Başaran: Sivas-Kayseri faciasıyla yüzleşemedik, kaçtık...

17 Eylül 1967’de Kayseri’de oynanan Kayserispor-Sivasspor 2. Lig maçı, futbol tarihimizin en büyük futbol faciasına sahne oldu. Atılan taşlardan ve kapalı kapılar nedeniyle panik ve izhidamdan 43 insan hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı. Olayı çok boyutlu olarak ele alan, belgeleri ortaya koyarak “Sivas-Kayseri” adlı kitabı yazan gazeteci ve yazar Kenan Başaran ile sohbet ettik.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - “Sivas- Kayseri” kitabı, Türkiye futbol liglerinin en kanlı faciasını konu alan bir maçın öncesinde ve sonrasında yaşananları konu alan bir eser… Uzun yıllardır gazetecilik yapan Kenan Başaran’ın son kitabı olma özelliği de taşıyan “Sivas- Kayseri”, araştırmacı gazetecilik türünün de en sıkı örneklerinden biri.

Başaran, “Bu kitabı yazmak beni mesleki açıdan motive etti. Röportaj yapmanın, araştırmanın ne kadar keyif olduğunu hatırlattı. Tarihe bir not düşmenin önemini hatırlattı. Belki daha da önemlisi bir işi özgürce yaptığında ne demek olduğunu hatırlattı” diyerek anlatıyor “Sivas- Kayseri”yi.

Dünyanın birbirine en yakın iki camisi Ordu’nun Aybastı ilçesindedir. Aradaki mesafe bir-iki metredir. Bu durum, iki kardeşin birbiriyle kavga edip daha gösterişli birer cami yapmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Keza birbirlerine yakın köyler güzide ülkemizde hep düşmandır. Kapalı ortama sokulan bir grup insan bir süre sonra hep kavga eder. Bkz: BBG Evleri, Survivor vs. İnsanın, kendiyle bitip tükenmeyen kavgasının futboldan bağımsız olması da düşünülemez. “Sivas- Kayseri” olaylarında, komşu iki ilin kavgasını başlatan ana etken neydi sizce?

Dünyanın birbirine en yakın iki camisi Ordu’nun Aybastı ilçesindedir. Aradaki mesafe bir-iki metredir. Bu durum, iki kardeşin birbiriyle kavga edip daha gösterişli birer cami yapmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Keza birbirlerine yakın köyler güzide ülkemizde hep düşmandır. Kapalı ortama sokulan bir grup insan bir süre sonra hep kavga eder. Bkz: BBG Evleri, Survivor vs. İnsanın, kendiyle bitip tükenmeyen kavgasının futboldan bağımsız olması da düşünülemez. “Sivas- Kayseri” olaylarında, komşu iki ilin kavgasını başlatan ana etken neydi sizce?Bu olaya dair bugüne kadar yazılan çizilen –hoş çok da sayılmaz ki bu olaya dair bu kitap bir ilktir- yazılarda mezhepsel ve sosyo-ekonomik gerekçeler öne çıkarıldı. Benim konuştuğum tanıklar bu yargıların altını pek fazla doldurmuş sayılmaz. Elbette şehirlerarasındaki gelişmişlik farkı ister istemez bir haset oluşturuyor. İnkâr edemeyiz. Keza mezhepsel farklılıklar da birileri tarafından kaşınırsa olayların sebebi gibi olabilir. Bu olayda bu iki unsuru öne çıkaranlar, bence biraz ezberci yaklaşıyor.

Maç öncesi somut verilere bakınca şunlar göze çarpıyor: Sivas 4 Eylül ile Kayseri Havagücü takımları arasındaki maçta yaşanan kavgalar, Sivas’tan Kayseri’ye giden binlerce taraftarın grup psikolojisinin de etkisiyle şehirde biraz taşkınlık yapması (lokantalarda hesap ödememe vs.), Kayseri şehrinin ilk defa bir başka şehirden binlerce insanı ağırlamadaki tecrübesizliği, stat çevresindeki spor salonu inşaatı nedeniyle yığılı bulunan çakıl taşları ve daha da önemlisi Sivas senatörlerinin uyarısına rağmen Kayseri Valisi’nin tedbir almak yerine maç günü bir köye gezmeye gitmesi… Bunlar olaya dair o gün için güncel gerekçelerdir.

Tüm bunların yanı sıra bir de dönemin Türkiye Futbol Federasyonu’nun 1965’te 2. Lig kurma kararı önemli bir faktördür. Federasyonun da zorlamasıyla yerel takımlar birleşmeye zorlanarak, şehir takımları kurulur. Bir anda futbolda, tarihselliği olmayan suni bir şehir rekabeti başlar. Sınırlı sayıdaki bir lige birçok şehir talip olur. Bu rekabetin komşu şehirlerarasında daha ateşli olması da haliyle kaçınılmazdır. Bu ülkede şehirlerarasında unvanlardan (Dadaş, Gakkoş, Yiğido, Efe vs.) tutun da yiyeceklere (karpuz, mantı, kayısı vs.) kadar, birçok konuda rekabet yaşanır. Bence Orhan Veli’nin dediği gibi, “her şey birden bire oluyor.” Çünkü buna benzer bir olay 2. Lig’de yer alan başka şehirler arasında da meydana gelebilirdi.

Nitekim 29 Ağustos 1967 tarihli Milliyet gazetesi, bazı maçlarda yaşanan kavgalara dikkat çekerek, “Tedbir alınmazsa statlardan ceset toplarız” diyerek, manşet atıyor. Çok değil, 18 gün sonra bu facia yaşanıyor. Olgunlaşmamış futbol rekabeti, cehalet, federasyon ile devletin gerekli alt yapıyı kurmaması ve yeterli güvenlik önlemlerini alamaması öncelikli gerekçelerdir bence.

Kitapta, bir nokta var ki gözden kaçırılmaması gerekir. O da Kayserilerin, Sivas’ta ticarete daha hâkim olduğu gerçeği… Benzeri bir durum Maraş Katliamı için de söylenir. O dönemde Alevilerin katledilmesinin temel sebeplerinin bir tanesinin Alevilerin ticarete hâkim olduğu pek çok yazarın makalesine konu olmuştur. İnsanın, şiddet ve katliam yolu ile ekonomik iktidarı ele almasının temel motivasyonu ne sizce?

Maraş örneğine dayanırsak bu olayda mağdurların Kayserililer olması gerekiyor. Evet, Sivas’taki Kayserili esnaf ertesi gün yağmalanıyor, hatta olaylarda 1 kişi de ölüyor. Ancak bu Kayseri’de yaşanan futbol faciasının yarattığı bir tepki sonrası oluşuyor. Elbette her toplumsal olayda olduğu gibi, Sivas’taki bu karşı tepkide de provokasyon ihtimali de vardır.

Bu arada kitabın adına bir açıklık getirmek isterim. Kitapta bunu anlattım. Maç Kayseri’de oynanıyor ve ölenlerin 41’i Sivaslı. Normalde kitabın ismi Kayseri-Sivas olmalı. Ancak bu futbol faciası toplumsal hafızada daha çok Sivas-Kayseri olarak yer etmiştir. Yayınevi ile de mutabık kalarak, bu isimde karar kıldık. Özellikle sosyo-ekonomik gelişmişlik farkının yarattığı bir hınç varsa, bunun Sivas’taki reaksiyonda kendini gösterme ihtimali daha yüksek.

Sivas’ta ticarete hâkim olan Kayserilerin şehirlerine maç yapmaya gelen Sivaslılara sosyo-ekonomik nedenlerle bir hınç duyması mantıklı değil. Kayseri’den gelen kara haberden sonra Sivas’taki insanların olayın sebebini de doğru düzgün öğrenmeden “Hem hemşerilerimizi öldürüyorlar hem de şehrimizde ticaret yapıyorlar” düşüncesiyle yağma olayına girişmiş olması kuvvetle muhtemel. Ancak maç öncesi belirgin bir husumet yok. Ki yerel gazetede çıkan bir haberin maç anonsunda da herhangi bir gerilimden söz edilmemektedir. Her şey normal görünmektedir.

Diğer yandan sorunuz bir futbol olayını da aşan boyutlara sahip. Esasen insanın tarihsel öyküsünün de özetidir. İnsanlığın tarihi aynı zamanda bir şiddet tarihidir ve temel kavga da mala mülke sahip olmak. Kaynakların eşit dağıtılmadığı, nüfusta küçük bir orana sahip olan zenginlerin, aksine üretimin en büyük dilimini aldığı bir dünya düzeni var. Bir nevi insanı şiddete teşvik eden bir düzen bu…

'MEZHEPSEL BİR ÇATIŞMA OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM'

“Sivas- Kayseri” isimli kitabınızda, iki kentin de Alevi kimliği ile etkileşimine değiniyorsunuz. Olayların başlamasında ve bu denli bir faciaya dönüşmesinin Alevi meselesinin bir etkisi var mı sizce?

Ben mezhepsel bir çatışma olduğunu düşünmüyorum. Sivas, Tunceli gibi büyük ölçüde bir Alevi şehri değil. Zaten Sivas’ın o dönemki başkan yardımcısı Hüseyin Yıldırım da bunu teyit etmiyor. Ayrıca Yıldırım, bir Sivaslı olarak Sivas’ta Alevi olmaktan ötürü sıkıntılar çektiğini ve bu yüzden boksa başladığını söylüyor. Genel olarak tanıklar da bu iddiayı çok fazla benimsemiyor. O günün gazetelerine de bu anlamda yansıyan bir yorum görmüş değilim.

Kitapta, aynı zamanda bir araştırmacı gazetecilik örneği de sergiliyorsunuz. Röportajlar yapıyor, o dönemin basın yayın mecralarına ulaşıyor ve belgeliyorsunuz. Hatta çoğu zaman 50 sene önce yaşanmış bir olayı anlatan röportaj yaptığınız kişinin, hafızasında kalan yanlış bilgileri bile düzeltiyorsunuz. Bu süreç, –gazeteci de olduğunuz için- mesleğinize dair size ne öğretti?

Bu kitabı yazmaya motive eden önemli etmenlerden biri de esasen mesleğimizde yaşadığımız daralmadır. Siyaset bir yana sporda da hareket alanımız gitgide daraldı. Sporun tüm kurumları özerkliğini yitirmiş durumda. Diğer yandan taraftarlar kulüplere bir dine tapar gibi bağlı ve onlar hakkında asla eleştirilen bir şeyler okumak istemiyor. Biz gazetecilerden istedikleri esasen gazetecilik değil adeta amigoluk. Özellikle sosyal medyanın da ortaya çıkmasıyla bu baskı daha çok arttı. Ve ne yazık ki birçok meslektaşım da sosyal medyaya oynamak zorunda kalıyor. Çünkü taraftar gibi davranan gazetecinin takipçi sayısı artıyor bu da onu göreceli olarak güçlendiriyor. Aslında gazeteci olarak çok zayıflatıyor.

Makam, mevki ve hatta para kazandırır bu ama uzun vadede mesleki itibarınızı yok eder. Elbet bu noktada yayın organları da eskisi gibi maddi-manevi olarak tatmin etmediğinde gazeteciler korunaksız kalıyorlar. Ama yine de bu iş kamu yararına yapılan ve vicdani yönü olan bir iş. Bu kitabı yazmak beni mesleki açıdan motive etti. Röportaj yapmanın, araştırmanın ne kadar keyifli olduğunu hatırlattı. Tarihe bir not düşmenin önemini hatırlattı. Belki daha da önemlisi bir işi özgürce yapmanın ne demek olduğunu hatırlattı.

'HALA İNSANLARIN KURŞUNLANDIĞINI SANANLAR VAR!'

Kitapta, uzun uzun o dönemki basının görüşlerine de yer veriyorsunuz. Hatta kitabın ikinci bölümünün tamamen bu bakış açısından oluştuğunu bile söyleyebiliriz. Bu nokta, bizce, olayın kendisinden öte, basının etkisine ve yaptırım gücüne odaklandığınızın göstergesi. Basının yönlendirmesi sonucu yaşanan olayları da düşünürsek, ki gazeteci varoluşsal olarak hakikate ulaşmaya çalışır, basının okuyucu açısından bu denli bir yaptırım gücü olmasını neye yorarsınız?

Üç ulusal, iki de yerel gazete arşivine girdim. Ben üniversitelere de kaynak olması için, haberlerin hemen hemen hepsini imla hatalarıyla birlikte kitaba geçirdim. Evet kitabın yarısı gazete arşivlerine ayrıldı. Bu da olaylara dair bence daha doğru bilgi edinilmesini sağlıyor. Başlangıçta çıkan yalan yanlış haberler bile zamanla doğru olanlarla yer değiştiriyor. Zaten gazete sayfalarındaki seyir bu olayın toplumsal hafızadaki yer ediş biçimiyle de paralel. O gün gazetelerde yer alan birçok yanlış bilgi bugün de olayı hatırlayanların hafızasında olduğu gibi duruyor. Hâlâ daha insanların kurşunlanarak öldüğünü sananlar var.

Yerel gazetelerde olayın yankısı 3-4 ay sürerken, ulusal basında sıcaklığı en fazla 1 - 1,5 ay sürüyor. Stalin’in sekreterinin itiraflarından oluşan dizi yazısı daha önemli! Bu facianın ortasında bile ilk

Sivas-Kayseri, Türkiye’nin En Büyük Futbol Faciası, Kenan Başaran, İletişim Yayınları, 2017.

sayfadan anons ediliyor! O zaman gazeteler en önemli haber kaynakları ama en doğru mu, bugün de olduğu gibi, tartışmalıdır. Kısmen olanaksızlıktan ama tarafgirlik bence daha öne çıkıyor. Özellikle yerel gazetelerde bu çok daha bariz görülüyor. Nitekim iki şehrin yerel gazeteleri ilk günler karşılıklı suçlayıcı dil kullanıyorlar. Mağdur taraf konumundaki Sivas gazeteleri, Kayseri’ye yönelik çok ağır ithamlar kullanarak manşetler atıyor.

Adli Tıp raporunun çıkmasından sonra; yani insanların bıçakla, kurşunla öldürülmediği; kaçarken yaşanan panikte sıkışarak nefessiz kalıp öldükleri tespit edildikten sonra, tutum değişiyor. Basın haber kaynağıdır. Haber, insanların davranışlarına yön verir. Bugün basın form değiştiriyor. Artık dijital çağdayız. Ve ne yazık ki yönlendirme konusunda çok daha sıkıntılı bir dönemdeyiz. Çünkü sosyal medya demek aynı zamanda habercilik kriterlerinden bağımsız bireysel bir medya demek. Bir tweet, bir anda ortalığı karıştırabiliyor. Gazeteciliğin temel ilkeleri değişmedi ama gazetecilik değişti. Dijital gazetecilik büyük oranda bulvar gazeteciliği. Sansasyonel başlıklar, ama editör eli değmeyen içerikler. Merakı cezbeden başlık ve spot…

Sonrası binlerce vuruşluk ‘haber’. Oysa yeni medya araçları bu işi çok boyutlu yapmamıza olanak sağlıyor. Sana haberine yazı, ses ve görüntü ekleme şansı verirken bizim yaptığımız tek şey içeriği okunur hale getirmeksizin sadece başlık boyutundan yani tek bir boyuttan okutmaya çalışıyoruz. Cep telefonlarımız elimizden düşmüyor ama eskisi gibi olaylara derinlemesine vakıf değiliz. Haberdar ama bilgisiz bir okur yaratılıyor.

'YARIM ASIR ÖNCESİYLE BUGÜNÜN SİYASAL DAVRANIŞI AYNI'

Kitapta, sık sık o dönem siyasilerinin konu hakkındaki açıklamalarına da yer veriyorsunuz. Hatta olay sonrası, iktidar ve muhalefet arasında yer yer tartışmalar da vuku buluyor. Demirel’in faciadan bir gün sonra gittiği yurtdışı gezisinde kahkaha atarken fotoğrafının çekilmesini de odağa alıyorsunuz. Siyasilerin, yaşanan faciaya ve sonrasında gelişen olaylara dair etkisini nasıl yorumluyorsunuz?

Öncelikle yarım asır öncesiyle bugün arasında siyasal davranış arasında bir fark olmadığı ortaya çıkıyor. Ankara’daki katliam sonrası da şölen şeklinde bir köprü açılışı gerçekleştirilmiş ve toplumun bir kesiminde tepkiyle karşılanmıştı. Bu futbol faciasında siyasiler, olay yerine yine sonradan geliyor ve ortalığı nutuk savaşına çeviriyor. Oysaki öncesinde gerekli önlemleri alması gerekiyordu. Tabii sözüm özellikle dönemin iktidarına zira muhalefetten uyarılar yapılıyor. Siyasal iktidar önleyici olmak yerine benim modern kan parası dediğim tazminatlarla günah çıkarıyor. Ve kulübü de yıllarca karşı karşıya getirmeyerek, olayı unutulmaya bırakıyor. Yüzleşmek yerine kaçtık biz bu faciadan.

Futbolun, kitleler için bu denli ilgi çekici ve uğruna ölünebilen bir mecra oluşunun temel sebebi ne sizce? Fanatizm, kitlelere ne vaat ediyor?

Fanatizm kitlelere yalan vaat ediyor. Futbol hiçbir zaman masum bir oyun olmadı. İçinde masum insanlar yer aldı ama bir bütün olarak hep silahsız bir savaştı. Kavramlarıyla da militarist bir oyun zaten. Taktik, strateji, kale, savunma, hücum vs. Bunlar hep askeri tanımlar. Ve bugün bu askeri oyun son derece ticari bir oyun. Paranın olduğu bir yerde masumiyetten söz edilebilir mi? Futbol, her şeye karşın, insanlar için bir kaçış alanı. Bir deliliğe vurma hali. Çünkü yerine konulacak başka bir toplu ayin yok.

Felsefi olarak üzerine biraz düşünüldüğünde futbol, bir varlık-yokluk meselesi olmaktan çıkar. Marcelo Bielsa, hayal kırıklığı yaşadığı bir maçın ardından, kendisini bir odaya kapattığını ve “Ölmek istiyorum” diyerek, ağladığını söyler. Sonra da karısını arayıp şunları söylemiş: “Kızımız üç ay boyunca ölüm-kalım mücadelesi verdi. Şimdi sağlığı iyi… Benim bir futbol maçının sonucu yüzünden toprağın altına girmek istememin bir anlamı var mı?” Ama işte Bielsa da 9-6 mesaisine sıkışmış hayatlar da yine de ölüm kalım meselesiymişçesine meşin yuvarlağın peşinden koşmaya devam etti, ediyor. Düzen, kitlelere bir oyuncak veriyor. İnsanlar o oyuncağı ölümüne severken, oyuncağın sahipleri de yaşarcasına kazanıyor.

Genelleme yaparsak, futbolcu kazanıyor, yönetici kazanıyor, yorumcu kazanıyor, medya kazanıyor. Bir tek taraftar cebinden harcıyor. O da ‘kazanmanın hazzı’yla idare ediyor. Ama çarkı besleyen para kaynağı olduğu halde oyunun temel aktörü de yapılmıyor izleyici. İşçi gibi. Bilakis her türlü kötülüğün de kaynağı olarak görülüyor.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı?

İki kitabım da futbol üzerine oldu. Futbol bu ülkede çok izlenir ama okunmaz. Yerinden de izlenmez, televizyondan izlenir büyük çoğunlukla. Bir daha bir futbol kitabı yazar mıyım, şu an pek sanmıyorum. Kafamda farklı bir projeler var, ama bir aşk kitabı olmayacak(!)