Aykırı bir kadın: Kate Millett
ABD’li feminist yazar Kate Millett dün hayatını kaybetti. 83 yaşındaki Millett, 'Cinsel Politika' isimli kitabı ile tanınıyordu. Yazarın vefatının ardından, 17 Kasım 1998'de Cumhuriyet Gazetesi'nden Gül Erçetin'le yaptığı röportajın bir bölümünü yayınlıyoruz.
Gül Erçetin*
1934 yılında ABD'de dünyaya gelen yazar, Minnesota Üniversitesi ve Oxford Üniversitesi'nin İngiliz Edebiyatı bölümlerini bitirdikten sonra 1961'de heykeltıraşlık yapmak için Japonya'ya gitti. Japonya'da tanıştığı heykeltıraş Fumino Yoshimura ile 1965 yılında evlendi ve yirmi yıl evli kaldı. Irk Eşitliği Kongresi ve Ulusal Kadın Örgütü'ne katıldığı için Barnard College'den atılınca Columbia Üniversitesi'nde doktora tezi olarak Cinsel Politika'yı yazdı ve ikinci dalga feminizminin en önemli isimlerinden biri haline geldi.
Yapıtta kadınlara yönelik baskıların, ataerkil düzenin kadına yakıştırdığı ikincil konumun edebiyat ve felsefedeki örneklerini inceliyordu. Sokak kadınlarının ele alındığı The Prostutions Papers'ın ardından çizmeyi aştığı düşünülmüş olacak ki pek çok saldırıya uğradı. İlk yaşamöyküsünü Uçmak adlı yapıtında ulaştırdı okurlara. İkinci yaşamöyküsü ise bir Hintli kadına aşkını dile getirdiği, dolayısıyla lezbiyen yönünü açığa vurduğu Sita idi. Kadınlar için verdiği mücadeleyi İran'a kadar taşıdı Millet. İran'dan Humeyni yanlılarınca kovulduktan sonra bu ülkedeki kadın hakları mücadelesini de İran'a Gitmek adlı yapıtında kaleme aldı.
Mücadeleci, aykırı yaşamının karşılığını iki kez tımarhaneye kapatılarak aldı. Ancak normalleştiremediler Millet'i. Tımarhane Yolculuğu'nu yazarak “normallik” ve “delilik” kavramlarını irdeledi. 1994'te yayımlanan Zulüm Politikaları’nda da ilk elden tanıklıklara dayanarak dünya üzerindeki zulüm politikalarını, işkenceyi paylaştı okurlarıyla. Ne o anlayabiliyordu toplumu ne de toplum onu. Bu kez kendisi gibi olanlarla yaşama yolunu seçti. Poughkeepie'de bir çiftlik açarak Kadın Sanatçılar Kolonisi kurdu. Her sanat dalından konukları ağırlayan çiftliğin masrafları yetiştirilen noel ağaçlarından sağlanıyor. Konuklar sabahtan ağaç dikiyor, ağaçların bakımıyla ilgileniyor. Hep birlikte yenen akşam ve öğle yemekleri arasında herkes kendi sanatıyla uğraşıyor.
Feminizmin başyapıtlarından Cinsel Politika'yı yazmanızın üzerinden yaklaşık otuz yıl geçti. Bugün feminizmin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kadınların toplum içindeki yerleri, insanların kadına bakış açısı bir bakıma çok değişti, bir bakıma da hiç değişmedi. Pek çok önemli adımlar atıldı, ama tam bir dönüşüm sağlanamadı. Amerika'daki başarılar beni tatmin etmiyor. Bugün dünyanın dört bir yanında kadınlar hâlâ eziliyorlar. İran'da, Afrika'da, Hindistan'da çok zor bir yaşam sürüyor kadınlar. Bu nedenle küresel bağlamda baktığımızda feminizmin tam bir başarıya ulaştığı söylenemez. Amerika'da da başarılı olamadığımız noktalar var.
Yasal olarak kürtaj yaptırma, çocuk sahibi olmama, kendi bedenimiz üzerinde söz sahibi olma hakkımızı elde ettik, ancak kürtaj karşıtı radikaller artık kürtaj yapan doktorları, kürtaj yaptıran kadınları öldürerek bu uygulamadan vazgeçirmeye çalışıyorlar kadınları. Kadının söz hakkını ilkel, terörist eylemlerle elinden almaya çalışıyorlar. Sonuç olarak dünyanın dört bir yanındaki kadınların bir araya gelerek, el ele vererek mücadelelerini, eylemlerini sürdürmeleri gerekiyor.
Feminizm mücadelenizi sürdürürken sizi Zulüm Politikaları'nı yazmaya iten şey neydi? Kitabı yazma sürecinizi anlatır mısınız?
Hiçbir zaman kendimi zorunlu hissetmediğim sürece, dayanamayacağım bir duygusal baskı oluşmazsa yazamam. Zulüm Politikaları'nda da dünyada en çok korktuğum konuyu, işkenceyi yazdım. Özünde beni bu kitabı yazmaya iten güdü korkuydu. Kitap üzerine yoğunlaştığım yedi yıl benim için duygusal olarak çok moral bozucu, çok zor bir dönemdi. Beni dehşete düşüren asıl konu da işkencenin ne kadar acı bir şey olduğu değil de devletin gücüydü.
Devletle işkence arasındaki ilişkiyi açar mısınız? Her türlü ideolojideki devleti yurttaşlarına işkence yapmaya iten ortak neden ne?
İşkence özünde devletin mutlak gücünün bir göstergesi. Devlet yirminci yüzyıl boyunca teknolojinin de desteğiyle çok güçlendi. Bu gücü elinde tutabilmek için de 18. ve 19. yüzyıllarda kanunlar, sözleşmeler aracılığıyla yasaklanmış olan işkenceye başvurdu devlet. Üstelik Roma hukukunda, engizisyonda bile görülmedik türden uygulamalardı bunlar. Devletin yurttaşlarına terör uygulayarak halkı korkuyla sindirme politikasıdır işkence. Bu nedenle devletle birebir ilişkisi vardır.
Devletin hangi ideolojiye hizmet ettiği hiç fark etmez. İşkenceyi haklı kılan gerekçe kimi zaman ulusal güvenlik, kimi zaman antikomünizm politikası, kimi zaman da devrimin desteklenmesidir. Gittikçe artan bir güce sahip olan devletin kendisini sarhoş eden bu gücü kaybetme korkusundan kaynaklanır işkence. Bu noktada pek çok çelişki var aslında. Halkından aldığı parayla güçleniyor devlet. İstihbarat servisleri, ordular, özel timler, hapishaneler, polis birimleri kuruyor. Muazzam bir güce kavuştuktan sonra da yurttaşlarından korkmaya başlıyor.
Peki gücü giderek artan devletin bu çağdışı uygulamasıyla başa çıkabilmenin bir yolu var mı?
Dünyadaki bütün insanların ortak mücadelesi gerekli işkenceyle başa çıkabilmek için. Sürekli bir iletişim ağı ve dayanışma sağlanmalı. Devletle, ülke içinde sivil toplum örgütleri mücadele etmeli. Ancak baskının çok arttığı durumlarda bu örgütler de tamamen etkisiz kalabiliyor. Bu nedenle asıl çözüm bir ülkedeki insanların haklarının başka devletler ve başka halklar tarafından korunması bence. Örneğin Türkiye'ye geldiğimde Cumartesi Anneleri'nin öyküsünü dinledim. Şili'de annelerin şiddetle mücadelesinin çok etkin bir rol oynadığını görüp sevinmiştik. Türkiye'de halkın, bu anneleri yalnız bırakması çok ilginç. Sanırım bu konuda uluslararası desteğe ihtiyacı var Türkiye'deki annelerin.
* Gül Erçetin'in bu röportajı 1998'de Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır.