Çoğunluk kompleksi: Yeter ki modern olsun
Şunu biliyordu Refik Halid, ister örtülü ister örtüsüz, hukuk kadın haklarını korumak için vardı, adalet ancak böyle tecelli edebilirdi. Bu örnekte açık olana adaletle davranılmıştı. Bunu alkışlıyordu çünkü eşit ve özgür olmak bu anlama geliyordu. Kapalı olanın hakkı haydi haydi korunurdu.
İki hafta kadar önce “Diken”de Murat Sevinç’in, kaybettiği annesinin ardından yazdığı yazıyı okudum. Kederlidir kayıplar, hele anne kaybı. Annesini kendi zamanı ve hayat döngüsü ile anlatıyordu. Mahallede/dünyada olup bitenlerden “Elinde örgüsü, çayı kahvesi, pencerenin önündeki koltuğundan izle[yerek]” haberdar olan annelerdenmiş. “Neredeyse yarım yüzyıldır yaşadığı ev[den izlemiş.]”
Sevinç’in 1932 doğumlu annesiyle onun kuşağı hızla çekiliyor bu dünyadan. “Ben anneni evlenmeden önce gördüm ama şu dünyaya on kez gelsem yine onunla evlenmek isterdim.” diyen kocalarının yanına gidiyorlar –nereyse orası artık.
Türkiye bütün hızıyla modernleşirken onlar, “Yakup Kadri’nin Anadolusu” okuldan, sosyeteden uzak kendi dünyalarında dindardılar. Annesinin o mütedeyyin hali tavrını da iyi anlatmış Sevinç. “Çok dindardı. Şimdi düşününce, eski Türkiye dindarlığıydı bu. Namazında niyazında, orucunda. Bir ömür dindar yaşam. O dindarlığın bize yansıyan yanı, ‘çocuğuna haram lokma yedirmemek’, ‘Allah’ın huzuruna kul hakkıyla gitmemek’, ‘dürüst namuslu vicdanlı insan olmak.’ Dedik ya, eski Türkiye’de böyle bir Müslüman tipi vardı. Şahidim. Nitekim son zamanlarını, ‘Bunlar nasıl Müslüman böyle’ diyerek geçirdi. Anlamıyordu. Hiçbir şey anlamıyordu tanık olduklarından. Müslüman olarak yaşadı ve vefatından üç gün öncesine dek namazını kılan bir Müslüman olarak veda etti. İstediği, hayal etiği gibi.”
Aynı günlerde uzun zamandır görmediğim bir eski arkadaşımın da yazısını okudum. O ve kocasıyla birlikte aynı yerde bir süre asistanlık etmiştik. Benden birkaç yaş küçüktüler. Aradan otuz yıl geçmiş. Fotoğrafı ile ismini yan yana getirmekte hayli zorlandıktan sonra emin olabildim. Güzel, zarif bir kadındı, her şeyiyle. Orta boylu minyondu. Gözlüğü ile permalı saçlarını çok yakıştırırdım. Az konuşur arada bir yerinde sorular sorardı. Kocası tam tersiydi. Çok ve boş konuşur, aklına hiç soracak soru gelmezdi. Kadınlara karşı aşırı dikkatli ve lüzumsuz mesafeli orta sınıftan Türk erkeği.
Karısına büyük sevgisini ise bütün gayretine rağmen hiç saklayamazdı. Hem yeteneksiz hem beceriksiz olduğundan bulunduğu yerde bir şey yapamadı. Karısı da çok bir şey yapamamış ama üst üste birkaç yazısını okuyunca anladım ki o gerçekten çok iyi bir okur ve iyi bir yazar olmuş. Üniversitede kalsa heba olur giderdi. Bir de çok şişmanlamış, başını bonelenerek örtenler arasına katılmış. Hakkında “Müslüman Feminist Aktivist” bilgisi var. Bir yerde karşılaşsak muhtemelen çok fazla konuşamayız. Boneli oluşundan değil, o eski günlere göre daha az ortak referans noktamız olmasından.
Okuma hastalığının öngörülemeyen semptomlarından biri de insanları birbirinden uzaklaştırmakmış, geç anladım bunu. Giderek daha fazla su yüzüne çıkmaya başladı. Bir ülkede insanlara okumak dışında makul herhangi bir şey telkin edilmezse bu olur. “Kitap oku! Üniversite oku! Biz okumadık sen oku! Adam ol!
Kadın arkadaşımı diğerlerinden ayıran ve hayatının bir yerden sonra boneli "Müslüman Feminist" olarak devam etmesine yol açan şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Oysa kocasıyla Heidegger'le Arendt gibi olsalar birlikte Büyülü Dağ’ı (Thomas Mann) okur, varlık ve zaman üzerine konuşur sonra da sevişirlerdi. Ya da Raymond Williams'la karısı gibi Kültür ve Toplum’a (çev. Uygur Kocabaşoğlu, İletişim, 2017) son halini verirken "satır satır" tartışırlar, şöyle bir sakinleştikten sonra da usul usul kucaklaşırlardı.
Erken Cumhuriyet modernleşmesinde sokağa her çıktığında erkeğe rastlayan ve ona kurban giden kadın da "aniden açılıp saçılıp gündelik hayatın içine giriveren kadın karşısında[ki] erkek [de] (yazarlar dahil) ne yapacaklarını bilememişler." Küçük alıntıyı Refik Halid Karay’ın Doğuştan Kadıncıl adı altında Tuncay Birkan’ın derlediği “Memleket Yazıları 6”ya Aslı Biçen’in yazdığı önsözden aldım. Refik Halid buradaki yazılarında kadınla erkeğin vukuatlı karşılaşmalarından örnekler verir. Biri de 1943’te gazetelere yansıyan bir olaydır, nakledip yorumlar: “Kadın Hürriyeti – Erkek Terbiyesi”, Tan, 17 Haziran 1943. "İki delikanlı tramvayda genç bir kıza musallat oluyorlar; kız sahanlığa kaçıyor; ötekiler arkasını bırakmıyorlar; kız etrafa yardım dileyen gözlerle bakıyor."
Ayrıntılar bugünün olaylarından farklı değil. Sonunda polis, savcılık ve mahkeme. Müdahil olanlar ve diğer şahitler kızın lehine tanıklık etmiş. "İki delikanlı", ise kendilerini 'bizim yaptığımız sosyete arkadaşlığı idi, Avrupa'da da böyle oluyor' diyerek savunmuş. (Böyle şeyler okurken fakültemin adı bana daha da anlamlı gelir: Dil ve Tarih-Coğrafya.)
Hakim herkesi dinledikten sonra hükmünü keser. "Sizin sosyete arkadaşlığı diye iddia ettiğiniz şu münasebetsiz harekete Türk ceza kanunu 'sarkıntılık' der ve ceza verir. İkinizin de ellişer gün hapse konulmanıza ve altı yüz lira tazminat ödemenize karar verdik. Bizim sosyetemizde böyle zorbalık, terbiyesizlik yapanlar sizin gibi cezalarını çekerler!" Olayı gazetedeki köşesine taşıyan Refik Halid’in yorumu: "Mükemmel!"
Şunu biliyordu Refik Halid, ister örtülü ister örtüsüz, hukuk kadın haklarını korumak için vardı, adalet ancak böyle tecelli edebilirdi. Bu örnekte açık olana adaletle davranılmıştı. Bunu alkışlıyordu çünkü eşit ve özgür olmak bu anlama geliyordu. Kapalı olanın hakkı haydi haydi korunurdu.
Bugün artık boneli Müslüman feminist (veya sessiz) kadınlar çoğunluk; iktidarın çoğunluğu oldular. Hukuk öncelikle onların haklarını koruyor. Açık kadınların haklarını koruyacak adalet işlemiyor, bin bir dereden su getiriliyor. Eşit ve özgür değiller. Gülgün Türkoğlu, Duvar'daki yazısında "Eşit ve özgür bir yurttaş olarak haklarımın din perspektifiyle irdelenmesinden rahatsızlık duyuyorum." Derken bu eşitsizliğin kaynağına doğrudan dokunuyor. Örtülü “Feminist Müslüman” kadınların dokunacağı yer de orası, Ak Parti eleştirisi değil.