Neşe Yaşın: Aşk barıştır ve şiirimde aşk barış yerine kullanılmıştır
Şair Neşe Yaşın'ın kaleme aldığı Üşümüş Kuşlar, Ayrıntı Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluştu. Yaşın ile Kıbrıslı şairleri, günümüz şiirini ve barışı konuştuk.
DUVAR - Neşe Yaşın geçen hafta Diyarbakır’daydı. Yayımlanan son kitabı Üşümüş Kuşlar için düzenlenen bir etkinliğe katılacaktı. Yaşın, Duvar için söyleşi teklifimi kabul etme inceliğini gösterdi. Ama söyleşi yapmak için zaman dardı. Böyle olunca söyleşiyi kolaylaştırmak işi de bana düştü. Söyleşinin gerçekleştiği mekânda sorular sordum Neşe Yaşın’a. Söyleşiye katılmak için mekânda bulunanlardan da sorular aldık.
Neşe Yaşın’ı ve şiirini, Kıbrıs’ı ve Üşümüş Kuşlar kitabını, politika ile aşk şiirini tanımaya çalışan söyleşi bu koşullarda gerçekleşti.
Bir şairin kızı olarak dünyaya gelmek, şiirin içinde büyümek gibi bir şey olmalı.
Ben şair bir aileden geliyorum. Babam Özker Yaşın şair ve ağabeyim Mehmet Yaşın da şair. Çocukluğumun ilk yılları Kıbrıs’ta karışık bir köyde geçti. Karışık köy deyince, Kıbrıs’ta Türkler ile Rumların birlikte yaşadığı köy anlaşılıyor. Dört yaşıma kadar Peristerona köyünde yaşadım, 63 olayları başlayıp 64 başında göç edinceye kadar. Babamın bir kitapevi vardı Lefkoşa’da. Beni de sabahları alıp arabayla kitapevine yakın anaokuluna bırakırdı. Babam ezbere şiirler okurdu, hem kendi şiirlerini hem de Nâzım şiirlerini. Babam komünist değildi, yanlış anlaşılmasın. Ama onu komünist yapmaya çalışan insanlar vardı. Bunlardan biri de Derviş Ali Kavazoğu’ydu. Kavazoğlu Kıbrıs’ın birleşmesini isteyen bir yurtseverdi ve arkadaşı Kıbrıslı Rum Costas Mişaulis ile birlikte arabada öldürüldü.
Ben babamı taklit ederek, okuma yazma bilmediğim halde şiirler yapıyordum. Hatta bir antikapitalist olarak şimdi utandığım ilk şiirim Coca Cola hakkındaydı. Babam beni götürürken şehrin ortasında bir billboard vardı. Bir elinde zumlanmış kola şişesi tutan, diğer elinde sandviç tutan, bu nedenle cüce olduğunu düşündüğüm bir adam vardı. Şöyle bir şiir yapmıştım: “Seni bir sandviç gibi yesem hapur hupur/Kola gibi içsem şapur şupur/Oh ne güzel olurdu, oh ne güzel”. Dört yaşında yazmıştım bunu. Yaşadığım ev şiirli bir evdi. Şiir benim için organik bir şeydi. Şair olmak karar verdiğim bir şey değildi. Babam kitap almak için İstanbul’a, Cağaloğlu’na gelirdi. Ben de onunla gelirdim. Yaşar Nabi’yle çok iyi arkadaştılar. Şairlerin, şiirlerin olduğu bir ortamda büyüdüm.
OTORİTE OLARAK ŞAİR BABA
Buradan babanla yaşadığın polemiklere de geleceğiz.
1960’lı yıllarda babam, şiirini milliyetçiliğin hizmetine verdi. Kıbrıslı Türklerin milli şairi oldu. Varlık’ta şiirleri çıkan iyi bir şairdi, ama şiirini milliyetçiliğin hizmetine verince tüketti. Biz de militarist bir ortamda büyüdük. 67’ye kadar çevresi kuşatılmış bir ortamda, Enklav denilen yerlerde kaldık. Bana törenlerde şiirler okutulurdu. Sonra 1974 oldu ve ada bölündü. O zaman benim kafamdaki paradigma değişti. Eskiden şöyle düşünürdüm, biz Kıbrıslı Türkler iyileriz ve kurbanlarız ve Kıbrıslı Rumlar zalimlerdir. Çünkü biz göçmeniz, evimiz yağmalandı. Ama 74’ten sonra bunun böyle olmadığını anladım. Bize bir Kıbrıslı Rum evi verildi.
Evin kapısını açtığımız zaman, duvarda resimleri vardı o evde yaşayan insanların. Bir hırsız gibi hissettim. Ondan sonra savaşın ne kadar korkunç olduğunu ve zalimlerin bir milliyetlerinin olmadığını, yani kurbanların zalim olabileceğini, zalimlerin kurban olabileceğini gördüm. Şiirlerim de böyle gelişti. Babamın şiirine bir itiraz olarak gelişti. Ağabeyim Mehmet Yaşın’la birlikte… Bizim kuşağa Kıbrıs şiirinde 74 kuşağı ve Ret Cephesi deniliyor. Biz kendi kuşağımızın manifestosu sayılabilecek bir yazı yazdık. Bu yazı Sanat Emeği dergisinde yayınlandı. Bizden önceki pek çok şairi ve en çok da babamızı eleştirdik. O da çok sinirlendi. Kıbrıs’taki Olay dergisinde bir köşesi vardı. Orda bize karşı bir yazı yazdı, “Birtakım kendini bilmez yeniyetmeler ünlü soyadlarının arkasına sığınıp bizi eleştiriyorlar” diye. Şiire başlarken böyle bir çatışmamız oldu babamla.
‘HANGİ YARISINI SEVMELİ İNSAN’
Şiirlerinin yayımlanış macerasını da konuşalım mı?
Benim ilk şiirlerim üniversite öğrencisiyken Sanat Emeği dergisinde yayınlandı. Şiirlerin yayınlanmasının öyküsü de şöyle oldu: Ataol Behramoğlu Ankara’da imza yapacaktı. Ben de bir arkadaşımla gittim oraya. Deftere yazdığım şiirlerimi gösterecek ve onun düşüncelerini alacaktım. Ama çok çekingendim ve yapamadım bunu. Sonra arkadaşım götürüp verdi defteri, adresimi de yazarak. Bir hafta sonra ODTÜ 7. Yurt’taki posta kutumda bir mektup buldum. Ataol Behramoğlu’ndan. Behramoğlu “Şiirlerini çok beğendim, yeni şiirlerin varsa biyografinle birlikte gönder, yayınlamak istiyorum” diye yazmıştı. Sevinçten uçuyordum, 18 yaşındaydım ve Sanat Emeği’nde şiirim çıkacaktı. Ayın başında koşa koşa gidip dergiyi aldım. Ve 9 sayfa şiirime ayrılmıştı.
Bir de yazı vardı dergide ‘genç bir şair, genç bir yetenek keşfettik’ diye. Dergide İngilizce bir sayfada vardı ve dergide olanları tanıtıyordu. Dergi Kıbrıslı bir Rum şairin eline geçiyor ve ilgisini çekiyor. Türkçe bilen birini bulup onunla çalışıyorlar, şiirlerimi Rumcaya çevirip yayınlıyorlar. Genç bir besteci şiirlerden birini besteliyor. Şarkı çok popüler oluyor, her yerde çalınıyor. Bu 17 yaşımda yazdığım bir şiir. Babamın şiirine ve Kıbrıs’ın bölünmesine itiraz ettiğim bir şiir: “Yurdunu sevmeliymiş insan/ Öyle diyor hep babam/Benim yurdum ikiye bölünmüş ortasından/Hangi yarısını sevmeli insan.” Bu şiir bir kimlik ikonu haline geldi. Kıbrıs’ta barışseverlerin her zaman okudukları bir şiir oldu. İki tarafın yardımcı ders kitaplarına girdi. Rum tarafında ödül de verildi şiire.
ŞİİRİN DİLİYLE BAŞA ÇIKILMAZ
Adın duyulmaya başlayınca baskılar da baş gösterdi.
O zaman son derece militarist bir ortam vardı. Önce “Küçük bir kız bu” dediler, “Rumlar bunu kullanıyor.” Sonra baktılar ki öyle değil, yazılar yazıyorum, Rum şairlerle yazışıyorum. Sanat Emeği’nde Rumcadan yaptığımız çevirilerle özel bir sayı hazırladık. Ondan sonra “Biz bununla uğraşalım” dediler ama bir yandan da babam var. Yine de çok zor bir süreç oldu.
Tabii ki yalnız değildim. Biz bir kuşaktık, birçok insan risk aldı ve birçok şey yaptı. Ama ben farklı olarak çok göz önünde oldum. Şair olduğum, kadın olduğum için benimle başa çıkamadılar. Hiçbir nedenle hiçbir otoriteye boyun eğmedim. Hatta sol iktidara geldiğinde de ayrık durdum. Benim için en önemli şey özgürlüktü. Çok zor bir dönemde Kıbrıs Rum kesimine geçtim. Eğer kocan baskı yaparsa boşarsın, baban baskı yaparsa evden kaçarsın.
Bir başka erkek, yani devlet sana baskı yaparsa ve doğduğun yerleri görmeni yasaklarsa, sınırın öte tarafına geçip arkadaşlarınla buluşmanı engellerse, o zaman da sınırını aşarsın onun. Ben de öyle yaptım. Yıllarca üç uçak değiştirerek iki tarafa gittim. Devlet benimle çok uğraştı, ama benimle başa çıkamadı. Çünkü dilim çok başkaydı ve aşk şiiri yazıyordum, benimle nasıl başa çıksın. Şiirin diliyle başa çıkılamaz. Çok uğraştılar benimle ve ben de karşılık verdim onlara. Sivil polisler dolaştı peşimde. Ama bir yandan da bunları yapacak bir güç buluyordum kendimde.
Baban bir şair, ilk şiirleri ondan duymuşsun ve etkili bir insan. Ona itiraz etmek zor olmadı mı?
Babam bir yandan kızıyordu bize. Bir yandan da Türkiye’de onay gördük, şiirlerimiz yayınlanıyor, Mehmet ödül alıyor. Bir yandan da gurur duymaya başladı. Bizim kuşağımız Karanfil adlı bir dergi çıkardık, babamdan da şiir istedik. Günah çıkarır gibi bir şiir verdi bize, biz de derginin ön sayfasına koyduk şiiri. ‘Ben bunları yazmak istemiyordum ama çok kötü şeyler yaşanıyordu’ diyen bir şiir. Mehmet’in, “Biz babalarımızın babası olan bir kuşağız” diye bir sözü vardır. Babam bizden etkilendi sonra. Sonra “Şiirle Hatırlamak” adlı araştırma kitabımda babamla ilgili de yazdım. Burada resmi bellek, yani kolektif belleğin inşasına katkı koyan bir şair olarak babamı anlattım.
Bir de illegal bir bellek var. O zaman bana dediler ki babana haksızlık yapıyorsun. Babam da bu illegal bellek içinde yazdı, doğru. Ama ben onun bir dönemine ait olan milliyetçi şiirleriyle ilgili yazdım. Oydu benim alanım. Bu nedenle resmi bellek içinde inceledim onu. Ama sonradan, 3 cilt otobiyografik kitabı çıktı babamın. Orada gerçekten illegal bellek içinde çok şey anlatıyor yaşanan dönemle ilgili. Sonradan farkına vardı birçok şeyin ve değişti yani. Bölünmenin yanlış bir şey olduğunu anladı ve milliyetçiliğe bir miktar eleştirel bakmaya başladı.
KIBRIS’IN KADIN ŞAİRLERİ
Kıbrıslı kadın şairler için ne söylemek istersin?
Kıbrıs’ta kadınların göründüğü ilk kuşak, 1943 kuşağıdır. Bunlar Kemalist, hececi, romantik, folklorik şiir yazan bir kuşak. İngiliz sömürge yönetimi var o dönem. Kadınlar modern, bisiklete biniyorlar, okula gidiyor ve sadece öğretmenlik ve hemşirelik yapıyorlar. Ama kamusal alanda yoklar. Zaten evlendikleri zaman öğretmenlik de yapamıyorlar. Nihat Sami Banarlı gibi ‘resmi’ şairler geliyor Kıbrıs’a. Kardeş Ocağı diye bir erkek kulübü var, etkinlikler orada yapılıyor, kadınlar gidip izleyemiyor bunları. Kadınlar takma isimlerle şiirler yazıyorlar. Ulus Baker’in annesi Pembe Marmara kuşağın en parlak isimlerinden biridir o dönem. Sonradan kadınların sayısı artıyor ve son derece cesur, tabulara karşı çıkan şair kadınlar çıkıyor ortaya.
Erken kaybettiğimiz Filiz Naldöven önemli bir şairdir. Feriha Altıok, Faize Özdemirciler, Fatma Akilhoca, Emel Kaya, Fatoş Avcısoyu Ruso, Tuğçe Tekhanlı, Nafia Akdeniz ve benim zarımı attığım Senem Gökel. Çok kadın var ve en iyi şiiri onlar yazıyor bana göre. Türkiye’deki dergilerde yayınlanıyor şiirleri. Kıbrıs’taki dergilerde de yazıyorlar ama Türkiye’de de yayınlanmasını tercih ediyorlar diye düşünüyorum. Böylelikle daha çok okuyucuya ulaşıyorlar çünkü.
TÜRKÇE ŞİİR KAVRAMI
Diyarbakır’da konuşulacak konuların başında Kıbrıslıtürk şair kavramı galiba. Mehmet Yaşın’ın başlattığı Türkçe şiir kavramından yola çıkarak…
Bu tartışmadan en çok Kürtler hoşlandı. Mehmet Yaşın Adam Sanat dergisinde bir dizi yazı başlattı ve bu konu tartışılmaya başlandı. ‘Türk Şiiri’ diyorlar ya, Mehmet buna karşı çıktı, Türk Şiiri’nin etnik bir ad olduğunu söyledi. Etnik olarak Türk olmayan ama Türkçe yazan şairler var. Ve eğer kategorik bir şey yapılacaksa Türkiye Şiiri ya da Türkçe Şiir denilebileceğini yazdı. Biz Kıbrıslı şairler de Türkçe yazıyoruz. Ama biz hem çok farklı bir coğrafyadayız, çok farklı bir tarihe aitiz, çok farklı bir kültürel mirasa, geleneğe sahibiz. Bizim şiirimiz gerçekten çok farklı. Tamam, Türkiye’deki şiiri çok yakından izlemişiz ama nasıl ki İstanbul merkez olmuş, Londra’da bir merkez olmuştur, bir sömürge ülkesi olduğumuz için.
Anglo-Sakson etkileri çok fazla. Türkiye’de naratif şiirden nefret edilir mesela, ama bizde naratif şiir de vardır. Bunun nedeni farklı bir kimliğimizin olmasıdır. Bizim kuşak ilk defa Kıbrıslı Türk Edebiyatı terimini kullandı. Londra’da bir konferans düzenledik, Edebiyatta Kıbrıslı Türk Kimliği diye. Bu kitap İngilizce yayımlandı daha sonra Varlık yayınları Türkçe bastı. Orada bütün bunları tartıştık, farklı olduğumuzu anlatmaya çalıştık. Bizden önceki kuşak kendilerini Türk edebiyatının bir parçası olarak görüyorlardı. Hasbelkader Kıbrıs’ta bulunan Türkler gibi bir bakışları vardı. Bizim kuşak bunu değiştirdi.
‘BEDEN DİLİMİZ BİLE AYNI’
Kıbrıs bölündü ama iki tarafın şairleri birbirini ne kadar tanıdı? Ne kadar etkilediler birbirlerini?
Paradoksal olarak Rum şiirine ilgi 1974’ten sonra başladı. Bizden önceki kuşaklar isteselerdi ortak dergi çıkarabilirlerdi, ortak şiir dinletileri de yapabilirlerdi. Ama bizim kuşak sıfır iletişim politikası olan bir dönemdeydi; telefon edemiyorsun, mektup yazamıyorsun, görüşmek imkânsız. Biz buna rağmen Kıbrıslı Rum şairlerle iletişime geçtik, birbirimizin şiirlerini çevirdik ve fark ettik ki şiirlerimiz birbirine çok benziyor. Neden benziyor? Çünkü aynı coğrafya, aynı tarih, aynı kültür. Çok özel benzerliklerimiz var. Konuşmamızın müziği de aynı. Dikkat etmezseniz konuşan kim, Rum mu Türk mü anlayamazsınız. Konuşurken mimikler, beden dili de aynı.
MASUMİYET GÜNLERİNİ ARAYAN ŞİİR DİLİ
Nasıl tanımlarsın Kıbrıs şiirini?
İki savaş gördük ve bu da şiirimizi çok etkiledi. Bir de Kıbrıslı olmak hep bir çocuk kalmak gibi. Bir masumiyet arayışıdır o. Geçmiş masumiyet günlerini aramak, o yüzden çocukluk hep etkili oldu şiirimizde. Bir de çocuk yaşta yazmaya başladık, edebiyata girişimiz de öyle oldu. Bir de hamasi erkek diline karşı çocuksu ve kadınsı bir dil bizim itirazımızı bütünleyen bir şeydi. O açıdan o çocuksu dille o erkek diline karşı çıkarmak istedik. Sezgisel olarak herhalde, çünkü çok planlı değildi.
‘YAZDIĞIM HER ŞEY POLİTİKTİR’
Kitabın arka kapağında aşk şiirleri deniliyor. Nedir, nasıl bir şeydir aşk şiiri?
Aşktan bahsetmek, iki kişinin ilişkisinden bahsetmek aslında dünyadaki bütün sorunlardan bahsetmektir. Çünkü her şey iki kişi arasında başlıyor. Ingeborg Bachmann’ın bir sözü vardır, “Faşizm iki kişi arasında başlar” diye. Barış da iki kişi arasında başlar. İki kişinin ilişkisi dünyadaki bütün sorunların bir modelidir. Birisi domine etmek, yönetmek ister, diğeri isyan eder. İşte ondan sonra bütün incelikler, ayrılıklar, ilişkiye dair her şey orada. Mesela yalnızlıkla ilgili bir şey yazıyorum, birisi bana gelip diyor ki ‘Neşe Kıbrıs’ı ne güzel anlatmışsın’. Örnek için veriyorum, ‘Şükrana adanmış kuzu/İncecik ağlaması/müzik kutusundaki balerin/özgürleşince dönerim”. Bu tamamen yalnızlık üzerine bir şiir. Ama Şükran aslında Kıbrıs’ta bir ideolojinin adı.
Yani Şükrancılar vardır bir de barışseverler vardır. Şükrancılar Türkiye’ye şükran duyanlar, diğerleri Kıbrıs’ın birleşmesini savunanlar, ortak vatanı savunanlar. Burada Kıbrıs Şükrana adanmış küçük bir kuzu, bir kurban ve incecik ağlıyor. Ama ben bunu yazarken çok farkında değilim. Kıbrıs’la bütünleşmişim aslında. Bütün yazdığım şiirlerde politik alegoriler ortaya çıkıyor. Yazdığım her şey aslında çok politik. Hem çok kişisel, bireysel hem de çok toplumsal, çok politik.
Aşk şiirlerim de çok politik. Aşkta iki var ve iki’ye dair bir mesele var. Bütün bölünmeler, bir ülkenin ikiye bölünmesi iki’nin ilişkisi değil midir? O kırgınlık, o çatışma iki’ye dair değil midir? Dünyayla, doğayla ilişkimiz de iki’yle ilgilidir. Bir öteki’lik var. O öteki’ye dayanamamak, o öteki’yle bir olmak isteği var. Bütünleşme, kabul görme arzusu, ortak dili aramak var. Aşk barıştır ve benim şiirimde aşk çoğu zaman barış yerine kullanılmıştır. Ayrıca reel politikanın, politikacıların dili o kadar korkunç ki. Ama aşk herkesle konuşabilecek bir dile sahip.
TÜRKÇE YAZAN KÜRT ŞAİRLER
Kitabın son bölümü “Şiir Duvarı” başlığını taşıyor. Burada 2-3 dizelik şiirler yer alıyor. Hem kısa şiir nedir hem de kısa şiirlerinin öyküsünü anlatır mısın? Bir kısmı Diyarbakır’dan izler taşıdığı için yazılış öyküsünü anlatmanı istedim.
Kısa şiirler aslında çok uzun şiirlerdir. Bazı uzun yazılmış şiirler de aslında çok kısadır. Pablo Neruda’nın Türkçeye çevrilmemiş kısa şiirleri vardır mesela. Kısa kısa ve kendi kendini çoğaltan şiirler. Sokağa çıkma yasağının devam ettiği zaman gelmiştim Diyarbakır’a. Dönüşte Evrensel gazetesinin Pazar ekine yazı yazmıştım. “Pencerelerimiz titremesin” demişti birisi. Kitapta yer alan şiirlerin çoğu buraya geldikten sonra yazıldı. Örneğin ‘Savaşta geçti çocukluğum/Kırıktır içimin pencereleri’ ve Suriçi şiirindeki şu dizeler de: “O güzel çocukları bekleme şehir/cıvıl cıvıl öldüler onlar/bir hayalin dallarına konar gibi”.
Türkçe yazan Kürt şairler için ne söylemek istersin?
Bence Kürtler çok güzel şiirler yazıyorlar. Çünkü trajedisi olan bir şiir yazıyorlar. Sonra dil zenginleştirici bir şeydir. Başka bir dil bilmek, başka bir dilde rüya görmek, dillerin birbirine geçmesi çok önemli. Nasıl ki Salman Rüşdi bambaşka ve zengin bir İngilizce ile yazıyorsa, Kürtler de çok özel bir Türkçe ile yazıyorlar. Şiire çok uygun bir şey bu. Bu nedenle güzel şiirler yazıyor Kürtler. Yaralı bir ruh var hem de dilden dile geçen metaforlar var.
KIBRIS’TA BARIŞ MÜMKÜN MÜ?
Kıbrıs’taki siyasi durumu da soralım. Gelişmelerin, görüşmelerin seyri umut veriyor mu?
En umutsuz dönemde olduğumuzu söyleyebilirim. Bir ara çok heyecanlandık. Barış isteyen iki lider var, belki bir anlaşma olacak diye. Ama korktular. Çok zor tabi barış için cesaret göstermek. Ben o görüşmelere zaten hiç inanmıştım. İşte öyle steril bir yerde, terk edilmiş bir havaalanında buluşuyor, tokalaşıyorlar. Teknik komiteler, herkes erkek falan. Bir şirket birleştiriyorlar, hissenin kaçını alacaklarını görüşüyorlar sanki. Bir ülke birleştirmiyorlar yani. Bence barış sokakta gerçekleşir. Kürtler çok önemli bir halk hareketi yaptılar mesela. Tamam, burada da bir başarıya ulaşılamadı henüz, ama insanlar sokağa çıkmadan hiçbir yerde ilerleme olmaz.
Gerçekten de iki tarafta insanlar sokağa çıkarsa Kıbrıs’ta barış olur, buna inanıyorum. Kıbrıs’ta karmaşık bir durum var. Kıbrıs etnik olarak bölünmüş durumda ve etnik bölünme hak edilen bir toprak üzerinde değil, işgal edilmiş topraklar üzerinde. Başkalarının evinde yaşıyorsun, bu korkunç bir şey. Bir yapay sınır yaratmışlar ve insanlar evlerinden zorla koparılmış. Zorla yapılan bir şey kolay unutulmuyor. Belki o insanlar kendileri gideceklerdi, belki o evlerini yıkıp yenisini yapacaklardı, belki yerlerine apartmanlar dikilecek, çevre katliamı yapılacaktı. Ama kendi kendilerine yapacakları için acı vermeyecekti ama zorla olduğu için çok acı veriyor.