Fournier: Her geçen gün, her bakımdan daha iyiyim, çok daha iyi olacağım
Jean-Louis Fournier'ın kaleme aldığı Dul, 2013 yılında Can Belge çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından okura sunuldu. Fournier, kitabın yazım aşamasını, anlar içinde o ânı da kaydediyor sıklıkla. Okura da şunu söylüyor sanki; “Bu bir kitap ve ben bu kitabı sana yazıyor gibi yaparken kendime yazıyorum. Hatta karımdan bahsediyor gibi yaparken de senden bahsediyorum.” Bilmiyorum, belki de ben aşırı yorumluyorumdur.
DUVAR - İlk baskısı 2013’te kitabın. İkinci baskısı birkaç ay önce yapılmış. Meselemiz biraz daha Jean-Louis Fournier.
Dul, Can Belge çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmış. Kitap Voltaire alıntısıyla başlıyor: “Neşeli olmak nezaket gerektirir.” Kitabın atıf ideolojisini dökmek mümkün. Edebiyat atıfları müzikten, resimden ve hatta televizyondan bile daha az. Sırasıyla Raymond Peynet (Fransız ressam, karikatürist), Anne Ancelin Schützenberger (Rus psikoterapist; şimdi bakınca gördüm, 1919 doğumlu ve hâlâ hayatta, sağlıklı ömrü olsun), Georges Milton (Fransız müzisyen), Mozart, Ravel, Pierre Desproges (Fransız sinemacı, yazar), Martin Gray (Varşova doğumlu, İkinci Dünya Savaşı’nda soykırımdan kurtulan yazar), Molière, Chopin, Handel, Joseph Bédier (Fransız yazar, çevirmen), Stefan Zweig, Roy Lewis (İngiliz yayıncı, yazar), Gabriel García Márquez, Charles Trenet (Fransız müzisyen), Caspar David Friedrich (Alman ressam), Schumann (Alman müzisyen), Gustave Doré (Fransız ressam), Line Renaud (Fransız aktris; gene bakarken gördüm ki 1928 doğumlu ve hayatta, sağlıklı ömrü olsun duası istedi belli ki o da), Watteau, Monet ve Proust bahsi, alıntısı, iması yahut alıntısı var kitapta.
Bu kitabın daha önce konu ettiğim Kuzeyli Annem’den bir tasnif farkı var. Kuzeyli Annem roman olarak anons edilmişti, bu “anlatı” kategorisinde. Künyeye baktığımızda, orijinal dilinde 2011’de yayımlandığını görüyoruz. Yani Türkçeye, aslından iki yıl sonra çevrilmiş. Editörü Ersel Topraktepe. Düzelti Ömer Şişman imzası taşıyor. Kapak tasarımı ise, evet, Nahide Dikel’e ait. Fournier’nin biyografik bilgilerine bir önceki yazıda değinmiştim. Fakat şunu söylemek yahut ekleme lazım; Fournier, kitaplardan takip edebildiğimiz kadarıyla, aslında bir biyografi inşa ediyor. Ki zaten, Kuzeyli Annem’de şu söylediklerini tekrar anmakta beis yok:
Kitaplarımda ailemden haberler verdim. Asla kimseyi öldürmemiş olan babamdan. Hatırı uğruna şairin köylüye dönüştüğü, çocuklarımın annesinden. Artık babayla nereye gittiklerini bilen iki oğlumdan. Beni teselli bulmaz bir dul olarak bırakıp giden karımdan ve Tanrı’nın hizmetkârı olan kızımdan.
Bu kitap, yani Dul, yazarın bahsettiği şu kısma denk geliyor: “Hatırı uğruna şairin köylüye dönüştüğü, çocuklarımın annesinden.” Mizahını ancak “Fournier mizahı” olarak tarif edebiliyorum (ve aslında kolaycılık yapıyorum). Yazarın, üstünü örtmek için asla gayret sarf etmediği, hatta bazen genç kuşağın sakilce başvurduğu “yadırgatıcı humor” öylesine yerli yerinde ki, insanın eli kaşınıyor. Sanki denesen hemen yaparsın duygusu. Oysa bu süzülmüş mizaha, bu arılaşmış dile erişmek pek kolay değil. Kitabın girişinde, Voltaire’den hemen sonra alınlık kabilinden şunu söylemiş yazar (yahut anlatıcı): “Artık dulum. 12 Kasım günü Sylvie öldü. Çok üzücü. Bu sene, indirimli satışlara birlikte gidemeyeceğiz.”
Sylvie Durepaire-Fournier’dir bahsi geçen insan. Televizyoncu. Sinemaya ve televizyona işler üretmiş, belgeseller çekmiş, senaryolar yazmış bir isim. Jean-Louis Fournier’nin ikinci eşi. Bu kitap onun için yazılmış. Ama Kuzeyli Annem’de söylediğim “Fournier, annesinden söz ediyor. Anlatıcı elbette kendiyle annesinden beraber söz ediyor, hatırlıyor, kurcalıyor, üzülüyor da ama annesinden, artık olmayan annesinden söz etmeyi tercih ediyor”un tersini yapıyor yazar. Kendinden söz ediyor. Tam olarak kendinden de söz etmiyor. Durumun kendisini, ikisi halen yan yanaymış gibi perdelemeyi tercih ediyor. Annesine dair yazdığında yoğun bir yas duygusu yoktu; bunda var: “Sylvie ayaklarının ucuna basarak, usulca gitti. Hafifçe zıplayarak ve mutluluğun çekip giden sesiyle. Rahatsız etmek istemezdi, ama beni son derece rahatsız etti.”
Bu kitabı da kısa bölümler, kısa ama yoğun bölümler olarak kurgulamış Fournier. Şu “Sanki denesen hemen yaparsın duygusu”nu açmak istiyorum biraz. “El kaşınmak” dediğim. Sanatı tek başına, başsız ve sonsuz yüce bir nesne olarak tarif etmeye hevesim yok. Doğrusu buna gücüm de yok. Fakat yüce bulduğum sanat karşısında hissettiğim bir şey var: Müzikte, resimde, sinemada, şiirde, edebiyatta, o yücelikle karşı karşıya kaldığım an, “Bunu ben de yapabilirim,” duygusu. Ama üstüne biraz düşününce yahut denemeyi becerebilmişsem deneyince, hemen şunu fark ediyorum: Tahmin ettiğim kadar kolay değilmiş tabii ki. Fournier okurken “bu kısalıkta ve bu duyguyla yazabilirim” hissi peydahlanıyor. Denediğin anda karşıdaki duvara tosluyorsun. Şu kısalık ve şu vuruculuk (bu sıfat da kıymetten düştü ama mecbur kalıyor insan) denenebilir gibi geliyor, evet:
Bu sene çok kişi bana iyi yıllar ya da mutlu Noeller diledi.Çok tuhaf, insanlar büyük bir mutsuzluk yaşayanlara mutluluktan bahsedemiyor.
Anlamıyorum. Aslında tam da büyük bir mutsuzluk halinde mutluluk dileklerine ihtiyaç vardır, halihazırda mutlu olanların ihtiyacı yoktur. Mutsuz olduğunuzda, sanki herkes öyle kalmanızı diliyor. Sonsuza kadar.
Alıntı yapmaya kalkarsam, kabaca kitabın yarısını alıntılamam gerekir. Bu da, bu yazdığımı benim yazım olmaktan çıkarır haliyle. Elimi korkak alıştırarak şu alıntıyı yapmalıyım. Fournier, kitabın yazım aşamasını, anlar içinde o ânı da kaydediyor sıklıkla. Okura da şunu söylüyor sanki; “Bu bir kitap ve ben bu kitabı sana yazıyor gibi yaparken kendime yazıyorum. Hatta karımdan bahsediyor gibi yaparken de senden bahsediyorum.” Bilmiyorum, belki de ben aşırı yorumluyorumdur.
Dün akşam Salpêtrière Hastanesi’nin yakınından geçtim, seni hayata döndürmeye çalıştıkları yer. Katlanılmaz bir hatırası var. Salpêtrière’in yıkılmasını istedim, yıkmadılar. Neyse, böylesi daha iyi, ötekileri de düşünmek lazım, hayata döndürülebilenleri. İyi ki bu kitap var, bizim kitabımız. İnce ve tatlı kelimeler koyabiliyorum. Mutlu anılarımızı canlandırabiliyorum, onlardan çok var. Birlikte çok eğlendik biz.
Burada, dürüstlükten bahsetmek isterim. Edebiyat dürüst olmakla ölçülen bir şey değil elbette. Bir metnin dürüstlüğü, o metnin edebiyat sıkletine dair bir ölçüt değil. Özdeşlik kollayan okur, yani biz, kimi metinlerde anlatıcının dürüstlüğünü hissederiz. Bu, anlatıcının ne kadar dürüst olmadığını da kanıtlayabilir. Oksimoron, gündelik hayatta saçmadır belki ama edebiyatta imkân haline gelebilir. Bu kadar çok –ebilmek’ten sonra şuraya geleceğim. Fournier, bunca hassas, bunca “yaslı” bir meseleyi o kadar dürüst bir anlatıcı aracılığıyla kotarıyor ki, anlatıcı ses ile yazar sesi birbirine karışıyor. Bu karışıklık, oldukça haz da veriyor okuyucuya. Okuyucu “üzgün yazar”ın edebiyatından haz duyabilir ve bu da öte tarafın oksimoronu haline gelebilir. Gadamer’in “niyet” ile açıkladığı şeye dokunup geçelim: “Metnin niyeti yazarın niyetini zaman zaman değil, her zaman aşar.” Okuyucunun niyeti de, bazen değil belki her zaman okuyucunun kendisini aşar. O faaliyetin kendisi de edebiyat dairesinin içinde yer alabilir.
Başlığa çektiğim cümle kitapta dokuz yerde, dörder kere tekrarlanıyor ve italik diziliyor: “Her geçen gün, her bakımdan daha iyiyim, çok daha iyi olacağım.” Başından sonuna “ne olacağını” bildiğiniz bir metni heyecanla okutuyor Fournier. Kısa, küt, yoğun bölümlerle. Ve bir cümleyi neden dokuz kere tekrar ettiğini ima etmiyor, hissettiriyor. Uzun anlatmıyor. Dokuz kere söylüyor.
Tatilimiz hüzünlü geçmedi, burası çok güzel. Güzel şeyler asla büsbütün hüzünlü olmazlar. Beni “şeylerin güzelliği içinde” bıraktın, şairin dediği gibi. Ayakta kalmayı başarmalıyım.
Bu kitabın anlatıcısı bir yazı fontu olsa hangisi olurdu? Arial Black.