Fournier güldürmüyor, ters köşe yapıyor
Fournier, ters köşeci bir yazar. Kitaplarında hep bir bıyıkaltından gülmek var. Zeki, evvela kendine sonra bahsettiklerine karşı acımasız, bile isteye küt cümleler kurup okuyucuya “hah” dedirtmeyen, yeri geldiğinde huysuz yaşlı, yeri geldiğinde neşeli genç bir yazar Fournier. Yani ben Fournier diyeyim, siz onun anlatıcıları anlayın. Romanlarda herkes biri gibi konuşur, onu yazan tek bir el bile olsa. Bugünün hayatına çok benzemesi bundan olabilir belki de.
DUVAR - Yakın çevremi kuvvetle muhtemel çok bıktırdım ama nazik insanlar oldukları için, yüzüme vurmuyorlar. Öyle sanıyorum. Belki söylemeye çalıştılar ve hiç anlamadım; bu da mümkün. Konusunu açtığımda ya da oradan emsal vermeye kalktığımda, ağır yemek yemişler de mideleri yanıyormuş gibi bir çehreye bürünmelerini de anlıyorum. Baktım şimdi, 2009’da Türkçeye çevrilmiş (çev. Sema Rifat, Mehmet Rifat; Yapı Kredi Yayınları), hemen almışım ve çok etkilenmişim. Saçma şeylere de alet etmişim, orada burada bahsettim üşenmeden. Malum, İran’da “Hâfız falı” derler, bir âdet vardır. İnsanlar ruh hallerine, umutlarına, üzüntülerine ulanacak yahut onunla boğuşacak bir Hâfız şiirine ihtiyaç duyar; rivayete göre, Divan çoğunun ezberindedir ama rastgele sayfa açıp oradan fal niyetine şiir okumayı çok severler. Sevmekle beraber, önemserler de. Aniden İran övgüsüne girişmeyeceğim ama bu fal bakmaktan ilhamla, bir yazıda sıkıştığımda, asla ilerleyemediğimde, bir şiirin başında gözümü masaya sabitlemiş halde beklediğimde (o esnada TRT Türkü’de kötü bir türkü çıkar hep), dayanamayıp imdada çağırırım Yas Günlüğü’nü. İmdada çağırmak için iyi bir tercih gibi görünmüyor ilk bakışta ama Hâfız falından pek farklı değil. Tamam, ikna etmeye çalışmayacağım dahasına. Geçiyorum.
Jean-Louis Fournier (“Furniye” diye okunmasında sakin güzellik var) 1938 doğumlu Fransız bir yazar. Türkçeye 2006’da Muzip Tanrı’sı çevrilmiş evvela (çev. Birsel Uzma, Chiviyazıları), 2009’dan bu yana YKY tarafından yayımlanmış. Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam (çev. Zafer Demez, 1999) bahsini edeceğim kitabın, Kuzeyli Annem’in öncülü sayılır. Ki, kitabın henüz girişinde söylüyor da kitaplarının ailesiyle ilişkisini.
Kitaplarımda ailemden haberler verdim. Asla kimseyi öldürmemiş olan babamdan. Hatırı uğruna şairin köylüye dönüştüğü, çocuklarımın annesinden. Artık babayla nereye gittiklerini bilen iki oğlumdan. Beni teselli bulmaz bir dul olarak bırakıp giden karımdan ve Tanrı’nın hizmetkârı olan kızımdan.Annemden hiç bahsetmedim. Mercek altına almadığım tek kişi o.
Peki neden şimdi? Çünkü yaşlandım. Gangsterler son vurgunlarının ardından daima annelerine sığınırlar.
En çok da, en iyi kısmı sona saklamak istiyordum.
Kuzeyli Annem’i roman olarak tasnif etmiş yayınevi. Orijinal dilinde, kitabın özgün baskısında da roman olarak kaydedilmiş. Çok değil, iki yıl önce yayımlanmış Fransa’da, 2015’te. Çevirmen ise Sartre, Kundera, Maalouf gibi isimlerin çevirilerinden tanıdığımız Aysel Bora. Editörlüğünü Korkut Erdur yapmış, düzeltisi Korkut Tankuter imzası taşıyor. Kapak tasarımı, YKY kitaplarının künyelerini okuyanların hemen tahmin edeceği üzere Nahide Dikel’e ait (Nahide Dikel’in kim olduğunu öğrenmek eskisi kadar zor değil, bu da insanı ince bir hüzne gark ediyor. Kendi keşfin sandığın şarkıcının bir anda herkes tarafından sevilmesi hissine benziyor bu da az biraz). Sayfa tasarımı da, gene künyeyi okuyanların hemen tahmin edeceği üzere, Mehmet Ulusel’in.
KİTAPLARINDA HEP BIYIKALTINDAN GÜLÜYOR FOURNİER
Fournier, ters köşeci bir yazar. Biyografisi biraz kurcalandığında az çok anlaşılıyor da mesele. Yazarlığı müseccel, bu yazının da sebebi ama öte yandan televizyonculuğu var. Ve bu televizyonculuğun mahiyeti, komedyenlik. Muhakeme dediğin tembel bir şey; bu iki bilgi üst üste binince insan kitaplarda komik, adlı adınca komik bir şeyler arıyor. Ama değil. Serseri bonkörlükle kullanıla kullanıla üstü zımparalanmış kelimelerden biri “ironi” olmasaydı, ben de kolayca söylerdim şimdi. Ya da, bir zamanlar okumuş gözükmek kelime kadrosunun önemli oyuncularından biri olan “humor”u da diyebilirdim. Şunu diyeyim: Kitaplarında hep bir bıyıkaltından gülmek var. Zeki, evvela kendine sonra bahsettiklerine karşı acımasız, bile isteye küt cümleler kurup okuyucuya “hah” dedirtmeyen, yeri geldiğinde huysuz yaşlı, yeri geldiğinde neşeli genç bir yazar Fournier. Yani ben Fournier diyeyim, siz onun anlatıcıları anlayın. Romanlarda herkes biri gibi konuşur, onu yazan tek bir el bile olsa. Bugünün hayatına çok benzemesi bundan olabilir belki de.
Kitabın büyük alıntısı, daha kitap başlamadan kendine yer bulmuş ve belli ki önemsenmiş epigraf Baudelaire’in: “Özgür insan, denizi hep seveceksin!” Kitabın adı Kuzeyli Annem olunca (kuzey sanki Fransızlar için de sert deniz çağrıştırırmış yanılgısını göz ardı etmiyorum) ve epigraf denizden bahsedince, devamında buna dair bir şeyler bekliyor insan. Öyle olmuyor. Alıntı da sanki ters köşeye yatırıyor. Okuyucunun zihnini aşırı bulandırıp oradan bir edebiyat yaratma gayretinde değil yazar ama her şeyi de uzun uzun açıklamak, derinlemesine yazmak uğraşı da yok. Küt, kendine güvenen, bıyıkaltından gülen, yer yer “Sen bunu edebiyat diye okuyacaksın ama edebiyat benim pek umurumda değil”i hissettiren velakin bir cümle sonra bunu hissettiğine seni pişman eden biri. Ömrü uzun olsun.
Küçükken ölüm ve yetim kalma korkusuyla hastalık derecesinde endişeli yaşardım. Annem ne zaman evden çıksa, dönene kadar çok fena olurdum. Sonradan Pierre Loti’de de aynı endişelerin olduğunu öğrendim. Bu yüzden onu daha da ilginç buldum.Benim için bir çocuğun başına gelebilecek en kötü şey, annesini kaybetmekti. Babası o kadar mühim değildi.
Annem gecikecek olsa, mutlaka ölmüştü ve ben de ölmek isterdim.
Kitap, Barthes’ın Yas Günlüğü’nü şeklen andırıyor. Fragmanlar, kimi zaman kısa birkaç cümle, kimi zaman bir fotoğraftan anımsananlar, hatta o fotoğrafa bakarak anımsanıp yazılanlar (bizim görmediğimiz bir yerde olan fotoğraflar bunlar ve kitap “roman” olduğuna göre, aslında belki de hiç yoklar), annenin ölümü ardından bir yas duygusunun iteklemesiyle üretilmiş olması, gibi. Barthes da, Fournier de kısa, küt, zor cümleler yazmış. Tercihen bunu yapmış gibi görünüyorlar. “Zor” mesele üzerine ancak bu kadar konuşulurmuş imasıyla. Barthes’ın yöntemini kitabın kendisinden biliyorduk; küçük fişlere notlar almış, bir yandan o fişleri yazarken öte yandan kuramsal kitaplarını yazmaya devam etmiş, başka bir romanın notlarını tutmuş.
Ama çok ayırt edici bir mesele var: Barthes, annesinden söz edermiş gibi yapıp aslında dönüp dönüp kendinden söz eder. Kendindeki derin acıdan, geride kalmış olmanın onda uyandırdığı hıyanet duygusundan, hatta anneye belli belirsiz öfkeden, etrafta ona söylenenlerden, cenaze merasiminde yaşadıklarından vesaire. Ama Fournier, annesinden söz ediyor. Anlatıcı elbette kendiyle annesinden beraber söz ediyor, hatırlıyor, kurcalıyor, üzülüyor da ama annesinden, artık olmayan annesinden söz etmeyi tercih ediyor. İki kitap arasında ayırt edici bir şey daha var; Barthes’ınki günlük, Fournier’ninki roman. Biri gerçekmiş gibi davranıyor, öteki kurguymuş gibi –eninde sonunda. Hangisinin kaleminin daha “dürüst” olduğu okuyucuyu son tahlilde ilgilendirmiyor. Okur, bu denklemde doğası gereği daima daha sinsi olanıdır.
Annem torunları için hep “Glagla” olmuştur.Glagla, annemin bakır kap kacağıyla çıkardığı gürültüydü.
Çok daha sonraları, bu takma adı pek de sevmediğini itiraf edecekti. Glagla soğuk anlamına gelen bir onomatope. Glace’ın, yani buzun ilk hecesi.
Kitabıma “Annem soğuktur” ismini vermemekle iyi ettim.
Fournier annesinden söz etmiş dedim, Barthes ise kendinden. Ben de yazıda Fournier’nin kitabından bahsetmeye çalışırken aslında Barthes’ın kitabından da bahsettim. Fournier kitaba “Annem soğuktur” ismini koymamakla bence de iyi etmiş.
Bu kitabın anlatıcısı bir yazı fontu olsa hangisi olurdu? Trebuchet.