Irmak Zileli'nin yolu nereye çıkar?
Irmak Zileli'nin 'Gölgesinde' kitabı, Everest Yayınları'ndan çıktı. Kitapta, Fikret ve Leyla arasında on senedir süregelen evlilik etrafında köle/efendi diyalektiğinin kurulum dinamiklerine baktığı ölçüde, Leyla’nın bir kadın olarak ötekiliğine, bu ötekiliği sürekli deneyimlemesine ya da ona maruz kalmasına rağmen kendi içindeki olası faşist ile de yüzleşmesine tanıklık ediyoruz.
DUVAR - "İki insanın olduğu her yerde faşizm de vardır” demişti Bachmann. Cümle kurulduğunda ne faşizm ne de köle/efendi diyalektiği dünya tarihine, bu tarihin şahitliklerine yabancı kavramlardı. Aksine Bachmann da çağdaşı birçok yazar gibi İkinci Dünya Savaşı’na yakından şahitlik etmiş, kırklı yılların tüm zulmünü görmüş, görece kısa yaşamı boyunca da bu zulmün, bu devasa şiddetin hem dehşetini hem de geri döndürülemez sonuçlarını kendi gündelik yaşamındaki varoluş pratikleri, Avrupalı ve Avusturyalı bir vatandaş olarak kimliği ve bir kadın olarak da hem yazarlığı hem de ötekiliği bağlamlarında sorgulamak zorunda kalmış bir dönemin çocuğuydu.
Bu çerçevede Bachmann’ın bu berrak ve kısa cümlesini bu kadar önemli kılan, o zamandan bugüne defalarca dönüp anımsamamızı, üzerine yeniden düşünmemizi sağlayan ne oldu diye sormalıyız ki kendi varoluşumuzu, bu varoluşa yazı aracılığıyla şahitlik eden algımızı belirleyen dinamikleri etkin bir düşünme süreci aracılığıyla yeniden değerlendirmemiz mümkün hale gelsin. Bachmann bu cümlesiyle öncelikle karşımıza çoğunlukla makro-politikaya dair bir kavram olarak çıkan faşizmin, mikro düzeyde; yani iki insan arasındaki en temel ilişki biçimlerinde mevcut bir dinamik olduğunun altını çizmektedir.
Bir diğer ifadeyle faşizmin sadece devasa bir dışarı, devlet, cisim bulmuş bir iktidar ya da ordu ile bunlara maruz kalan vatandaş, öteki ya da özne arasındaki asimetrik yapılanmayla sınırlı olmadığını, söz konusu asimetrinin en yakın, içselliğimizi en fazla ortaya döktüğümüz, paylaştığımız arkadaşlık, dostluk, aşk, evlilik, sevgililik, cinsellik ya da en basit biçimiyle tanışıklık gibi ilişkilenme biçimlerinde de kolaylıkla gözlemlenebilir bir nitelik olduğuna vurgu yapmaktadır. Dil sisteminin içinde kendi benlik algısını kuran her özne, kendi bulunduğu ayrıcalıklı konumdan-yani özne konumundan-dünyayı ve ilişkilendiği diğer canlıları nesneleştirir, demektedir bir bakıma. Özne, özneliğini (biraz da) nesnesinden/nesnelerinden/nesneleştirdiklerinden alır. Bu durumda eşitler arası bir ilişkiden ya da böyle bir ilişkinin olanaklarından söz edebilir miyiz?
Elbette mesele bu kadarla kalmıyor. Konu özne kurulumu olduğunda işin içine bir de toplumsal cinsiyet boyutu giriyor. Eril/dişi dikotomisini göz önünde bulundurduğumuzda toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin dayattığı türlü benlik algısı ve bunların içselleştirilmesini mümkün kılan toplumsal pratik ve benlik teknolojileri, ikili ilişkide toplumsal cinsiyeti erkek olarak belirlenmiş öznenin kendi ‘özne’liğine-kadın toplumsal cinsiyetine oranla-çok daha kendinden emin ve kaygısız bakmasını mümkün kılıyor. Söz konusu eril/dişi dikotomisinin hem söylemsel alanda hem de gündelik yaşamda işleyen baskı mekanizmaları, görece akıldışı, hayalperest, duygusal ve zayıf olanı (yani dikotomik hiyerarşideki alt terimi niteleyen özellikleri) kadına atfediyor.
Bir diğer ifadeyle bugün bütünüyle yıkmaya ya da en azından aşındırmaya çalıştığımız kadın toplumsal cinsiyeti söz konusu ‘kadın-özneleri’ ya da ‘kendini erkek olarak tanımlamayan diğer tüm varoluş hallerini’ kendi özne oluşlarından ya da kendi varoluş hallerinden şüphe duymaya itiyor. Bugün özne kurulumunu sorgulamak feminist edebiyat kuramından uzak düşen bir bakış açısını barındırmıyor elbette. Neye özne dediğimizi sorgulamanın olumlu, dönüştürücü birçok işlevinden söz edebiliriz.
Ancak burada vurgu olumlu bir özne sorgulamasından ziyade modernist özne kurulumunun dışında ya da periferinde kaldığı düşünülen, ‘yetersiz özne’ olarak tanımlayabileceğimiz türde bir algının kadınlık/dişilik/ötekilik hallerine atfediliyor olması. Bir diğer ifadeyle pozitivist, özcü, bilginin ve gerçeğin kaynağı olarak insanı gören; ancak bu ‘insanı’ da bütünüyle eril nitelikler çerçevesinde tanımlayan bir algının özne kurulumundan ve bu özne kurulumunun da yapısı ve işleyişi gereği kadınlığı/dişiliği ve/veya her türlü ötekiliği dışlayan; dahası bu dışlama aracılığıyla kendi kurulumunu pekiştiren yapısından söz etmekteyiz. Bu durumda esasen tek bir özneden söz eder hale geliyoruz: eril özne.
BİR KOCANIN 'GÖLGESİNDE'
Irmak Zileli son romanı 'Gölgesinde’de öncelikle iki insanın arasındaki; yani mikro-politiğin alanındaki faşizmi mesele ediniyor. Fikret ve Leyla arasında on senedir süregelen evlilik etrafında köle/efendi diyalektiğinin kurulum dinamiklerine baktığı ölçüde, Leyla’nın bir kadın olarak ötekiliğine, bu ötekiliği sürekli deneyimlemesine ya da ona maruz kalmasına rağmen kendi içindeki olası faşist ile de yüzleşmesine tanıklık ediyoruz. Fikret psikiyatr kimliği ile hem kendi benlik algısını hem de diğer insanlar ile ilişkilenme biçimini pozitif bilimlerin söylemi üzerinden kurmuş, bu bilginin kesinliğinden, değişmez niteliğinden emin, özcü bir adam olarak çıkıyor karşımıza. Dahası o, karısı Leyla’yı eğitme, onun mükemmel bir kadın-varlık’a dönüştürme misyonunu da üzerine almış bir erkek.
Fikret’in ‘kendi Leyla’sı ile evli olduğunu romanın ilk bölümünü oluşturan 'Arayış'" isimli bölümde hemen fark ediyoruz. Komiser ile Fikret arasında geçen diyaloglarda Fikret’in karısının gündelik yaşam pratiklerine dair sorulara bile yanıtının olmaması Leyla ile ilgilenmemesinden ziyade kendi Leyla gerçekliğine fazlasıyla inanmış, onunla ilişkilenmiş olmasından kaynaklanıyor. İyi bir hamura biçim veren bir heykeltraş gibi karısı üzerinde çalışıyor Fikret Bey.
Bu esnada kendi özne konumundan hareketle algıladığı ve yine kendi gerçekliği çerçevesinde yorumlayarak nesneleştirdiği Leyla’nın kendi içinde geçirdiği dönüşümden, epifanilerden bütünüyle habersiz. Leyla’nın kimi dalgınlık ya da unutkanlıklarını kendi bilimsel penceresinden yorumluyor. Gerçekte ne olduğunu ise bilmiyor çünkü bir diğer insan ile dolayımsız ilişkilenmesi bir türlü mümkün olmayan Fikret, etrafındaki tüm varlıklar ile kendi gerçekliğini sarsıntıya uğratmayacak biçimde ilişkileniyor, hakikatini oradan kuruyor. Romanın ilk bölümü boyunca Fikret’in ağzından kurgusal bir Leyla’ya dair kimi fragmanlar ile karşı karşıya kalıyoruz. Gerçek Leyla ise kayıplara karışmış, Fikret’in kuşatıcı dünyasından sıyrılıp bir bilinmeyene gitmiş olarak kalıyor.
Leyla’ya atfedilen bu kurgusal nitelik Batı romanında sık karşılaştığımız, kadını edilgen bir varlık olarak biçimlendiren ‘evdeki melek’ kavramının Fikret’in Leyla’yı algılayışının önemli bir parçası olmasıyla da pekişiyor. Kadına biçilen melek rolü her şeyden evvel eril estetiğin dayattığı bir güzellik kavramı üzerinden biçimleniyor. Bunun hemen ardından da ‘evdeki melek’ kavramı iyi huy, eğitilme potansiyeli, eril cinsel ekonominin dayattığı kadınlık ölçüsüne uygunluk gibi erkekegemen toplumların ideal kadından beklediği türlü dayatma ile desteklenip yeniden üretiliyor.
Bu eril/dişi dikotomisinde eril olanın ya da kendini erkek toplumsal cinsiyetinin dinamiklerine göre biçimlendirmiş olanın (yani erkeğin), kendi ‘özne’liğinden ve bu ‘özne’liğin şekillendirdiği gerçeklik algısından yola çıkıyor Zileli. Bu çerçevede romanın temel meselelerinden bir diğeri de insanın gerçeklik algısıyla ilgili. Gerçek diye bilegeldiğimiz yaşam deneyimini ne ölçüde kurguluyoruz? Bu gerçeklik sandığımız şey ayağımızın altından kayıp gittiğinde, gündelik hayatı kendi ezberlerimiz dahilinde yaşayamadığımızda ne oluyor ya da ne ile karşı karşıya kalıyoruz?
Romanın ikinci bölümünü oluşturan 'Yürüyüş' ise Leyla’nın dünyayı birinci elden, sokaklarda yürüyerek, her türlü insan ya da varlık ile karşılaşarak deneyimleme isteğinin dışavurumu. Apartman kapısının ardından kapanmasıyla birlikte yeni bir evrene adım atıyor Leyla. Sokağın hakikatini anbean yaşamanın peşinden gidiyor. Öyle ki yürümenin kendisi bir amaca dönüşüyor. Bir diğer ifadeyle bu deneyim açıklığının bir öncesi, sonrası, planı, amacı ya da hedefi yok. Yürüyor sadece, yürümek; ya da yürüyerek bir kendiliğindenliği yaşamak istiyor. Bir şimdiki ya da yekpare zamanı ya da olagelişi deneyimle açıklığı onunkisi. Bu yürüyüş esnasında Leyla farklı birçok insan ile karşılaşıyor.
Farklı ötekilik halleri ile ilişkilenirken kendini ve başkalarını nasıl algıladığını, kendi önyargılarını, kendi içindeki faşizan nüveyi de sorgulamaya girişiyor. Spinoza’nın doğa/tanrı ve bu doğa/tanrıda devinen varlıkları (moduslar) bağlamında baktığımızda Leyla’nın her türlü karşılaşmaya (arzulanan ya da arzulanmayan, beklenen ya da beklenmedik) açık kalmaya çalıştığını görüyoruz. Bu karşılaşmalara açıklık hali, Fikret’in evinde boğulmuş, kendilik algısını giderek kaybetmiş, hatta belki bir ölçüde melankolik bir nitelik kazanmış Leyla’ya yeni bir yaşam isteği, bir direnç, bir sevinç getiriyor. ‘Var’ olduğunu hissettiği kadar başka canlılar ile birlikte çoğaldığını, her etkileşimden dönüşerek çıkabilme ihtimalinin bütünüyle kaybolmadığını fark ediyor Leyla. Fark ediyor ve yürüyor. Bu yürüyüş esnasında önemli zirvelerden biri romanın sonuna doğru bir esnaf lokantasının önünde yaşanıyor.
ZİLELİ: ÖNCE İTİRAZ ET VE YOLA ÇIK
Her gün bu lokantanın önünde bir saat ‘dikilen’ ve ‘dikilme’ pratiğiyle lokanta sahibine rahatsızlık veren kağıt toplayıcısı ile karşılaşıyor Leyla. Karşılaşmakla da kalmıyor. Daha sonradan bir tür saygı duruşu olduğunu öğrendiği bu eyleme o da katılıyor. Birken iki oluyor, birlikte duruyorlar. Leyla’nın sokakta olma, yürüme ve deneyim açıklığı ile tüm bunların ona yeniden kazandırdığı yaşamda kalma, direnme isteği olumlu bir siyasi pratiğin nüvesi olarak da çıkıyor karşımıza.
Deneyim açıklığı, kendi önyargılarına meydan okuma isteği ve her türlü karşılaşmaya açıklık, var olan sistemin tüm çürümüşlüğüne karşı direnirken ve bu direnişten de büyük kazanımlar beklemezken kağıt toplayıcısına bir yoldaş armağan ediyor. ‘Birken iki olduk,’ diyor Leyla’ya ve bu ‘hiç de azımsanacak bir şey değil.’ Zileli burada önemli bir kurgusal dönüşümü başarıyla kotarıyor. Fikret ile Leyla arasındaki mikro-politik faşizan evrenden gerisingeriye makro-politiğin alanına fırlatılıyoruz. Mikro-politikte ses yükseltmenin, direnmenin, makro-politikte hakiki bir kazanım elde etmenin önünü açan belki de en önemli koşullardan biri olduğunun altını çiziyor Zileli: Önce itiraz et ve yola çık. Önce kendi içindeki faşist ile yüzleş. Bir kere, iki kere değil, defalarca yüzleş. Sonra sevinç ve direniş, yaşam çabası ve yola tutunma gelecek.
Gölgesinde’nin işlediği bir diğer önemli mevzu ise benlik bütünlüğüyle ilgili. Tamamlanmış, tanımlanabilir tek bir benliğe sahip olup olmadığımız sık sık sorgulanıyor roman boyunca. Fikret kendini özne kurulumunu tamamlamış, bütünlüklü bir benlik olarak algılıyor. Ancak Leyla’nın ortadan kaybolmasıyla, yani Fikret’in benlik tanımında önemli bir role sahip köle/nesnenin kayıplara karışmasıyla birlikte artık kendini efendi/köle diyalektiği üzerinden tanımlayamayan Fikret, özellikle romanın ilk bölümünde yavaş yavaş zeminin ayağının altından kaydığını, o güne kadar bilegeldiklerinin sandığı kadar gerçeğe işaret etmediğini fark etmeye başlıyor. Zileli romanın bu ilk bölümünde yeniden-yazım stratejilerini de devreye sokarak birçok romanda kadına biçilen algı bozukluğu, histeri, benlik bölünmesi gibi travmatik deneyimleri romanın erkek karakterine yaşatıyor.
Fikret belki de hayatında ilk kez bir başkası tarafından sorgulanmanın, mercek altına alınmanın, şüphe duyulmanın insanın kendi benlik algısı üzerinde ne ölçüde travmatik etkileri olabileceğini komiserin sorularını yanıtlarken deneyimliyor. Sinirleniyor, bağırıyor, kendini kaybediyor, dalıp gidiyor ve en önemlisi de unutuyor. Üstelik komiser de tıpkı kendisi gibi sevecen, babacan ve alçakgönüllü bir karakter çizerken gerçekleşiyor tüm bu deneyim. Bu da ister istemez Bachmann’ın sorusuna yeniden döndürüyor bizi: Faşizmin kolay fark edilmeyen, hemen her ilişkiye içkin, adı konması zor ama her halükârda orada, baskıcı ve yıkıcı niteliğine. Hatta mikro-politik ilişkilere içkin bu faşizan nüve o kadar belirsiz bir düzlemde işliyor ki insanı kendinden şüphe etmeye götürmekle kalmıyor çoğu vakit; kolaylıkla öz-yıkımı da davet edebiliyor.
Romanın ilk bölümünde Fikret’in benlik algısının neden bu ölçüde aşındığını ise ancak romanın son bölümüne yani ‘Giriş’e geldiğimiz vakit anlamamız mümkün oluyor. Artk biliyoruz ki Leyla’nın kendi öyküsünü anlatabilmesi ve bundan da önemlisi kendi öyküsünü dinlenebilir kılması için önce bu eril özneyi aşındırması, onu kendinden şüpheye düşürmesi, o güne kadar bilegeldiği pozitivist epistemolojiyi tarumar etmesi gerekiyor. Kimin kimi gözlediğini ya da kimin kimin gölgesinde yaşadığını bilmiyoruz artık. Fikret kendini bir ‘ötekinin’ gözünden belki de ilk kez görüyor.
Gölgesinde bir diğer katmanda da metinlerarasılık bağlamında üzerine düşünmeyi hak ediyor. Nilgün Marmara’ya çakılan selam bunlardan bir tanesi. Romanda Marmara, Sırça Fanus adında bir kafe sahibi olarak çıkar karşımıza. Tezer Özlü’ye çakılan bir diğer selam ile de karşılaşıyoruz. Ancak romanı okurken beni en çok etkileyen sanırım Sylvia Plath’in Sırça Fanus romanında anlattığı incir ağacı öyküsü ile Gölgesinde’nin sonunda karşılaştığımız Bertolt Brecht şiiri “Erik Ağacı” arasındaki analoji oldu. Plath’in romanın beşinci bölümünde anlattığı öyküde Buddy ve anlatıcı kendi hayali incir ağaçlarının altında buluştuklarında korkunç bir şey olur ve iki sevgili kendi yollarına giderler.
Brecht’in ‘Erik Ağacı’ şiirindeyse kendi doğasına bırakılmayan bir erik ağacının kısa öyküsüyle karşı karşıya kalırız. Romanın ‘Giriş’ isimli son bölümünde iki ağacın öykülerine dair analoji daha da anlam kazanıyor. Leyla etrafı çevrelenmiş, korumaya alınmış bir erik ağacını çağrıştırmıyor okurda artık ya da hiçbir ağacın altında gizlenmiyor, korunmayı beklemiyor. Ne de olsa ister söylemsel alanda olsun ister gündelik hayatın uzamında o yürümeye başlamış, yola bir kez çıkmış bir kadın bundan böyle. Bu yürüyüş ister kalem aracılığıyla Fikret’in akademik makale müsveddelerinin arka sayfalarında gerçekleşsin ister günlük hayatın yollarında, fark etmiyor. Esas olan yola çıkmaktır. Esas olan deneyim açıklığıdır. Leyla bunu anlıyor.
Gölgesinde son dönemin en kuvvetli romanlarından biri. Kadınlık, erkeklik, toplumsal roller ve benlik sunumları, yazar ve yazarın niyeti, hem okur hem yazar hem de karakterlerin gerçeklik, kendi benlik kurulumları ve bu kurulumların kurgusal niteliği gibi pek çok mesele ile kuvvetli bir kurgu aracılığı ile hesaplaşan, soru yöneltme ve bundan da önemlisi ‘yürüme’ cüretine sahip bir roman evreniyle karşı karşıyayız Zileli’nin son romanında.