Şakacı: Böyle bir çağa tanıklık eden ah der!
Figen Şakacı’nın “Bitirgen” ile başlayıp “Pala Hayriye” ile devam eden üçlemesi, “Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?” ile sona eriyor. Hayriye’nin üç kitaplık yolculuğunu anlatan Şakacı "Bu kadar kıyım bu kadar yağma bu kadar katliam görmüş her çağın tanığı ah eder oh diyemez!" diyor.
Figen Şakacı’nın “Bitirgen” ile başlayıp “Pala Hayriye” ile devam eden üçlemesi, “Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?” ile sona eriyor. Şakacı ile Hayriye’nin üç kitaplık yolculuğunu konuştuk.
Figen Şakacı’nın 2011 yılında “Bitirgen” ile başlayan ve en başından beri bir üçleme olarak tasarladığı serisi, “Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?” ile son buluyor. Tıpkı “giriş-gelişme-sonuç” gibi değerlendirebileceğimiz bir akışla üçüncü ve son adımını da atan üçleme, esaslı kahramanımız Hayriye’nin çocukluğunu, gençliğini ve yaşlılığını anlatıyor. Hayriye’nin hayatının bu üç dönemi, aynı zamanda yakın tarihin bir panoraması. Gelinen son noktada ise rant kültürüne bir sövgü, evimizdeki mobilyalardan daha hızlı değişen şehirlerin karşısında bir derdi paylaşma hâli, kardeşimiz niyetine seçtiğimiz arkadaşlıklarımızla bir muhasebe...
Bir kız çocuğunun, bir genç kızın ve bir kadının Türkiye’nin son 40 yılını nasıl yaşadığının, üzerine örülen baskı ve vesvese duvarlarını nasıl aştığının bir temsili olan Hayriye; adaleti, vicdanı ve dürüstlüğü kaçak verdiği yerleriyle yeniden tartışmamıza vesile olmuş, insanların, şehirlerin ve kavramların değişimi karşısındaki hayretimizi paylaşmış, güçlü bir karakter.
Son kitapta Hayriye’nin yerinde şöyle bir dönüp geriye bakan Rüya ise bize Hayriye’nin geçmişiyle beraber dostluğu, iktidarı, aşkı, yalnızlığı, anneliği, şehri, yazmanın adabını samimi bir içe dönüşle sorgulatıyor. Beraber büyüdüğümüz Hayriye bir kez daha bize dünyanın biz büyüdükçe kirlenmediğini, aslında hep kirli olduğunu gösteriyor.
Hayriye Hanım’ın üç kitaplık yolculuğunu ve ‘çalınışı’nı Figen Şakacı ile konuştuk.
'GÜNLÜK TUTMAK AĞAÇ TEPESİNDEN DÜNYAYA BAKMAK GİBİ'
Biz serinin ilk kitabı Bitirgen’i küçük bir kızın günlüğü olarak tanıyıp okumuştuk. Günlük tutmanın sizin için anlamı ne?
Çocukken tutulan günlükler bir kayaya yaslanmak, masa altına saklanmak ya da bir ağacın tepesinden dünyaya bakmak gibidir. Küçücük bedenlerin içine hapsolmuş ruhların havalandırmalarıdır günlükler. Ben de kendimi bildim bileli günlük tutarım, Bitirgen’i yazarken sandığımı açıp o günlüklerin hepsini tek tek okudum.
O dile, o dünyaya girmem için kılavuz oldu bana onlar. Hâlâ da aksatmadan tuttuğum bir sürü defter, her birinde geçmiş yıllar, yarına dair endişeler, başka başka ülkeler, şehirler, yeni kitaplar, yeni insanlar, artık olmayanlar, hep yanı başımızda olanlar, bizi bu hayata teyelleyen, varoluşumuzu tam buraya mıhlayan her türlü soru, kendimce bulduğum cevaplar o günlüklerde vardır.
6 yıldır bir şekilde Hayriye ile birliktesiniz. Şimdi ona veda etmek neler hissettiriyor?
Yok, altıdan daha fazla. Bitirgen’i 2009’da bitirdim, yayımlanması 2011’i buldu. Bir de üçlemeye başlamadan edinmem gereken cesareti, yazıp yazıp attıklarımı eklerseniz ömrümün nerdeyse yarısı eder. Şimdi bir yandan aklım yeni yazacaklarımla meşgul, kalbim ise eh evet Hayriye’de kaldı. Severek ayrıldık ama bende bıraktığı boşluğu okurlardan gelen güzel yorumlar doldurdukça mutlu oluyorum.
Hayriye’nin hayatı, özgeçmişinizle bazı paralellikler taşıyor. İstanbul Üniversitesi’nde okuması, gazetecilik deneyimi ve yazarlığı... Hayriye’nin yaşlılığı, idealize ettiğiniz bir yaşlılık mı?
O kadar yorgun ve yalnız bir yaşlılık hayal etmiyorum elbette. Ya da dostlarıma, aileme veda etmeden ortadan kaybolmayı da hiç düşünmedim. Bitirgen ve Pala Hayriye’nin geçtiği dönemlerden ben de geçtim, o dönemin ruhunu ancak kendimde olanlarla birleştirebilir, dönüştürebilirdim, bunu başarabildiysem sevinirim. Ama Hayriye Hanım’ın hikâyesinde, daha doğrusu ardında bıraktıklarında keder var, öfke var, çaresizlik var, delirmenin sınırlarını zorlayan tahammülsüzlükler, yer yer umutsuzluklar var, ona başkaları tarafından dayatılan riya dolu ahlâkçılık, düzene uyumlanma uğruna boyun eğmelerle dolu kurallar var.
Bütün bunları elimizin tersiyle ötelemek için yaşlanmayı beklemesek keşke. Gerçi Pala Hayriye de zamanında kendi olabilmek, kendini bulabilmek için bunlarla epey uğraşmıştı. Bu memlekette doğmuş olmanın cezasını hiç değilse yaşlılığımızda ödemesek de bir oh deyip öyle gitsek bu dünyadan ne güzel olurdu ama işte ama’sı var ve orası da canımıza tak eden yer herhalde!
Son kitapta, öncekilerin aksine, Rüya’nın gözünden Hayriye’nin dünyasını keşfediyoruz. İnsanın kendine dışarıdan bakabilmeyi dilemesi gibi, Hayriye’nin tüm hayatının dökümünü son bakışta, dışarıdan bir gözle mi incelemek istediniz?
İkinci kitap Pala Hayriye’nin ağzından yazılmıştı ve onun gözünden görmüştük hayatına girenleri... Bu kitapta diğer karakterlere de söz hakkı tanımak istedim. Onların Hayriye’si kimdi, nasıl biriydi? Örneğin Hayriye, Türker aşkıyla yanıp tutuşurken Türker’e neler oluyordu ya da arkadaşları Hayriye’yi nasıl görüyor, onunla beraberken içlerinde neler tutuyor, neler düşünüyorlardı? Bu sorulardan yola çıktım öncelikle. Ve elbette Rüya’nın gözüyle de görmek istedim Hayriye Hanım’ı.
Evet bu kitap bir yaşlılık hikâyesi gibi duruyor ama öncelikle arkadaşlığın, özellikle de kadınlar arasındaki arkadaşlığın kıymetine, kalbine dokunmaya niyetleniyor. Karşılıklı ihtiyaçlarla şekillenen dönemlik arkadaşlıklara değil, bir ömürlük dostluklara inanırım ve bu kitabı da birlikte yaşlanmayı arzu ettiğim dostlarıma adadım. Sizin deyiminizle Hayriye Hanım’ın hayatının dökümünü nasıl arkadaşları yapıyorsa, benimki de onlara emanet.
'HAYRİYE HANIM HEM İÇİNİ AÇAN HEM DE SAÇAN BİRİ'
Türker’in gençlik yıllarındaki sert duruşundan reklamcı olmaya geçişi hepimizin mutlaka bir örneği ile karşılaştığı bir durum. İnsanların ideal dünya görüşlerinden sapışları ve bir dönem ateşli bir şekilde karşısında durdukları sistemin bir parçasına dönüşmeleri, sizce nasıl gerçekleşiyor?
Bu değişimin ya da dönüşümün herkesin hayatında başka başka nedenleri vardır. Benim şöyle olunca bunlar gerçekleşir gibi bir sonuç bildirmem hadsizlik olur. Şu kadarını söyleyebilirim sadece; yaşantıyla yapıtları, ilkelerle düşünceleri, davranışlarla duyguları birbirinden çok ayıramam ben. Bu ikilikler arasındaki tutarlılık biraz omurgayla ilgili bence. Daha dün yan yana yürüdüğümüz insanlarla bir yol ayrımına gelmişsek burada her iki tarafın da kendine seçtiği farklı bir yaşama yordamı vardır. Bunu kimi güçte, iktidarda bulur kimi kesif bir sessizlikte kimi de her türlü iktidarla başabaş bir mücadelede!
Kimsenin kimseye inancını, hayat görüşünü dayatmayacağı bir çizgiden yanayım. Kendi içimizde ve ikili ilişkilerimizde kurduğumuz mahkemelerden, olur olmaz yargılardan, infazlardan kurtulabilmeyi, kendim olabilme özgürlüğünü, insanı en ham haliyle de anlayabilmeyi savunurum. Sözünü ettiğiniz sapışlarda benim kerteriz noktam eşitler ilişkisidir. Kim hiyerarşiden yana, kim üst dille, kibirle akraba kim değil, ona bakarım. Kim yaptığını- ettiğini yakasına takıp, poz poz tafralanmadan dolaşıyor, yaşıyorsa ona daha çabuk yaklaşırım. Diğerleri de “ötekiler” değil, uzağımdakilerdir.
Hayriye ile Meral’in arkadaşlığı, ister istemez o zehirli soruyu doğuruyor: Kadın arkadaşlıkları neden bu kadar acımasız?
Aman aman kadın arkadaşlıkları böyle tanımlarsanız en başta Rüya’ya haksızlık etmiş olursunuz! Hayriye Hanım’la Rüya arasında gerçekten de aşka benzer bir ilişki var çünkü. Meral’le Hayriye Hanım’ın yolları ayrılmış, bunun nedenleri romanda her iki tarafın ağzından da anlatılıyor zaten. Yakın arkadaşlar birbirlerine içlerini açarlar. Hayriye Hanım sadece içini açan değil saçan da biri. Burası evet kritik bir yer; can arkadaşınızı hatasıyla sevabıyla mı seveceksiniz, eğip büküp kendinize benzeterek mi?
Birbirinize bakarken bir kaşınız kalkacak mı, dudağınızın kenarında alaycı bir gülümseme hep duracak mı yoksa ona her baktığınızda gözleriniz ışıldayacak, derdiyle dertlenip, neşesiyle sevinecek misiniz? Bu soruya en dürüstünden, en kalpten verecek cevabınız yoksa ya da tercihiniz her iki tarafı da gizli bir sözleşmeyle birbirine bağlamıyorsa orada bir arkadaşlıktan bahsetmek sanırım mümkün değil.
Dünyaya bu kadar kafa tutan bir karakter olarak Hayriye, annelik duygusuyla nasıl mücadele edemedi, bunu neden atlatamadı?
İçgüdüler söz konusu olduğunda bir mücadeleden bahsedilemez herhalde. Annelik her ne kadar toplumsal olarak kutsallaştırılıp kafamıza kakılıyorsa hormonlarımız da boş durmuyor. Doğurganlığımızın bize söylediği bir şey var, aşkın da elbette. Buna sağır da kalabilirsiniz bu sese kulak da verebilirsiniz! Annelik mevzu son iki kitapta da Hayriye’nin kendi içinde tartıştığı bir mesele. Ne bunu kutsuyor ne de bu kararı alaşağı ediyor.
Kırk yaş kadınlar için neden önemli? Eyvah yaşlanıyor muyum, eyvah şimdiye kadar bir çocuğum olmadı, eksik mi kalıyorum, “evli-mutlu-çocuklu” mu yaşayayım yoksa en azından ruhen daha özgür daha az sorumluluk sahibi biri olarak mı takılayım? Hayriye bu soruları kendi başına üretmiyor, bunların her biri kadınlara öğretilmiş çok eski kodlar. Kadınların orta yaşa kadar ömrü bu kodların içinden arzularını ayıklamakla geçiyor. Hayriye de başka bir dünya mümkün mü sorusunun peşinden çok koştu. Çocuklu bir kadın olsaydı hikâyesi de herhalde başka türlü olur, başka türlü yazılırdı.
Rüya, Hayriye’nin göndermediği ve aslında zaten göndermek için yazmadığı bir sürü mektup buluyor ve kitapta yer yer aslında kimseye kaskatı bir öfke duymadığı anlaşılıyor. Bu pulsuz mektuplar bir nevi yüreğini temize çekmek anlamına mı geliyor?
Bizim artık temize çekeceğimiz bir şey kalmadı. Ah metinleridir o mektuplar ve yazılar. Bu kadar kıyım bu kadar yağma bu kadar katliam görmüş her çağın tanığı ah eder oh diyemez! Bir yazar bu dünyadan göçtüğünde ardında ne bırakırsa onlar kaldı Hayriye Hanım’dan geriye…
Göç sözcüğünü her türlü anlamıyla bilerek kullanıyorum, aynı zamanda taşınan yük demektir çünkü. Bu kadar yükle nasıl yaşadıysa öyle de göçtü, kayboldu Hayriye Hanım. Her birimiz yaşarken kaybettiklerimize dikkatle bakarsak, Hayriye Hanım’ı çalanları ya da ondan çalınanları herhalde görebiliriz.