Felaket
Felaketi görmeden edemeyenle yalnızca fevkaladeyi gören nasıl bir olabilirmiş. İkisini de görmek sorumluluk, dayanışmaya inanmak Taocu anarşist olmakmış. “Bırak bu din işlerini” dedi bana, “bak devlet o işler için bir başkanlık kurmuş, sana ne!” Nasıl da takır takır söylüyor bütün bunları...
Geçen gün bana rekabetçi dünyadan nefret ettiğini söyledi. Sadece Ursula’nın anladığı, K. Le Guin yani, söz ettiği çelişkileri anlayabilirmiş. İnsanda hem kavga hem dayanışma potansiyeli varmış.
Dayanışmanın olmadığını savunmak aptalcaymış, sorumluluk dediğimiz görmeyi bilmekmiş. Felaketi görmeden edemeyenle yalnızca fevkaladeyi gören nasıl bir olabilirmiş. İkisini de görmek sorumluluk, dayanışmaya inanmak Taocu anarşist olmakmış. “Bırak bu din işlerini” dedi bana, “bak devlet o işler için bir başkanlık kurmuş, sana ne!” Nasıl da takır takır söylüyor bütün bunları. Kadın olmak varmış –aman duymasın bir de oradan giydirir şimdi. İki dakika sustu, takırtılardan sonra asgarî susma süresi. Sonra döndü ve “Sen bir aunty’sin,” dedi, “hamile veya yavrusuyla dolaşan balinaları korumak için onlara eşlik eden balinaya denir. Senden küçük -tercihin onlar- ya da büyük bütün kadınlara eşlik ediyorsun, escort whales’sin...” Ben bütün başkanlıklara karşıyım, başkan yardımcılılarına ise tahammül edemem dedim. “Ah canıım...” Hızını alamadı çekti öptü gitti.
İki dakika sonra Fadime geldi. Aslında üç dakika da iki dakika’lar tekrar olsun diye öyle dedim. Hoşbeşin ardından yatak odasına gitti. “Bu neee!” Koştum. Doksan metrekare evin içinde iyi mi! Nolduuu? Çarşafın üstündeki tüyleri gösteriyor.
Dokuz yaşından beri bu haldeyim. Adına travma dedikleri bir şeyle yaşıyorum. O yaşta, takdir etseniz de etmeseniz de, ne Blanchot’yu biliyordum ne felaketlerden haberim vardı. Lacan’dan anlamaz Svendsen’den habersiz bir salak çocuktum. Sırayla şunları diyorum yani: Maurice Blanchot, Felaket Yazısı, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Monokl, 2017; Jacques Lacan, Dinin Zaferi, çev. Deniz Kurt, 6:45, 2015; Lars Fr. H. Svendsen, Korkunun Felsefesi, çev. Murat Erşen, Redingot 2017. Şimdi bu adamları nasıl da anlıyorum bir görseniz. Lütfen görmeyin. Fakat emin olun, artık biri “travma” demeye görsün, önce tebessüm ediyorum.
‘Mia’nın tüyleri o!’ Kedimin adını yanlış söyledim. Onu unutamıyorum. En azından şimdi yazarken öyle düşünüyorum. Bir yandan gülüyorum bir yandan da Fadime’ye, ‘Niye böyle yapıyorsun!’ diyorum. Oysa sebebini biliyorum. Tebessümüm aklımla, travma duyguma saldırmaya devam ediyor. Yapmadığım her şey için kendimi suçlu hissetmekten kurtulamayacağım. Yaptıklarımı da ilave ederseniz ortaya ben çıkacağım.
Fadime kahkaha atıyor. “Yok yook, yaramazlıkların belli olmasın diye şu garibanı suçluyorsun sen.” Tamam ben gidiyorum. Ortalığı düzgün topla. Şu bornozları da yıkamayı unutma. Çıkarken tüylerin arasından bana bakan kadını alıyorum. Hatırlıyorum. Notos ne iyi etti de Ursula sayısı çıkardı derken uyuyakalmıştım. İşsiz değilim, kafelerde kitap dergi okuyorum.
Yakaladım onu! K. Le Guin’le 98’de 68’indeyken yapılan röportajı okumuş. Tıkırtılar oradan geliyormuş. Haklı. Duvarları yıkmak, yıkamadıklarına sayısız pencere açmak, havalanmak istiyor. Ama ben de bir duvarım, daha kaç pencere açılabilir ki bende? Yıkabilir mi, un ufak olabilir miyim? Borges’ten ümidi kestim, Cioran’laşabilir miyim...
Evde yumoş kokusu var, ya da adı her neyse, ismini küçük yazdım zaten. Banyonun kapısı kapalı, içerden ışık sızıyor. Gitmiş olması lazımdı. İkinci yıldan itibaren yüzgöz olduk o da savsaklama mahareti kesp etti. Çarşafı asarken fazla çırpmış. Son tüyler balkondan içeri dalmış. Aldırmadan gitmiş.
Hiçbir yeri batmayan asırlık kanepeme uzanıyorum. Homokanepus. Ursula’yı düşünüyorum. Ya da öyle sanıyorum. Jung zihinsel melekelerimiz ölmez bunu bilmek için herhangi bir şeye inanmamız gerekmiyor cehaleti sevmeyelim yeter diyor ya, hiç ölmeyecek zihnimin şu anda daldan dala konmasını keyfimce seyredebilirim.
Pat diye damlıyor. İki dakika. Damla damla. İki damla. Hep. Pat diye lafa giriyorum. Hayır. Önce öpüştük. Vaktiyle Jung okumam bence iyi olmuş –bu adam peşimi bırakmıyor. Ona babamın rüyasını anlattım.
O sırada hiç sevmediğim için unutamadığım bir şehirde yaşıyordum. Çölde derme çatma bir ev yapıyorum. Neresi olduğu belli değilmiş. Acıyarak bakmış. Merhametle demek istiyor. “Bunu neden yapıyorsun, burada ev olur mu oğlum?” Olur baba, oldu bile. Ben içimdeki çölü seviyorum. İnsan neyi seviyorsa dışarıda da onu yapmalı. Hicranım var bu çölde; hüznüm, neşem, kavgam ve dayanışmam var. Varlığı hüzün yokluğu cehennem bu çölün. Kapısı penceresi yok. Havalandırmam gerekmiyor. Bak bitince, ki iki dakikaya biter, yanıma kim gelirse gelsin iki kişinin sığabileceği, onunla sığınabileceğimiz bir çardak yapmak istedim, o kadar. Susmuyor. “Üzüntümsün. Üzüldüğüm şeyler hep oldu, insanım, içime atarak şu yaşa geldim. Ama tek üzüntüm sensin. Nolur gel artık. Hadi bırak şunu artık.” Ne de olsa baba. “Sığınan gider, sığınmak sığıntı hissetmektir, yine yalnız kalırsın.” Olsun baba, bir gün dönmeyi hayal ettiğim yuvam buymuş, başka yurdum yuvam yok...
Susuyor. Sustukça susuyor. Bugün rekor peşinde.
Önceki sevgilim histerik bir Barbara Cartland’dı. Sevgili dediğin Woolf - Le Guin - Bachmann karışımı olmalı. Onunla anladım. Gerçi Beauvoir’yı da çok seviyor. Olsun. Bana onun “Evlilik geleneksel olarak kadınlara sunulmuş tek gelecektir. Bir çok kadın ya evlidir, ya bir zamanlar evlilik geçirmiştir, ya da evli olmadığı için acı çekiyordur” dediğini naklederken çok gülmüştü.
“Ben seninle evlenmeden acı çekeceğim, kesin kararlıyım,” deyince rahatlayacağımı biliyordu. Dedi.
Felaket tehdittir, tedbiri yoktur. Felaketin varlık sebebi mahvetmektir. İkimiz de felaketiz –her şey ve herkes gibiyiz.