Güzeldiyar: Burjuvazinin de orta sınıfın da konforu umrumda değil!

Onur Güzeldiyar'ın varoşları anlattığı “Gerisi Hiç Mühim Değil” adlı kitabı raflarda yerini aldı. Güzeldiyar ile yeni kitabına, varoşları öyküsünde işleyişine ve edebiyata dair sohbet ettik.

Google Haberlere Abone ol

İthaki Yayınları’ndan geçtiğimiz günlerde çıkan, “Gerisi Hiç Mühim Değil” isimli, Onur Güzeldiyar imzalı kitabı, yazarı ile konuştuk. Şiddeti, kaybedeni, kimliği konuştuğumuz röportajda, konu varoşlar ve edebiyata gelince Güzeldiyar, “Çoğu zaman telkin edici bir tarafı da olduğunu düşünmüşümdür arabeskin” diyerek düşüncelerini açıklıyor.

Mekânsal olanın edebi özneye dönüşmesi meselesi, kentin varoşlarını betimleyen çağdaş Türkçe edebiyatı yazarlarının odağında şu sıralar. Siz, bu süreci anlatmaya nasıl karar verdiniz? Varoşları, varoşların ait olduğu mekânı anlatmaya değer kılan sizce neydi?

Bu durum aslında nereden geldiğinizle alakalı… Eğer geldiğiniz yer aynı zamanda ait de hissettiğiniz yerse yazmaya doğal olarak oradan başlıyorsunuz. Ayrıca şimdilerde popüler olabilir fakat Metin Kaçan’dan sonra bu dilin edebiyatla iletildiği bir yoksunluk dönemi vardı. Ve ben de dâhil olmak üzere tanıdığım bütün mahalle gençleri kendilerini bir şekilde, öyle veya böyle anlatmak istiyordu.

Post-modernizmde, “kaybeden”in tükenmiş kimliğini yeniden üretmeyi sağlayan asıl etken ne sizce? Çağdaş Türkçe edebiyatının bu çıkışsızlık haline dair bir sorumluluk taşıdığını düşünüyor musunuz? Ya da sorumluluk taşıması icap eder mi?

Bu tükenmişlik inim inim inleten bir raddeye de sahip olabilir, mecalsiz bırakılmış bir hayata uzaktan bakmanı sağlayacak kadar hissizleştirebilir de seni ama ikisinin de ortak noktası susmayı da tercih etsen, dövünüp paralanmayı da tercih etsen aslında aynı şeyi yapmaya, yaşananlardan okunabilir bir trajedi yaratmaya çalışıyorsun. Bu kişisel bir trajedi de olabilir, daha geniş bir perspektife sahip toplumsal trajediler silsilesi de.

Romanımda bir karakter olarak yer alan yakın dostum Mehmet Türkcan’ın bu konuda söyledikleriyle cevaplayabilirim sanırım sorunuzu: “Sen bu coğrafyanın görünmeyen, görünmek istenmeyen, toplum tarafından reddedilen insanlarını anlattın.”

Bu insanlar tükenmiş olabilir ama mütemadiyen ayakta kalma içgüdüsüyle yaşamaktadırlar. Bu noktada kimisi gider faça atar, kimisi gider duvarları boyar, kimisi de gider kitap yazar. Bunların birbirinden çok da farkı yoktur aslında. Edebiyat, yazar neyi anlatmak isterse onunla şekillenir. Tükeniş, kaybediş, yokoluş da bu anlatı konularından bazıları yalnızca. Edebiyatçı sorumluluk taşımak zorunda mıdır, bu konuda bir şey söyleyemem. Buna ne ben ne de başkası herhangi bir cevap verebilir zannımca. Ben varoşları dilimin yettiğince anlatmak istedim.

'BEN KENDİ İNSANLARIMIN ÖYKÜSÜNÜ ANLATTIM'

Varoşlar, kapitalizmin ekonomi- politiğine bir yanıyla yarar sağlarken, burjuvazinin ve orta sınıfın yaşadığı konfor için bir tehdit arz etmektedir. “Gerisi Pek Mühim Değil”de dil ve içerik olarak arabeskin kıyısında gezinen karakterlerinizin, varoşlarda süregelen gerçekliği melankolikleştirdiği düşünülebilir mi? Eseriniz, sınıfsal olarak nasıl bir yerde duruyor sizce?

Gerisi Pek Mühim Değil / Onur Güzeldiyar / İthaki Yayınları

Yaşadıklarımızı trajikleştiriyor olmanın elbette ki melankolik geri dönüşleri olacaktır. Olmalıdır da hatta. Bunu var olduğu ölçüde de yaşamalı insan. Gerisi Pek Mühim Değil’in sınıfsal olarak nerede durduğuna bırakalım da okur karar versin.

Neyi anlatmaya çalıştığımı, hikâyesini kaleme aldığım insanlara nereden baktığımı romanı okuyanlar gayet iyi anlayacaklardır diye düşünüyorum. Bu insanlar günde on dört saat ayakta garsonluk, komilik yapıp, yağlanmış elleriyle insanları mutlu etme telaşına düşen öfkeli fakat güler yüzlü insanlar.

Daha yirmili yaşlarının ortasında günlük elli lira için ninesinin varis çoraplarını giymek zorunda kalanlar da bu insanlar, kısır bir döngünün ortasında çalıştığı işe ulaşmak için her gün iki buçuk saatini yolda heba edenler de. Burjuvazinin de orta sınıfın da konforu umurumda değil, ben kendi insanlarımın öyküsünü anlattım.

Varoluş sancısı çeken gençlerin, kalp ağrısına ve hayatın diğer yükümlülüklerine katlanmak için sık sık kendilerine kapanması sürecinin şekillendirdiği bir olay örgünüz olduğu görülüyor. Bu varoluş sancısı, kazanılan kısmı galibiyetlerle yer yer azalsa da bir umut vaat etmiyor. Kara’nın, Hırsız’ın ve Kadife’nin on sene sonrasını nasıl görüyorsunuz?

Hasan Ali Toptaş’ın romanda geçen bir alıntısı var, “Kaybetmenin tadını keşfetti de onu mu uzatıyor hergele, bilmiyorum ki…” bana göre cevabı karşılıyor bu… Kara ve Hırsız bundan on yıl sonra yine aynı yerde olacaklar...

'UZUN SESSİZLİKLER, BİTMEYEN KÜFÜRLER VE DİNMEYEN ŞİDDET'

Eserinizde, şiddetin periyodik aralıklarla tekrarlanması, varoşları ya da kentlerin odağını sarmalamasının temel sebebi, gönül ağrısı çeken ve yaşamda istediği şeyleri başaramayan “semt delikanlıları” olarak resmediliyor. Ancak bu bağlam küçük burjuva bir yaşayış biçiminin de tepkimesi olarak rahatlıkla kodlanabilir. Varoşları, varoşlarda yaşayan ve işçi sınıfına dâhil olan bu gençleri, bu tepkime biçimden ayıran ana etken sizce nedir?

Çünkü bu gençler açılış günü yaklaşırken AVM’nin inşaatında sırtlarında yük, üstünlerinde tozla, kollarında derman kalmamış bir halde incelen bacaklarını düşünürken, önlerinden pahalı gözlükleri, jilet gibi kıyafetleriyle geçen yaşıtlarına bir tepki olarak doğuyor. Öfke, her zaman bize en yakın mesafede olan tek gerçek his.

Şahsen inşaatta çalışırken Tolstoy’dan bahseden duvar ustalarıyla da tanıştım. Ait olduğum şey zaten kendisini küçük burjuvadan ayrı kılıyordu. Edepsizce gasp edilmiş bir varlığın içine hapsolanlardan uzakta duruyorduk. Bizim durduğumuz yerde de gerçekler duruyordu: Uzun sessizlikler, bitmeyen küfürler ve dinmeyen şiddet.

Şiddet mefhumu önemli çünkü ezilene ait olduğu ölçüde meşru bir zemine de oturuyor bizce. Bir düşünüş ve yaşayış biçimi olarak arabeskin şiddeti her dönem sahiplenmesinin kültürel zemini sizce nedir? Bu zemini edebiyata dönüştürürken temel motivasyonunuz ne oldu?

Öncelikle düşündüğünüz şeye ben de katılıyorum; bir devri bitirmek için krala suikast düzenlemeye çalışan heyecanlı gençleriyle aynı zamanın içinde bazı insanlar tuvalet kâğıdının patentini alıyorlardı. Devrimci gençler öldürüldü, tuvalet kâğıtlarıysa her yerde… Bu bir serzeniş değil, hayat mefhumunun bir hamlesi bana kalırsa. Ve hayat bu yüzden çekici biraz da…

Çoğu zaman telkin edici bir tarafı da olduğunu düşünmüşümdür arabeskin. Her cümle kabullenilmiş bir hakikatin haykırışı, yaşanmış olanın en keskin şekilde itirafıdır. Evet, içerisinde zaman zaman tehditkâr bir üslup kullanılabilir, fakat hayatın tuhaf sürprizlerini kafaya bu kadar çok takan insanlar için her an bir tehdide gebedir zaten.

Henüz 25 yaşında bir ilk kitabınızı çıkardınız. Heybenizde başka neler var?

Şu an yazmak istediğim ve üzerinde çalıştığım bir roman var. Bitmek bilmeyen mesailer ve kargaşaların ortasında onu bitirebileceğim takate sahip olma umuduyla devam etmeye çalışıyorum.