Bir telif hikâyesi ve Muzaffer İzgü

Muzaffer abiyle sahnede tokalaştık. Sahnedeki seremoni bitince, aşağı inerken, o kalabalığın içinde “Şarkılar çok güzel olmuş, sağ ol kardeşim” dedi. Gecenin en büyük armağanı buydu.

Google Haberlere Abone ol

Geçmiş zaman olur ki…

“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.” Böyle bir zaman mıydı, bir şey diyemem. Ama 1990’lı yılların ilk yarısıydı. İki yıllık okulu bitirememiştim. İzmir’i seviyordum. İzmir’de bir sevdiğim vardı. Mardin’di, askerlikti, dönüp dolaşıp İzmir’e geliyordum. Hiçbir işe aklım ermediği için, gençliğin gücüne sığınıp inşaatlarda çalışıyordum. Apartmanların arasında her nasılsa apartman olamamış müstakil bir evde, iki arkadaşımla kalıyordum. Bana “Şair” diye seslenmeyi çok seven arkadaşlarım iş insanı olacaklardı, beni inşaatlardan kurtaracaklardı. Taşradan İzmir’e gelmiş, içe kapanık, utangaç ve militan bir şiir heveslisi olarak, “Şiirden aldığım ilk telifi Alsancak’ta birlikte harcayacağız” diyordum ev arkadaşlarıma.

İzmir’de yayınlanan Yaratı dergisinde (şiiri en çok bu dergi sayesinde konuştum, tartıştım), daha sonra Ayrım dergisinde şiirlerim, hikayelerim yayınlanıyor. Sezgilerimle yazdığım şiirlerin, “Şair” mertebesi için yeterli olmadığını biliyorum. Daha çok okumam gerektiğini biliyor, inşaattan aldığım üç kuruşluk haftalığın bir kısmını tırtıklayarak kitaba, dergiye harcıyorum.

Bir gün şiirden telif alırsam, Alsancak’ta herkese içki ısmarlayacağım ve çok mutlu olacağım. Böyle bir zamandı.

BİR GÜN ARKADAŞIM HASAN ARADI

Bir gün arkadaşım Hasan aradı. Hasan Şahindoğan. Tiyatrocu. Hem oyuncu hem yönetmen. O sıra Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu için bir oyun sahneleme hazırlığı içinde olduğunu biliyordum. Buluştuğumuzda Hasan, sahnelemeyi düşündüğü oyundan söz etti. Muzaffer İzgü’nün 5-6 hikayesini, müzikal olarak sahneye uyarlayacaktı. Oyuncuların tümü engellilerden oluşacaktı ve bunların hiçbiri profesyonel oyuncu olmayacaktı.

“Bana ne bundan” demeye kalmadan Hasan, “Bu oyun için şarkı sözü yazmanı istiyorum” dedi. Şarkı sözü ve ben? Hiç denemediğim, hiç düşünmediğim ve evet, toyluk zamanlarının hatırına bağışlayın, küçümsediğim bir şeydi bu. Şarkı sözü yazmaya kalksam, şiire ihanet edecekmişim gibi gelirdi bana. Hasan’ın teklifini hiç düşünmeden reddettim elbette. “Kendine başkasını bul, ben ne anlarım şarkı sözü yazmaktan” dedim. Doğruydu, şarkı sözü yazmakla ilgili hiç düşünmemiştim. “Zamanım yok” dedim. Doğruydu, haftanın 6 günü inşaatta çalışıyordum. Ellerimde gizlemeyi beceremediğim boya lekeleriyle, cebimde haftalığımla Kemeraltı’ndaki çay ocağında Yaratı’nın Cumartesi toplantılarına katılıyordum. Hatta, yazdığı birçok şarkı sözüne hayran olduğum Aysel Gürel’le ilgili espri yaptığımı hatırlıyorum: “Ancak Aysel Gürel’den sonra yazmaya cesaret ederim.” En son “Neden Muzaffer abi yazmıyor” diye sormuştum.

Muzaffer İzgü’yü birkaç imza gününde görmüş, kitaplarını imzalatmıştım. Kitap imzalatmaya gelenlere sıcak davranmasını, muhabbet etmesini, gülümsemesini çok sevmiştim. Muzaffer abi demek, bu nedenle kkhoşuma gidiyordu. Muzaffer abi yoğunmuş, böyle dedi Hasan. Hasan ısrar etti, “Sen yazarsın” diye motive etti. “Hayır” deme özürlü olsam da epey direndim ama sonunda “Tamam” dedim Hasan’a, aldım elindeki oyun metnini.

AKŞAMLARI OYUN OKUMAYA BAŞLADIM

Akşamları oyun okumaya başladım. İnşaattan dönüp, arkadaşlarımın kapısına “Şairin odası, rahatsız etmeyin” yazdığı odama geçiyorum, “Devlet Babanın Tonton Çocuğu”nu okuyorum. Oyun komedi ve bana o kadar uzak ki… Şarkı sözü yazmam için bana bir ay süre tanımış olan Hasan’a “Yazamayacağım” diyorum ama boşuna. “Bu saatten sonra yazacak kimi bulabilirim” diyor. Haksız değil. Bir defa kabul etmişim, yazmalıyım ama nasıl?

Oyunun provalarını izlemeye gidiyorum. Oyuncuların tümü engelli. Kiminin ayağıyla ilgili problemi var, kiminin koluyla. Ama o kadar barışıklar ki kendileriyle ve o kadar mücadele ediyorlar ki onlarla barışık olmayanlarla… Oyuna da büyük hevesle, heyecanla hazırlanıyorlar. Kısa sürede ısınıyorum hepsine. Hasan’ın baskısına, onların emeğine karşı duyduğum saygının baskısı da eklenmişti.

Daha çok kafamda şarkıların sözlerini karalamaya başlamıştım. Bir akşam odaya kapandım ve sabaha kadar bir deftere yazdım. Sonra artık bittiğini düşündüğüm şarkı sözlerini dosya kağıdına yazdım. Elimde şarkı sözleriyle Hasan’a gittiğimde uykusuzluktan perişandım.

Hiç beklemiyordum. Ama Hasan, Genel Sanat Yönetmeni ve şarkıları besteleyecek olan arkadaş (tekerlekli sandalye kullanıyordu) şarkı sözlerini beğenmişlerdi. Muzaffer abiye de okutmuşlar, o da beğenmiş, daha ne olsun. Bazı dizeleri sert bulmuşlardı, başlarına iş açabilirdi. Bu dizeleri “yumuşattım” ve çalıştığım inşaata geri döndüm.

ADIMI ANONS ETTİLER

Adımı anons ettiler. Sahneye çıktım. Konuşamadım. Plaketi ve çiçekleri aldım, bir köşede bacaklarım titreyerek bekledim. Adı anons edilenler teker teker sahneye çıkıyordu, salonu dolduran izleyici coşkuyla alkışlıyordu. Oyunun danslarını hazırlayan arkadaşımız yoktu, gözaltına alınmıştı. Onu daha çok alkışladılar.

Muzaffer abiyle sahnede tokalaştık. Sahnedeki seremoni bitince, aşağı inerken, o kalabalığın içinde “Şarkılar çok güzel olmuş, sağ ol kardeşim” dedi. Gecenin en büyük armağanı buydu.

Sevgilim yoktu, bana verilen çiçekleri bir kadın arkadaşıma verdim. Plaketi uzun yıllar sakladım. Aldığım ilk plaketti ve çok değerliydi. Sonra kim bilir nerede kaybettim. Şarkılar bir kasete kaydedilmiş ve bana da bir tane verilmişti. İlk kaybettiğim o kasetti belki de. O günlerden bir fotoğrafı ise hiç hatırlamıyorum.

Bir hafta kadar sonra oyunculardan Vedat (soyadını unutmuşum), buluşmak için haber gönderdi. İş yerine gittim. Çay içtik. Oyundan konuştuk. Bornova Belediyesi’nin tiyatro salonunda üç gün sahnelenen oyun, dediğine göre çok beğenilmişti. Başka ilçelerden davet almışlardı. Konu şarkı sözlerine gelince kızarıp bozarıyorum.

KALKACAĞIM SIRA BİR ZARF UZATTI

Kalkacağım sıra bir zarf uzattı. “Oyuna renk katan o sözlerin karşılığı olamaz ama” diyerek. Zarfın içinde para vardı. Ben o sözleri önce arkadaşım Hasan istedi diye yazmıştım. Sonra tanıyıp sevdiğim oyuncu arkadaşlarım için. Para, aklıma bile gelmemişti. Kabul etmedim ve bana verilecek paranın, engelli arkadaşların derneğine verilmesini istedim. Sonunda mahcubiyetten kan ter içinde kalarak zarfı almak zorunda kaldım. Çankaya’dan Kemeraltı’na doğru yürüdüm. Zarf inanılması güç bir şey gibi elimdeydi. Tırnaklarımın arasında, tinerle yıkadığım halde, çıkmayan yağlı boya vardı.

Cebimde, ayıp değil ya, eve gidecek kadar para vardı.

KEMERALTI'NA DUVAR KİTABEVİ'NE GİTTİM

Kemeraltı’na, Duvar Kitabevi’ne gittim. Zarfın içinde inşaatta bir ay çalışarak kazandığımdan daha çok para vardı. İstediğim kitapları, dergileri alabilecektim. Öyle de yaptım. Ali’ye, Hasip’e, Hüseyin’e yazdığım şarkı sözlerinden telif aldığımı söyledim. Heyecanlıydım elbette. Çay içtik. Biraz alaycı, daha çok şarkı sözü yazıp zengin olmamı tavsiye ettiler.

O sırada oradan geçen bir arkadaşıma seslendim. Şarkı sözlerinden telif aldığımı söyledim. Parasızlığıma alışmış arkadaşım, “Benim de paraya ihtiyacım vardı” dedi “Sen bana borç ver.” Hayatımda kimseye borç vermedim, o arkadaşıma da borç değil, ihtiyacı olduğu için aldığım telifi verdim.

Elbette birkaç bira parası ayırarak. Şirinyer’de oturuyordum. Orada, arada bir arkadaşlarımla takıldığım bir mekan vardı. İlk kez tek başıma gittim. Çıktığımda ertesi gün işe gidecek kadar param kalmıştı cebimde.

Muzaffer abiye minnettarım. Hasan’a, şarkı sözlerini besteleyen arkadaşa, incelik gösterip bir zarfın içinde ilk telifimi veren Vedat’a da minnettarım. Alacağım ilk telifi arkadaşlarımla Alsancak’ta tüketme hayalim gerçekleşmedi (çünkü herkes bir yere dağılmıştı). Ama olsun.

m7

MUZAFFER ABİ AZİZ NESİN'LE YARIŞTI 

Muzaffer abi Aziz Nesin’le yarıştı. Onun kadar üretken bir yazardı. Üst üste konduğunda boyunu geçecek kadar kitaplar yazmak istiyordu. “Zıkkımın Kökü” en sevdiğim kitaplarından biridir (filmi de var).

Hikayelerinin çoğu, kişi ve yer adları değiştirilerek, gündemdeki olaylardan yola çıkılarak yazılmıştır. “Devlet Babanın Tonton Çocuğu” örneğin, Turgut Özal’lı yılların çeşitli sıkıntılarını anlatır. Evrensel gazetesinde yayınlanan bir söyleşisinde Gezi olaylarına değinmiş ve “İnanıyorum ki, Gezi direnişinden sonra mizah, demokrasiyle yoğrularak ülkeyi diktatörlerden kurtaracaktır” demiştir.

Çocuklar için de kitaplar yazmıştır ve “Ben çocuklara düş kurdurmayı seviyorum” diye tarif etmiştir.

Yaşlıydı ve hastaydı. Sonuna kadar direndi ölüme, mizahı elden bırakmadan. Ama olmadı. Güle güle Muzaffer abi. En çok kitapların için minnettarız sana.