Kerim Özcan: Edebiyat hep huzurlu topraklar vaat etmiyor!

Kerim Özcan'ın ilk kitabı Gündönümü, İletişim Yayınları etiketiyle okuyucu ile buluştu. Özcan, "

Google Haberlere Abone ol

Baybar Kızıl

DUVAR - Kerim Özcan ile İletişim Yayınları tarafından yayımlanan yeni romanı Gündönümü vesilesiyle aileden mahreme, teşhirin estetiğinden yazma deneyimine kadar pek çok konuyu konuştuk. Özcan, "Edebiyata bir misyon biçme taraftarı olmadım pek. Edebi metin yazarlığını keskin formüller ve çerçeveler içinde düşünmedim. Ama diğer taraftan, yaratı işi, sınırların zorlandığı bir alan. Öyle olmasaydı yeni ve farklı bir şeyler söylemek zorlaşırdı zaten. Bu yüzden de zihnin bu tür karadeliklere başını uzatacak cüreti göstermesini beklemek gerekir. Edebiyat ve sanat biraz daha özgür kılıyor insanı" dedi.

Kerim Özcan

Yazmaya başlarken nasıl bir fikirle yola çıktınız, çıkış noktanız neydi ve oradan başka bir yere mi vardınız?

Bireyin varoluş yolculuğunda en esaslı konunun “anlam” arayışı olduğuna inanıyorum. Herkes farkında olsa da olmasa da varlığını anlamlı kılacak bir arayış içinde. Burada “anlam” ile illaki felsefi göndermeleri olan olgu ya da kavrayışları kastetmiyorum. Kimisi için para, başkası için “güç” hayatın anlamına dönüşebilir. Ama ben daha psikolojik bir pencereden bakıyorum ve bununla yetmiş-seksen yıllık geçici bir serüvenin -ne kadar dolu yaşanırsa yaşansın, kısa vadeli amaçlarla ne ölçüde renklendirilirse renklendirilsin- tutamaktan, dayanaktan yoksunluğunu algılıyorum.

Bu yüzden de “köksüzlük” ana tema olarak somutlaşıyor zihnimde. Romandaki esas kahramanı böyle bir kalıbın içine yerleştirmek istememin sebebi de budur. Bu büyük meseleyle, tarih boyunca inanca başvurarak baş etmeye çalışıyor insan. Cami imamının hikâyede yer alması bu diyalektiğin bir sonucudur. Kitabın basılmış son halinde bunu planlamasam da, hikâye, problemi daha dramatik gösterecek bir zemine doğru kaydı. Başlangıçta sadece genç bir kadının her şeyden vazgeçişiyle yola çıkmıştım.

'YARATI İŞİ SINIRLARIN ZORLANDIĞI BİR ALAN'

Aileye, hafızaya ve mahreme bakıyorsunuz. Hepsi huzursuz edici “kara delikler”. Edebiyat nasıl bakmalı bu deliklere?

Son kısımdan başlayayım. Edebiyata bir misyon biçme taraftarı olmadım pek. Edebi metin yazarlığını keskin formüller ve çerçeveler içinde düşünmedim. Ama diğer taraftan, yaratı işi, sınırların zorlandığı bir alan. Öyle olmasaydı yeni ve farklı bir şeyler söylemek zorlaşırdı zaten. Bu yüzden de zihnin bu tür karadeliklere başını uzatacak cüreti göstermesini beklemek gerekir. Edebiyat ve sanat biraz daha özgür kılıyor insanı. Toplumsal varlığımız yasaklarla, kurallarla kuşatılmış. Edebiyat sizi bu bağlardan soyutlayacak kişisel bir alan yaratıyor ve daha rahat konuşmaya başlıyorsunuz. Netameli konuların verili bir kültürel bağlamda kurcalanması pek kolay olmuyor. Bu durumda boşluğu sanat ve edebiyat kapatıyor. Özellikle de sinema ve roman.

Diğer taraftan aile ilk yoğrulmaya başladığımız yer ve alacağımız biçimde önemli bir aktör olarak kendini gösteriyor. Foucault’nun dediği gibi kimliğimiz, kişiliğimiz birçok mikro iktidar alanının imbiğinden geçerek ortaya çıkıyor. Ailenin birey üzerindeki tasarrufu ne tür bir “iktidara” sahip olacağımızı belirliyor. Bilinç ve bilinçaltı çocukluktan itibaren bu tecrübeleri kodluyor ve bireyin hayat karşısındaki duruşuna yön verecek işaretlere dönüşüyor.

Gündönümü karanlık bir roman mı? Bunu edebiyatın karanlık olanla ilişkisini de düşünerek sormuş olmak isterim.

Karanlık diye de tanımlanabilir tabii. Rahatsız edici unsurlar içerdiği doğru. Cioran’dı sanırım, bazen sadece kızdığı birine küfretmek için yazdığını söyler. Edebiyat hep huzurlu topraklar vaat etmiyor, tersine, günlük yaşamda dillendirilmeyen pek çok şeyin örtüsünü kaldırıyor. Chuck Palahniuk’un Dövüş Kulübü’nde işlediği düşünceler belki birçok düşünür ve sosyal bilimci tarafından farklı şekilde dillendirildi. Ama hiçbiri onun kadar çarpıcı değildi ve ilgi çekmedi. Edebiyat, içinde bulunduğumuz ama kanıksadığımız karanlığı bir köşesinden yırtıyor, etrafımızdaki siyahlığın daha çok farkında olacağımız bir gedik açıyor.

Soruyu biraz daha genişleteyim. Unutmak istediklerimiz herkese anlatamayacağımız bir mecradan, mahrem olandan çıkıyor genellikle. Edebiyat veya roman sanatı teşhir mi etmeli olup biteni?

Teşhir değil de telkini tercih ederim ben. Teşhirin estetize edilmesi nispeten daha zor gibi geliyor bana. Mahremi apaçık ortaya koymak yerine izlenim ve imgelerle örülmüş bir kışkırtıcılık biraz daha cazip görünüyor. Gündönümü belki biraz bunun ötesine geçmiş olabilir, o da yazma eyleminin kendiliğindenliği içinde ortaya çıkıyor.

Gündönümü, Kerim Özcan, İletişim Yayınları, 2017.

İlk romanınız ama doktoralı bir akademisyensiniz. Uzun yıllara dayalı bir yazma deneyiminiz var. Yazma pratiği ve deneyim açısından benzerlikler ve farklılıklar neler?

Ortak yönleri, ikisinin de sistematik bir yapı ve kurgu gerektiriyor olması. Sağlam temellere oturmayan metinler, akademik de olsa edebi de olsa havada kalıyor. Bunun haricinde pek benzerlikleri yok. Edebiyat sınırsız bir alan ve serbestçe söz söyleme imkânı sunuyor. Bilimsel çalışmalar ise kalıpları, şablonları oldukça belirli olan bir geleneği dayatıyor. Yerleşik normlar var ve hareket alanınız son derece kısıtlı; hem şekil hem içerik açısından. Edebiyatta ise her türlü özgürlüğe sahipsiniz. Yaratıcı yazarlık çok heyecan verici bir tecrübe. Yazarken de sonrasında da çok keyif alıyorsunuz. Daha önce akademik kitap da yazdım ama ne yazarken ne de basıldığında heyecan duydum.

'GÜZEL SÖZ SÖYLEMEK BİR TUTKUYDU BENİM İÇİN'

İlk kitabın yazım süreci ne kadar sürdü? Nasıl gelişti?

Eskiden beri vardı aklımda, lisans yıllarından beri. Güzel söz söylemek ve yeni dünyalar yaratmak bir tür tutkuydu benim için. Üniversitede işletme okudum. Son sınıftayken arkadaşlarım şirketlerin, bankaların düzenlediği tanışma toplantılarına katılırdı, ben bitişik amfideki şiir dinletisinden çıkardım. O yıllarda küçük, yerel dergilerde denemeler yazdığım da oldu. Ama hayalim olan roman yazma işini hep erteliyordum. Akademik kariyerim boyunca da hep ikiye bölünerek yaşadım. Bir yandan akademik kariyerim sürsün istiyordum, bir yandan da edebiyatla bağımı koparmıyordum. Ama edebiyat ciddiyet, adanmışlık ve fedakârlık istiyor. Bir şeylerden feragat etmek gerekiyor. Biraz ondan biraz diğerinden olsun dediğinizde ikisi de yarım oluyor. Doçent olduktan sonra akademik yayınlardan ve çalışmalardan vazgeçmeyi göze aldım. Defalarca başlayıp birkaç sayfa yazdıktan sonra yarım bıraktığım dosyayı önüme koydum. İki yıl sürdü romanı bitirmem.

Çalışmanın basılması aşamasında başka faktörler de devreye giriyor tabii. Göndereceğiniz yayınevi, yayınevinin tutumu vs. Bu noktada İletişim Yayınları’nın Türkçe Edebiyat Editörü Levent Cantek’in de hakkını teslim etmek gerekir. Yeni sesler duyurma konusunda samimi bir çaba içinde. Belki de bu çalışma ömür boyu bilgisayarımda sadece benim bildiğim bir metin olarak kalabilirdi.