İslam'da yazı nerede başlar?
İrvin Cemil Schick’in "Bedeni, Toplumu, Kâinatı Yazmak: İslâm, Cinsiyet ve Kültür Üzerine" adlı eseri okurlarla buluştu. Kitapta Foucault ve Gadamer ile Bediüzzaman’a, Kristeva ile Hamdi Yazır’a aynı sayfalarda rast gelebilirsiniz! Bu duruma Schick’in sürekli hatırlattığı bir kaygı da eşlik ediyor: Doğu'yu Batı'nın kavramlarıyla açıklayan bir tür oryantalizme düşme kaygısı...
“Oku, yaradan Rabbinin adıyla oku!” Cebrail bunları her dile getirdikçe Peygamber okuma bilmediğini belirtmişti ya da anlatının söylediği bu. Okuma yazma bilmeme durumunu tarif etmek üzere Peygamber’in kullandığı sözcük “ümmi” sözcüğüdür. Kim bilir belki de Peygamber’in ümmi oluşu örneğin ümmet kurucu olması anlamına geliyordur; ya da belki bir mektep tahsiline sahip olmayışı anlamında kullanmıştır bu sözcüğü. Belki de gerçekten “Anamdan doğduğum gibiyim” diyordu ki bu da birçok anlamı kat eder: Günahsızlığa işaret ediyor olabilir, kendi fıtratı üzerine kalmış olduğunu ima ediyor olabilir, çok üşümüş olduğu için (Peygamberin sıtma nöbetine benzer bir nöbete tutulmuş olduğu bilinmektedir) bu üşümeyi tarif etmek üzere bu tarifi seçmiş olabilir.
Daha ilk ayetlerden itibaren beliren bu müphemlik (bir yandan yazılı olmak nedeniyle sabitlenen ama anlamsal yayılımı dolayısıyla da birçok şey olabilirliği içeren bir belirsizlik) mükemmel bir iktidar stratejisini de içermiyor mu? İslam, Kur’an ve elbette bunların tebliğcisi olan Muhammed, ortaya çıktığı topraklarda dünyanın fenomenolojik anlamını tepe taklak etmiştir; ama bu alt üst edişte daha ilk ayetlerden itibaren yerleştiği konum, bir belirsizlik konumudur. Belirsiz bir sabitlik hali tespiti şaşırtıcı gelebilir, ama bu, içinde kalınacak belirsizliğin sınırlarının belirlenmesini de içermiyor mu? Mutlak belirsizliğe hangi “yazı” tahammül edebilir?
Bu yazılanlar, Derrida ile girilmiş bir örtük tartışmayı akla getiriyorsa, bu örtüklüğü faş etmeli; fakat niyetim Derrida’yla bir tartışmaya girmek için onun bilmediği, ya da bilmediğini varsaydığımız bir yazıyla-ilişki-tarzını kendime payanda etmek elbette değil; ayrıca bu haksızlık olur. Bu yazıya Derrida’yı çağıran, yazının da konusu durumundaki Bedeni, Toplumu, Kainatı Yazmak isimli kitabıyla İrvin Cemil Schick’in kendi metninde Derrida’yı çağırmış olması durumudur. Schick, Derrida’nın -Batı felsefesinde hazır olduğunu ileri sürdüğü- “sözmerkezciliğe” yönelik eleştirisini (“Yazılı metin sözü genellikle yazarın yokluğunda okuyucuya sunar ve dolayısıyla da yanlış anlaşılmaya mahal verirken, konuşmada kastedilen anlamın kişilerarası iletişim yoluyla hatasız bir biçimde aktarılmasının sağlama alındığı düşünülür” s. 23) alarak, İslam’ın ilk bakışta böylesi bir sözmerkezciliğin ötesine geçiyor gibi göründüğünü belirtir. Gerçekten de ilk bakışta böyledir.
Burada, Derrida’ya bir itiraz kaydı düşmeliyim. Batı düşüncesinin asli kökeni olması bakımından Antik Yunan’da insanlar için dilin ve konuşmanın son derece önemli olduğu; bu önemin de asli olarak temel siyasal dönüşümler neticesinde ortaya çıkmış olduğu bilinmektedir. Buna, bir de yazının ikinci defa keşfedilişi, ya da daha doğrusu Miken uygarlığının çöküşüyle birlikte yazının unutulması ve daha sonra Fenikelilerden yeniden öğrenilmesi eklenmelidir.
Fenike alfabesinin Yunan diline uyarlanması, temel dinsel yasaların tapınak duvarlarına yazılması ve böylelikle de dinin, dinsel hukukun kamusallaşması sonucunu getirmişti. Bunun anlamı da o zamana kadar temel konumları hukuku hatırlamak ve söylemek olan din adamlarının, bu konumlarını yitirmeleriydi; çünkü Yasa kamusal tartışmanın konusu haline gelmişti. Yazı biricikleşmemiş, fakat sözün belli kişilerde biricikleşmesinin iptali sonucunu doğurmuştu. Bunun siyasal anlamı bir tür demokrasiydi. İşte önemli Yunan düşünürlerinin yazıyla girdikleri ilişki, demokrasiyle girdikleri ilişkinin de bir muadili, bir yansımasıydı.
Bir siyasal enerji olarak demokrasi, nasıl ki, herhangi bir aşkın referansı iptal ettiği için içerisinden Tiranlığın çıkmasına en müsait siyasal biçimse, yazının mümkün kıldığı ama biricikleşmediği bir söz söyleme biçiminde de “kişi her şeyin ölçüsü” (Protagoras) haline gelebiliyordu. Ya da başka türlü ifade edilirse, demokrasi tam da kendi içindeki tiranlık potansiyeli nedeniyle, bizzat kendisine karşı da korunması gereken bir şeydir.
O halde Platon’un idealarının da daha sonra Yasalar’daki dinsel görünen tutumunun da bu “kendini-biricikleştirme” biçimine bir itiraz, bir karşı duruş olarak okunması gerekmez mi? Platon bir tür aşkınlığa meylediyorduysa, bu, kişilerin biricikleşmesinden uzaklaşmaya dönük bir meyil olarak da ele alınamaz mı? (Bunu ileri sürme cesaretini, Fernand Braudel’in “Gerçekte her kuşak kendi felsefe tarihini yeniden yazmaktadır” ifadesi sayesinde bulduğumu belirtmeliyim). Yazıyı ötelemeyen ama büsbütün merkezine de almayan, almak istemeyen, yazıyla hep ikircikli bir ilişki halinde kalan bir düşünce biçimi söz konusu değil midir burada?
Derrida bu kendini biricikleştirici eğilimi konuşmaya atfediyordu; çünkü konuşma sırasında sözün sahibi sürekli müdahalelerle anlamı sabit tutarken, metin karşısında okur metnin yazarının bu türlü müdahalelerinden özgürdü.
Ayrıca her konuşmanın diyalog olmadığını, kimi zaman (doğrusu çoğu zaman) konuşucuların kendi monologlarını diyalog kisvesiyle sunduklarını, ama son noktada aslında ikna değil onay peşinde koştuklarını biliyoruz. Ama bu kandırmaca, konuşmayı toptan mahkum etmeyi haklı çıkaramaz. Burada –bana kalırsa- en anlamlı itiraz, konuşmaya değil ama konuşucuya yönelen ve bu yönelimi nedeniyle de siyasal bir karakter edinen itiraz olur.
Diyalog görünümlü monologu kesintiye uğratmak, siyasal karşılığını da demokrat görünümlü Tiran’a rızayı vermemek olarak bulmaz mı?
Bu türde bir tartışmaya girmek üzere İrvin Cemil Schick’in kitabını –burada- vesile kıldığım için hem kendisinden hem de okurlardan özür dilemeli; ama böylesi bir düşünme alanını açtığı için minnetimi de sunmalıyım. Ama zaten Bedeni, Toplumu, Kainatı Yazmak: İslam, Cinsiyet ve Kültür Üzerine kitabı, insana “Hırsızın hiç mi suçu yok” dedirtecek biçimde metin, yazı, yazmak ve okumak, anlam, dil vs konuları boydan boya kat eden yoğun bir makaleyle açılıyor.
Derrida’nın meşhur “Metin-dışı yoktur” cümlesinin, insanın zihninin maddi gerçekliğe ancak işaret sistemlerinin bir dolayımlamasıyla erişebilir olduğunu belirten (fenomenolojik?) bir ifade olduğunu haklı olarak belirten Schick, daha buradan itibaren okura bir vaatte bulunuyor: Hiçbir konuyu kendi biricikliğinde ele almamak, fakat ele alınan her konuyu –içerisinde anlamlı olduğu- bir göstergeler sistemi dahilinde anlamaya çalışmak (Kitap, İslam dünyasıyla ilgili olarak, bir göstergeler sisteminin çözümlenmesi bağlamında yapılmış –benim karşılaştığım– pek az çalışmadan bir tanesi. Böylelikle daha önce çeşitli yerlerde yayınlanmış makalelerden oluşan kitabın, diyaloga açık olacağı vaat edilmiş oluyor ki –naçizane– bu vaadin yerine getirilmiş olduğunu düşünüyorum.
Kitaptaki makaleler okuyanı sarıp kuşatmıyor; söz, okurdan kendi öznesini yaratacak biçimde okuru kıstırmaya, kendi söylem alanı içinde boğmaya yönelmiyor, bilakis sıklıkla geçitler veriyor.
Hatta öyle ki Schick, insanın biçim açısından Allah’a benzemesi düşüncesinin Müslümanlarca kabul edilebilir bir düşünce olamayacağına ilişkin sanısını aktardıktan sonra düştüğü dipnotta, adını hatırlayamadığı bir üniversite öğrencisinin bir tebliğ sırasında bu konuyla ilgili olarak yapmış olduğu itirazı ve ona belli bir anlamda hak verdiğini bile aktarıyor. Öğrencinin yönelttiği itiraz, önceki devirlerde İslam dininin Türkiye halkı arasındaki en yaygın şeklinin tasavvuf olduğu biçimindeymiş. Açılmış olan bu gedikten başka sorular da sızıyor elbette.
Örneğin bir Hacı Bektaş, bir Pir Sultan Abdal ve hatta bir Yunus Emre (“Dinin terk edenin küfürdür işi / Bu ne küfürdür imandan içeri” diyen Yunus…) İslam içi mutasavvıflar olarak mı düşünülmelidir? Tasavvufa pek benzediği halde İslam’a pek az benzeyen inanç sistemlerini –Bektaşiliği, Kızılbaşlığı, Aleviliği– İslam mı saymak gerekir? İslam’ın en yaygın şekli olarak tasavvuf belki doğru bir ifadedir, ama en yaygın inanç sisteminin tasavvuf ve dolayısıyla İslam olduğu anlamına gelmemesi kaydıyla.
Kitaba geri dönmek gayretiyle… Aslında biraz beyhude bir gayret bu. Çünkü yazarın üslubundan mıdır, tevazusundan mıdır bilmiyorum, her bir bölüm bir dünya tartışmaya itiyor okuyanı. O yüzden kuru ve teknik bir dile sığınalım. Kitap hepsi de İngilizce yazılarak çeşitli yerlerde yayınlanmış dokuz yazıdan oluşuyor. Fakat Türkçe hallerinde yazar tarafından çeşitli düzeltmelere ve güncellemelere gidilmiş. Metinleri çeviren ve kitabı yayına hazırlayan ise Pelin Tünaydın.
İslam’da “yazı”yla ilişkinin biçiminden İslami yorumbilimine, oradan yasanın yazıldığı bir alan olarak insan bedenine, ayrım(ı) tesis etmenin yeri olarak insan bedenine, bedenin cinsel inşa edilişine ve buna eşlik eden mekan düzenleme stratejilerine, iktidarın görünümü olarak mekanın inşasına, Osmanlının son dönemleriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde matbuat kapitalizmiyle iç içe geçmiş cinsel inşa stratejilerine vs. uzanan geniş bir topografya… Foucault ve Gadamer ile Bediüzzaman’a, Kristeva ile Hamdi Yazır’a aynı sayfalarda rast gelmek!
Bu duruma Schick’in sürekli hatırlattığı bir kaygı eşlik ediyor: Doğu'yu Batı'nın kavramlarıyla açıklayan bir tür oryantalizme düşme kaygısı. Haksız da olabilir ama bir soru: Tam da bu kaygı dolayısıyla, ele aldığı konuları ait oldukları gösterge sistemleri içinde açıklama biçimindeki haklı çaba, kaygının dozunun yüksekliği nedeniyle, İslam dünyasına fenomenolojik olmaktan ziyade ontolojik bakışlar mı atmak zorunda kalmış? Ya da başka türlü sorarsak, yazar zaman zaman, Müslümanlar'ın ontolojik kabul ettikleri şeyleri, birer gösterge olarak ve bir göstergeler sisteminin parçası olarak değil de sanki bunlar gerçekten ontolojikmiş gibi ele alan bir konumda mı bulmuş kendisini?
Schick, kitabın ilk makalesi olan “İslam ve Metin” başlıklı yazıya Lâ Edri’den bir ikiliyi epigraf olarak yerleştirmiş: “Bir kitâbullah-ı a’zamdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan ma’nâsı hep Allâh çıkar”. Ben de sözü, Yunus’a bırakacağım: “Yiğirmi dokuz hece / Okusan uçtan uca / Sen elif dersin hoca / Manası ne demektir?”