterler geçmişte de vardı fazlası ile bu günde var. Kara Bebek profilinin karşılığı olan şahsın darbe sonrasındaki söyleşilerini okudum, günah çıkartıyor. “Hepimiz kullanıldık” diyor. Yıllar sonra bunu anlamış olmak neyi değiştirir? Katledilen canları geri getirir mi? Bu günde yapılan yanlışlar var ve gelecekte yanlış yaptıklarını söyleseler neye katkıda bulunur ki?
Bazen şunu soruyorum kendime. Bu yerel işbirlikçiler gelişmiş ülkelerde neden çıkmıyor. İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da böylesi karakterleri görmek mümkün değil. Ama geçin Afrika ülkelerine, Orta doğuya, bizim gibi Ülkelere, yerli işbirlikçi olmaya ve vatanını üç kuruşa satmaya hazır binlerce insan bulursunuz. Ulus olma bilinci mi gelişmiyor, yoksa insanlar kolay mı satın alınıyor? İşte Kara Bebek tiplemesi böyle bir karaktere karşılık geliyor.
Kendince bu ulusa hizmet ettiğini düşünüyor ve kendi gibi düşünmeyenlerin yok edilmesinin vatanın geleceğine hizmet olduğunu sanıyor. Herkesin doğrusu kendine diyerek geçiştiremeyiz. İnsanlığın bunca yıldır vardığı ortak değerler var. Bunların hiç birinde kendi düşünceni şiddetle ötekine dayatmak olamaz. Bunları size anlatırken bu günün Türkiye’si aklımıza geliyor birden. Geçmişin farklı versiyonunu yaşıyoruz. Benden değilsen bertaraf olursun. Devlet olanaklarından yararlanamazsın tehdidi vatandaşın boynunda asılı duruyor. Demek ki 37 yıldır çok da bir şey değişmemiş. Sadece isimler ve olaylar şekil değiştirmiş.
Kitabı yazmaktaki amacınız neydi? Toplumsal hafızanın edebiyatla temellendirileceğini düşünüyor musunuz?
Uzun süreden beri roman yazmak planımın içinde idi. Bir seri cinayet romanına başlamıştım ki bu romanın konusu önceliğimi aldı. Çünkü gördüm ki bir şehir uçurumun kenarında yaşamış, insanlar ölümle, acıyla, ayrılıkla ve korku ile sınanmış, tam 57 insanımız katledilmiş bu konuyla ilgili yeteri kadar belge, bilgi, doküman oluşmamış. Birkaç belgesel çekimden başka bir şey yok. Bir de mahkeme tutanakları var incelemek isterseniz. Gelecek nesillerin ve bu günün gençliğinin o tarihte yaşananları bilmesini istedim. Amacım yaraları kanatıp acıyı tazelemek değil bir daha böyle acıların yaşanmaması için ışık tutmaktı.
Toplumsal hafızanın edebiyatla temellendirilmesi, gerçeği daha kalıcı kılar. Kütüphanede nesilden nesle aktarılır. Edebiyatın görevlerinden biri de bu değil mi zaten? Bir yandan edebi bir estetik kaygı taşırken diğer yandan da okuru olayın ve içeriğin etkisine almaktır. Edebiyatla toplumsal hafıza öyle bir yer edinir ki bireyi hem düşündürür, hem de sorgulamaya davet eder. Hatta biraz da ötesinde Edebiyat okuruna “eyleme, harekete geç, şeyleri değiştir” der.
Katliamın üzerinden 37 sene geçti. Şu an içinde yaşadığımız toplum, o dönemin toplumuyla paralellik oluşturuyor. Bu gidişat hakkında ne söylemek istersiniz?
Bu 37 yıl içinde kaç katliam yaşadık hiç saydınız mı? Tek tek ve topluca yaşanan katliamlar aklın, inancın ve düşüncenin çoraklaşmasını hedefliyor. Bu gün bunun çok farkındayız. İsteniyor ki toplum hep bir korku tünelinde yaşasın. Hangi köşeden neyin çıkacağını korkarak yaşasın. Bu katliamlarla hem düşünce iklimi yok edilmeye çalışılırken diğer yandan da dayanışma, bir arada olma ve güven duygusu ortadan kaldırılıyor. Devlet ve güç karşısında birey yalnız ve çıplak bırakılıyor. Sanılıyor ki böyle yapılırsa özgürlük isteyenler siner, korkar. Ne büyük bir yanılgı bu değil mi? Bu toplum bu seçeneksizlik dar boğazından çıkar ve kendi seçeneğini üretir. Toplumların iki adım ileri bir adım geri gittiği dönemler olmuştur. Ama tarihin çarklarını hiçbir güç geriye döndürememiştir. Er ya da geç aydınlanma kazanacaktır.
Ama bir gerçek var ki, bu toplumun hafıza problemi var. Yaşanılan iyi şeyi de kötü şeyi de çabuk unutuyor. Televizyon ve iletişim araçlarındaki beyin yıkama, gerçeğin ter yüz edilmesi konusunda bireyler ve toplum başarılı değil ne yazık ki. Bir de vatan sevgisi eskiye oranla bu günlerde çıkarlara ve maddi varlıklara daha çok tahvil ediliyor. Geçmişte yurt sevgisi bana göre bu kadar erozyona uğramış değildi. Daha saf ve doğaldı.
'BUGÜNÜN GENÇLİĞİ ÇOK APOLİTİK'
Değişen kuşağın bakış açısı hakkında ne söylemek istersiniz?
Darbeler bireylerin ahlakını, yemek kültürünü, değerlerini, giyim kuşamını değiştirmek için yapıldı ve bunda da başarılı olundu. Geçmişin gençliğinde yurt sevgisi daha çok kolektif yaşanırken bu günün gençliğinde bu sevgi daha bireysel yaşanıyor. Geçmişin gençliğinde düşünce ve duygular çok değişken değilken bu günün insanında düşünce de, duygularda hem çok geçişken, hem de çok dalgalanmakta. Bireycilik, bencillik, değerlerin maddiyata göre ölçülmesi bu gün had safhada. Romanda âşık olan hiçbir genç kadın sevdiği adamın mali durumunu sorgulamıyor farkındaysanız. Bu gün önce parası, arabası, evi sorgulanıyor ondan sonra âşık olup olmayacağına karar veriyor gençler.
Elbette istisnalar yok değil ama geneli böyle. Bir de bu günün gençliği ve kuşağı çok apolitik. Siyaseti ve onun etkilerini konuşmak bile istemiyorlar. Darbeden sonra serbest piyasa ekonomisinin yarattığı değerler karşısında toplum sarsıntı geçirdi. Nesil değişmeden değerler değişmeye başlayınca yozlaşma ve ahlak dejenerasyonu hızlı gelişti. Bu nedenle Devlette yaşana yolsuzluklar bu günün toplumu karşısında daha çok hoş görü ile karşılanıyor.
Bilgi çağını ve iletişimdeki hızı yaşayan bu günün kuşağı ne yazık ki siyasi tercihlerinde bunu olumluya dönüştürerek kullanamıyor. Yine de her nesil yeniliği ve değişimini de içinde barındırıyor ve bir öncekinden daha hızlı düşünüyor. Umutlanmaktan başka bir çıkar yol göremiyorum.
'KENDİME OTOSANSÜR UYGULAMADIM'
Edebi metinler zaman zaman yaşanmış acılardan beslenir. Bu noktada siz de Çorum Olaylarını işliyorsunuz. Yazma sürecinde kendinize otosansür koydunuz mu?
Hayır. Ben ne romanı yazarken, ne öykülerimde ne de şiirlerimde kendime otosansür uygulamadım. Sadece olayları ve bir durumu anlatırken sanatsal estetiğe olabildiğince dikkat etmeye çalıştım. Bu okur tarafından sanki söylenmek istenenin gizlenmiş, saklanmış olduğu duygusunu uyandırıyor. Bu doğru değil.
Edebi metinler bir toplumun vicdanıdır. Eğer o vicdan karartılırsa yürek ve akıl susar. Şiddet ve acının dili konuşur. Yasakçı zihniyet yasakladığını sanır ama düşünceyi bu güne kadar duvarların arkasında kimse tutamadı, tutamaz da.
Tanıklıklar ve diyalektik unsurları edebi metin içerisinde harmanlıyorsunuz. Yaşanmış bir olayı birçok karakter gözünden anlatmanın zorlukları nelerdir?
Tanıklarının hala hayatta olduğu, üzerinde birçok insanın söz söyleyebileceği bir yakın dönemi anlatırken çok dikkat etmeniz gerekiyor. Böylesi toplumsal bir olayı tek bir kahramanın gözünden anlatmak olmazdı. Çünkü bir birine zıt taraflar var. Suçsuz köylüler, hayatının baharındaki lise öğrencileri, sadece aşkını yaşamak isteyen gençler ve ölümün ansızın kapısını çaldığı sade insanlar. Bu kurguyu yönetenler, devlet ve bürokrasinin rolü, yabancı servislerin elemanları, devrimciler, ülkücüler ve İslamcılar hepsinin aynı kazanın içinde eritilmesi fakat birinin diğerine yapışmaması gereken bir olaylar zinciri. Hem tek tek tarafları, hem de büyük fotoğrafı kara kare işleyerek dokumanız gereken bir roman.
Kitabınız, okur üzerinde nasıl bir etki yaratmasını bekliyorsunuz?
Okurun o dönemi anlamasını ve soru sormasını bekliyorum. Neden? Neden bu ülke darbelerden kurtulamıyor? Neden demokrasi kurumsallaşamıyor. Neden binlerce yıldır aynı topraklarda birlikte yaşamayı başarmış bir toplum dışarıdan bir müdahale olduğunda şuurunu kaybediyor. Ulusal kurtuluş mücadelesi vermiş bir ülkenin yeni nesilleri neden bir ulusal bilinç yaratamıyor. Neden özgürlüğü kendi inancının ve düşüncesinin karşısındakine tahakküm kurması olarak algılıyor ve bir türlü bu değişemiyor. Neden güneydoğuda insanlarımızın bir bölümü ölümle yan yana yaşarken insanlar görmezden gelmeye devam edebiliyor? İşte bu romanın okurunun bunları sormasını bekliyorum. Fuarlarda ve imza günlerinde gördüğüm okur kitlesi bunu soracak bir nitelikte olduğunu düşündürtüyor bana. Karamsar değil, umutluyum gelecekten.