Berlin Duvarı'nın ardından Berlin

Deniz Utlu'nun kaleme aldığı Savrulanlar, Ayrıntı Yayınları etiketiyle okuyucu ile buluştu. Kuşkusuz, Savrulanlar ne tek başına yolculukların ve aramaların ne de tek başına bir göç romanı. Her şeyden önce yas tutmanın, o yası nasıl tutacağını bilememenin, hiçbir yere kök salamayan gençlerin, bugün artık yaşlanmış ya da yavaş yavaş bu hayattan çekilmeye başlamış ilk göçmen kuşağın genç bir yazar tarafından yâd edilmesinin romanı.

Google Haberlere Abone ol

Menekşe Toprak [email protected]

“Siz entegrasyondan söz ediyorsunuz ama benim babam öldü.”

1983 Hannover doğumlu Deniz Utlu’nun Tarık Kayakan’ın çevirisi ile Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan Savrulanlar romanının ben anlatıcısı Elyas’ın ağzından dökülen bu cümle, hem romanın hem de Almanya’da göçmenlerle olan ilişkinin genel bir özeti gibi. Geçtiğimiz yıllarda yılın en çok kullanılan sözcük unvanını kazanan entegrasyonu ben de ne zaman duysam kendimi başım ağrırken, vücut ısım yükselirken, Elyas kadar olmasa da öfkelenirken yakalarım. Çünkü bir devlet politikası olarak entegrasyon, kimi zaman göçmenlerle bir sorunu olmadığını söyleyenlerin bile ikinci cümlesini “ama” ile tamamladığı bir parmak sallamadır aynı zamanda.

Deniz Utlu

'HANGİ ÜLKEDEN GELİYORSUN?'

Oysa ilk bakışta Elyas’ın bu sallanan parmağa alınıp öfkelenmesi için bir neden olmamalı. Berlin’de doğup büyümüş, hukuk fakültesi öğrencisi Elyas bir Berlinlidir. Çocukken dinlediği şarkılarla, seyredilmiş çocuk filmleriyle, kitap kahramanlarıyla, eğitimiyle Almanya’da yetişmiş herhangi bir gencin hafızasına sahiptir. Ne ki sırf adı farklı olduğu için “hangi ülkeden geliyorsun?” sorularıyla muhatap olanlardandır, tipi kafalardaki kara kafalı Türk tipine uymadığı için “Ama sen hiç Türklere benzemiyorsun” yorumlarıyla gurur duyması beklenenlerdendir.

Zaman zaman doğduğu şehre, yaşadığı sokağa bile ait olmadığı hatırlatılan “öteki”lerdendir. Elyas öfkelidir, çünkü üniversite eğitimi için Almanya’ya gidip öğrenimini finanse etmek ve sonrasında İstanbul’a dönmek için Ford fabrikasında çalışmış ve dönememiş bir babanın oğludur. Üstelik Berlin Duvarı’nın ortadan kalkmasından sonra adeta emlak spekülatörlerinin, orta sınıf zenginlerinin istilasına uğramış olan Kreuzberg’de yaşamaktadır ve en az elli yıldır buralı olan insanlar sokaklarını, evlerini kaybetmektedirler. Öfkelidir, çünkü gençtir. Ama asıl önemlisi: Öfkelidir, çünkü kansere yakalanmış olan babası ölüm döşeğindedir.

“Siyah kalemlerle sığırlar gibi yetmiş sekiz, yetmiş dokuz diye numaralandırılmalarının üstünden elli yıl geçmişti. Elli yıl boyunca taş taşımak, zehirli gazları solumak, yürüyen bantta parçaları düzenlemek, makine odalarındaki ısıya tahammül etmeye çalışmak… Bu ilk çiftçilerin fabrika işçisine evrilmelerinin, döşeklerinde yattıkları zaman üstlerindeki şiltenin serili olduğu kafesin yavuklularının eteğindeki eşkenar dörtgen desene dönüşmesinin üstünden elli yıl geçmişti. Elli yıl… Ve çiftçilerden işçi, yazar, oyuncu, yönetici ve doktor, ayyaş ve uyuşturucu kurbanları olmuştu. Elli yıl ve babam ağrılarına karşı morfin alıyordu.”

Anne babası çok istediği için hukuk okumaktadır Elyas ama yapmak istediği bu değildir. Aslında tam ne istediğini, bir hedefi olup olmadığını bile kestirmekte zorlandığınız bir genç Elyas. Eğer toplumsal bir mesele olarak dayatılan göçmenliğin, açık ya da kapalı dışlanmanın hafızasına sahip olmasa, muhtemel ki tipik bir Aylak Adam karakteri olarak çıkardı karşımıza. Öfke yerine boş vermeyi, eyleme geçmek yerine, bakıp geçmeyi seçerdi belki de.

Hukuku sevmese de gönlünden geçen şeyler de var Elyas’ın: Bir fotoromanı Berlin’e uyarlamak, bir sanal göç tarihi müzesi kurmak, web sayfaları tasarımlamak… Eski bir kasap dükkânını yakın arkadaşı Veit için bir bara dönüştüren Elyas, sabahlara kadar Kreuzberg barlarında içip sokaklarını adeta tavaf ederken gündüzleri babasının eski iş ve dava arkadaşı Cemo Amca’ya uğrayıp altlıkları lekeli ince belli bardaklardan çay içerken eski bir siyasi sürgün olan Cemo’nun, babasının hikâyesini dinlemektedir.

Aslında kaçmaktadır Elyas. Acıyla nasıl baş edeceğini bilmediği için kaçmaktadır. Babanın ölüm haberini vermek için ısrarla telefonunu çaldıran annesine yanıt vermeyerek kaçmaktadır. Ve sonunda ölüm haberiyle yüzleşebildiğinde, yıkanıp kefenlenen babanın cenazesi İstanbul uçağına yüklendiğinde, annesine eşlik etmeyerek kaçmaktadır.

Ne ki aklıyla, nasıl tutacağını bilemediği yasıyla tam da o kaçtığı şeylerin merkezindedir: Ailesinin göçmenlik tarihi, babasıyla Cemo Amca’nın Ford fabrikasında diğer Türk işçilere öncülük ederek başlattıkları grevin Alman işçilerin işveren tarafını tutmasıyla kırılmasının hikâyesi, bugün NSU davası olarak bilinen Neonazi cinayetleri ortaya çıktığında insanların duyarsız kalmasına tanıklığı… Elias’ın öfkesi dinmemektedir, öfkenin unutulduğu anlarda ise ikinci bir kişi olarak gövdesini seyreden kendi kendisinin yabancısıdır daha çok.

Sohbet ettiğimde, soruları cevapladığımda ya da hatta soru sorduğumda şöyle bir duyguya kapılıyordum: Konuşan ben değildim; sadece onlar karşılarında Elyas’ın durduğunu, konuştuğunu, cevap verdiğini, o anda şakalaşan, birilerini güldüren kişi olduğunu sanıyorlardı. Gerçekte ben değildim o. Ben nerede olduğumu bilmiyordum.

DEĞİŞEN DİL, DEĞİŞEN KARAKTER: ELYAS

Böyle böyle savrulan Elyas, Almanya’ya göçün 50. yıl etkinlikleri sırasında doktor Aylin’le tanışır. Bu noktadan sonra da hem ben anlatıcının dili hem de Elyas değişir. Hüzünlenir, konuşur, dinler hatta diyebilirim ki anlatımı dişil bir dile yaklaşır. Aylin’in de göçmen bir ailenin kızı olarak kızgınları, üzgünlükleri, Elyas’ınkine benzemektedir. Üstelik onun da babası hastadır. Bu, ölümcül bir hastalık olmasa da, sürekli bakıma muhtaçtır. Babasından ayrılıp nihayet kendini yaşamaya karar vermiş olan annesi ise yıllardır İstanbul’dadır. Hem kendi babasının hastalığından hem de ölüm haberinden kaçmış olan Elyas bir yasın devamını sürdürür gibi, adeta geçmişi telafi eder gibi Aylin’in babasıyla ilgilenir. Onun hikâyesini merak eder, sofrasına oturur, onunla doğa belgeselleri izler. Ve Aylin annesini ziyaret etmek üzere yola çıktığında, kendini onun peşinde İstanbul’da bulur.

Savrulanlar, Deniz Utlu, Çeviri Tarık Kayakan, 190 syf, Ayrıntı Yayınları

Bu noktadan sonraysa İstanbul ve Trabzon, iki babanın memleketleri girer devreye. Bu iki şehir ne Aylin’e ne de Elyas’a bir aidiyetlik hissi verir. Ailelerinin anılarından, anlatılarından ibarettirler sadece. Ama yine de birer turist gibi de bakamazlar şehirlere. “Hangi turist İstanbul’da bir mezarı ziyaret eder ki,” der kitabın bir yerinde Elyas ve devam eder: Beni bu şehre bağlayan babamın mezarı ve onun bir zamanlar genç bir adam olarak benim gibi sokaklarda koşup denize baktığını bilmemden ibaretti.

Deniz Utlu’nun “Die Ungehaltenen” adıyla 2014 yılında yayımlanan romanını bundan üç yıl önce Berlin’de okuduğumda bana düşündürdüğü noktalardan biri şuydu: 2000’lerin ortalarından itibaren Almanya’da iyi eğitim almış onlarca genç İstanbul’da uluslararası şirketlerde kariyer yapmaya karar verip Türkiye’ye gelmeye başlamıştı. Bu durum diyebilirim Gezi Direnişi’ne kadar devam etti. Öyle ki bir süre Alman medyası da bu eğitimli gençlerin neden Almanya’dan ayrıldığını tartışır oldu.

Savrulanlar’ı biraz da büyük şirketlerde kariyer planlaması yapmak üzere İstanbul’a gelen bu gençlerin Almanya’yı terk etme nedenlerini anlatan bir roman olarak da okumuştum o zamanlar. Kuşkusuz romanın kahramanlarından ne Aylin’in ne de Elyas kariyer peşindeler. Üstelik bırakın kariyer yapmayı, son sınavlarında boş kâğıt vererek fakülteden atılan Elyas, hayatla uyumsuz biridir.

Ama yine de biliyorum ki Elyas’ı, Aylin’i, Elyas’ın arkadaşı rapçi Hekim’i, Cemo Amca’yı meşgul eden, öfkelendiren şeyler çalışmak için İstanbul yolunu tutan eğitimli gençleri de öfkelendiriyordu. Üstelik Avrupa Başkenti seçilen İstanbul gibi kozmopolit bir şehir sadece onları değil, Erasmus öğrencilerini, gazetecileri, sanatçıları, filmcileri ve daha nicelerini çekiyordu.

Deniz Utlu’nun romanını üç yıl sonra bu kez İstanbul’da, bu kez Türkçede okurken sanki çok eski, adeta hiç yaşanmamış bir geçmiş gibi geliyor bunlar bana. Halbuki Almanya’daki entegrasyon tartışmaları, parmak sallamalar, en azından bir kesim tarafından sürdürülüyor. Üstelik AFD gibi aşırı sağ bir parti Federal Meclis’te artık.

Hal böyleyken KHK’lerle işinden atılan akademisyenlerle dolu, eğitimlilere yönelik sevgisizlik ortamındaki bir Türkiye, İstanbulluların bile terk ettiği bir İstanbul kimi cezp edebilir, hangi hayal kırıklıklarına çare olabilir ki artık? Ve romana dönersek, Deniz Utlu “Savrulanlar”ı bugün yazsa, Elyas’ı babasının sokaklarında rahatça gezdirir, onu Aylin ve rapçi Hekim’le birlikte Beyoğlu’nun barlarında sabahlatır, onları ebeveynlerinin izinde sakınmadan yolculuklara çıkarır mıydı?

Kuşkusuz, Savrulanlar ne tek başına yolculukların ve aramaların ne de tek başına bir göç romanı. Her şeyden önce yas tutmanın, o yası nasıl tutacağını bilememenin, hiçbir yere kök salamayan gençlerin, bugün artık yaşlanmış ya da yavaş yavaş bu hayattan çekilmeye başlamış ilk göçmen kuşağın genç bir yazar tarafından yâd edilmesinin romanı. Ve elbette, Duvar’ın ortadan kalkmasından yıllar sonra bile savrulmaya devam eden Berlin’in, Kreuzberg’in de romanı.